Karen Horney – Çağımızın Tedirgin İnsanı

İnsan ilişkilerini dikkatle inceleyen bir kimse, insan bilimleri alanında uzmanlaşmış olsun ya da olmasın, ergeç şu gerçeğin farkına varacaktır: Çağımızda, küçük ve büyük gruplar içerisindeki insan ilişkileri genellikle gergin, çatışmalı ve tedirgin edici bir nitelik almıştır. Bu bir yandan köy ve küçük şehir toplumlarımn bir dereceye kadar daha sakin, daha dengeli, geleneklere ve göreneklere daha bağlı olan kapalı yapısının kırılıp ilişkilerin çok daha karmaşık ve çeşitli, dolayısıyla alışılmış kurallara daha az bağlı olduğu büyük şehir toplumlarına geçilmiş olmasından; öbür yandan çağımızın ulaşmış olduğu hızlı, beklenmedik ve yoğun gelişmelerin tek tek insanların ve küçük grupların hayatını şiddetle etkilemesinden ileri gelmektedir. Uygarlığın gelişmesi tek tek insanların ve toplumların hayatına daha çok mutluluk, sağlık, gelişme ve ilerleme imkânları sağlamakla birlikte, yoğun ve hızlı gelişmelerin yaratmış olduğu yan etkilerle (nüfus patlaması; şehirlerin olağanüstü ve çoğu zaman düzensiz ve dengesiz bir biçimde gelişmesi; teknolojinin aşırı bir hızla ilerlemesi ve insanın bu aşırı hıza ayak uydurmada güçlük çekmesi; ideolojik ve politik çatışmaların aşırı bir düzeye ulaşması; geri kalmış ülkelerle gelişmiş ülkelerin yaşama biçimleri arasındaki farklılıklar ve karşıtlıklar; haber­ 6İÇağımızm Tedirgin İnsanı leşme imkânlarının olağanüstü artmış olması yüzünden bu farklılıklar ve karşıtlıkların bilincine varmış olma, vb.) insanları, genellikle, eskisinden daha tedirgin, daha huzursuz, daha kararsız ve gergin, dolayısıyla daha mutsuz bir hale getirmiştir*. Burada bu huzursuzluk ve tedirginliğin toplumsal düzeyde yaratmış olduğu sonuçlar üzerinde durmayacağım: Sımf çatışmaları, bir devletin iç düzenini sarsan politik kargaşalıklar (mitingler, gösteri yürüyüşleri, boykotlar, grevler, ayaklanmalar, devrimler, vb.), devletler-arası gerginlikler, savaşlar ve başka sosyal gerginlikler üzerinde durmak, çevirisini sunmuş olduğumuz bu kitapta ele alınan konuların sınırını aşmaktadır. Burada yalnız bu gibi gerginlikler ve çatışmaların insanların ruh ve beden sağlığını ve mutluluğunu, dolayısıyla insanlar-arası karşılıklı ilişkileri olumsuz yönden çok şiddetli bir biçimde etkilemiş olduğunu belirtmekle yetineceğim. Hastalıklar, ölümler, afetler gibi tabii felaket ■ lerin yaratmış olduğu olumsuz etkiler üzerinde de durmayacağım. Benim burada dikkati çekmek istediğim temel sorun, bütün bu tabii ve sosyal felaketleri bir an için bir yana bıraksak bile, insanların yine de niçin mutlu olamadıklarıdır. Bu noktada okuyucunun gündelik hayattaki gözlemlerine başvurmasını istiyorum. Hepimiz bir aile içerisinde yetiştik; ailemizdeki kişilerle sürekli ilişkilerimiz oldu; ve bize yakın olan başka aileler gör­ (*) Alvin Toffler, Future Schock adlı eserinde bu sorunu çok iyi bir şekilde dile getirmiştir. Bakınız: Alvin Toffler, Şok— Gelecek Korkusu, Altın Kitaplar Yayınevi, 1975. (Çeviren: Seiâmi Sargut.) Çağımızın Tedirgin însanı|7 dük çevremizde. Sonra okula gittik; okul arkadaşlarımızla ve öğretmenlerimizle ilişkilerimiz oldu.


Tanıdığımız insanların ve grupların sayısı ve çeşidi arttı. Daha sonra iş hayatına atıldık; iş arkadaşlarımızla, üstlerimizle, emrimizde çalışan kimselerle ilişkilerimiz oldu. Evlendik; eşimizle, çocuklarımızla, eşimizin ailesi ve akrabaları ile ilişkilerimiz oldu. Komşularımızla ilişkilerimiz oldu. Bu çeşitli ve karmaşık ilişkileri ne biçim yürüttük? Yakın çevremizdekiler nasıl yürüttüler? Okuyucunun, okumağa devam etmeden önce bir parça durup bu nokta üzerinde düşünmesinin yararlı olacağına inamyorum. Bu konuda kendi çevremdeki örneklerin panaromasmı dikkatle gözden geçirdiğim zaman vardığım sonuç şu oldu: Tanıdığım ailelerin büyük çoğunluğu halk arasmda «kaderin sillesini yemiş» denilen aileler değildi. Sürekli işsizlik, aşırı para sıkıntısı ve geçim derdi, evini barkını yitirmiş olma, hayatta tek desteği olan eşini ya da biricik çocuğunu yitirip tek başına kalma, amansız bir hastalığa tutulma, sakatlık, vb. insanları çoğu zaman içinden çıkılmaz durumlarla karşı karşıya bırakan büyük felaketlere seyrek olarak rastladım yakın çevremde. Bertrand Russell’ın Saadet Yolu adlı ünlü eserinde çok iyi belirtmiş olduğu gibi*, bu tür felâketler ve acılar için de söylenecek şeyler vardır ve Stoalılar bu konuda gerçekten iyi şeyler söylemişlerdir. Ama ben de bunu bir yana bırakıyorum. Ayrıca, Stoa felsefesini günlük hayatımıza uygulamanın ne derece mümkün olduğu ve bazı durumlarda ne derece istenilir bir şey olduğu gibi soruları da bir yana bırakıyo­ (*) Bertrand Russell, Saadet Yolu, İstanbul, Varlık Yayınları, 2. Baskı, 1966. (Çeviren: Nurettin özyürek.) rum. Hayalım boyunca benim dikkatimi çeken şey, bu gibi aşırı durumların var olmaması halinde de tek tek insanlarm ve ailelerin yine de mutlu olamadığı, yine de acı çektikleri gerçeği olmuştur.

Tanıdığım insanların büyük çoğunluğunda Russel I’m yukarıda adı geçen eserinde «mutluluğun temel şartları» olarak belirtmiş olduğu her şey vardı: Hayatlarını sürdürmeğe imkân verecek sağlıkları, kendilerinin ve ailelerinin geçimini sağlayacak bir işleri ve paralan, olumlu ilişkiler kurabilecek bir çevreleri, eşleri, çocukları, evleri, yuvaları vardı. Yine de mutlu olmadılar, olamadılar. Zaman zaman güldüler, eğlendiler, kısa anlarda kendilerini mutlu hissettiler belki. Ama bütünüyle ele alındığı zaman birçoğunun hayatı bir hırgür, bir dırdır, sürekli bir didinme, bocalama, çekişme ve hayal kırıklığı karışımı olarak sürüp gitti. Kısaca, ziyan olup gitti. Geriye baktığım zaman hayıflanarak sallanan eller, «Ah! Ah! Ah!» dercesine sallanan başlar, ağızların kenarlarında aşağı doğru kıvrılmış çizgiler, bükülen dudaklar, ağlayan gözler görüyorum. îç çekmeler, söylenmeler, sızlanmalar, homurdanmalar duyuyorum. A. M. Dranas’ın deyişi ile «Cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar» geliyor aklıma. Hepsinin yüzünde okuduğum şey şuydu: «Başaramadım; olmadı; istediğim hayatı yaşayamadım; hayatım yok yere geçip gitti.» Neden? Hayatın bu şekilde boşu boşuna geçip gitmiş olduğu duygusu, çoğu zaman bilinçsiz ya da yarı-bilinçli, nedeni bilinmeyen genel bir hoşnutsuzluk ve tatminsizlik duygusu şeklinde ortaya çıkabilir. Bazan da çok bilinçli bir şekilde duyulabilir. Büyük bir hikâyeci ve insan ruhunu çok iyi anlamış usta bir düşünür olan Çehov, bu duyguyu Roçild’in Kemam 8] Çağımızın Tedirgin insanı Çağımızın Tedirgin İnsanı |9 adlı hikâyesinde olağanüstü bir şekilde dile getirmiştir*: «Ama o bu fırsattan kaçırmış, hiçbirini yapmamıştı. Ah ne zararlar, ne zararlar! …………… Hayat hiçbir şeye yaramadan boşu boşuna geçmiş, önünde hiçbir şey kalmamıştı; arkasına bakınca da zararlardan başka bir şey görmüyordu.

Hem de öyle korkunç zararlar ki düşündükçe insanın tüyleri ürperirdi. Bu zararlar olmadan insan niye yaşıyamıyor acaba? …………… Niye insanlar her sefer gerekli olanı değil de, tam tersini yapıyorlar? Niye Yakov bütün hayatı boyunca sövüp saymış, bağırıp çağırmış, yumrukları ile insanlara gözdağı vermiş, karısını kırmış ve biraz önce de o çıfıtı, hiç lüzumu yokken, korkutmuş, incitmiştir? Oysa bunlar ne büyük zararlar, ne korkunç zararlardı! …………… Neye dünyada böyle garip bir düzen var? İnsana ancak bir defa verilen hayat neden böyle faydasız geçiyor?» Evet, neden? îonesco’nun Yalnız Adam adlı eserinde de aynı tema ile karşılaşıyoruz. Şu farkla ki Çehov’un hikâyesindeki Yakov toplumla sürtüşen bir tipi canlandırdığı halde, îonesco’nun Yalnız Adam’ı toplumdan kaçan, insanlar arasına karışmak, katılmak istemeyen bir insanın kendi kendisiyle hesaplaşmasıdır” . «Bütün geçmişim geçiyordu gözümün önünden; bir ruh perişanlığı görünümü, vahasız bir çöl. Ürpertici bir çöl demek daha doğru olur. Ufkun bir yanından öbürüne, tencere kapağının bir ucundan öbürüne dek hiçbir şey* yok, bir çiçek bile; kimi yerde kupkuru toprak, kimi yerde toz, kimi yerde çamur. Benim suçum mu bu? Yalnız benim suçum mu? …………… O ne acı, ne ıstırap, ne üzüntü, ne boşa gidiş (*) Anton Çehov, Hikâyeler, Cilt V, s.242-243, Millî Eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1949. (Çeviren: Oğuz Peltek.) (**) Eugene İonesco, Yalnız Adam, Cem Yayınevi, İstanbul 1974, s. 103. (Çeviren: Bertan Onaran.) öyle! Pekâlâ neşe de olabilirdi içinde; neşe olabilir iniydi acaba? Şu kirli kurşun rengi, şu donuk aydınlık yerine göz kamaştıran bir ışık da olabilirdi. Sevgi de olabilir miydi? Olabilirdi. Ne çok kaçırılmış fırsat! Ama içimde sevgi vardı.

Ruhumun mağaralarında, kodeslerinde, kuyulu zindanlarında… Kilitli… Kapılar kapalıydı ve anahtar bende değildi.» Ya kimdeydi anahtar? O kapalı kapılar neden açılmadı, açılamadı? Neden? Edebiyat alanından vereceğim üçüncü örneğin konumuza daha fazla ışık tutacağına inanıyorum. Gonçarov’un ölümsüz eserinin baş kahramanı olan Oblomov’un kendi kendisiyle çekişmesinin ve hesaplaşmasının hikâyesidir bu*. «O an Oblomovün hayatındaki en aydın, en bilinçli anlardan biri oldu………………. Yarım kalmış bir adam olduğunu, ruh güçlerinin gelişmeden kaldığını, hayatına bir ağırlığın çöktüğünü düşündükçe içi parçalanıyordu. Başkalarının zengin, hareketli hayatını kıskanıyor; kendi hayatının yolunu ağır bir kaya parçasıyla tıkanmış, daracık, zavallı bir keçi yolu gibi görüyordu. içinde hiç uyanmadan kalmış, biraz kurcalanmış, fakat hiçbiri sonuna kadar işlenmemiş birçok imkânlar olduğunu acı acı seziyordu, iç i yanarak anlıyordu ki onda gömülü kalmış iyi ve güzel bir şeyler vardı; belki çoktan ölmüş ya da bir dağın derinliklerindeki altın gibi saklı kalmış olan bu hazine çoktan meydana çıkmış olmalıydı. Ama öyle derinlerde kalmış, üzerine öyle pislikler yığılmıştı ki… Sanki dünyanın ve hayatın ona verdiği nimetleri birisi çalmış ve yine kendi ruhunun derinliklerinde bir yere gömüp bırakmıştı. Sanki bilinmeyen bir güç, onu hayat meydanına atılmaktan, iradesini ve zekâsını alabildiğine açılıp harcanmaktan alıkoyuyordu. Sanki gizli bir düşman daha yola ç ıkarken onu ağır eliyle yakalamış, insanlığın doğru yolundan uzaklara fırlatm ıştı……………… lO’Çağımızm Tedirgin İnsanı (*) ivan Gonçarov, Oblomov, ss. 104-106, Kök Yayınları, İstanbul, 1967. (Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu – Erol Güney.) Çağımızın Tedirgin tnsanıjll Oblomov nerede ise ağlayarak kendi kendine “Ben niçin böyleyim?” diye soruyor, başını yeniden battaniyenin altına saklıyordu. “Niçin?”» Evet niçin? Mutlu olabilmek için var olan temel şartlara rağmen bazı insanlar neden mutlu olamıyor? Kendi içlerinde var olan birtakım imkânlara rağmen bu imkânlarını niçin gerçekleştiremiyor? Başka bir deyimle, kendi içlerinde saklı olan «iyi ve güzel şeyler»i neden gün ışığına çıkaramıyor? Onları, alabildiğine açılmaktan ve gelişmekten alıkoyan şey ne? Mutlu olmaktan alıkoyan şey ne? Kendi hayatlarını içlerinden geldiği gibi, verimli bir biçimde yaşamalarına engel olan şey ne? Hangi bilinmez kuvvet onları «kendi yollarına dikilen bir engel» haline getiriyor ve «kendi içlerindeki hâzinelerin yine kendi içlerinde gömülü» bir halde kalmasına yol açıyor? Kaçınılmaz bir kader mi bu? Bir çeşit alınyazısı mı? Bu soruların cevaplarım araştırdığımız zaman, ilk olarak, bütün bu yaşama biçimlerinde ortak olan özelliğin temel bir bilgisizlik olduğunu görüyoruz. Burada «bilgisizlik» deyimini kullanırken belirtmek istediğim şey, formel bir eğitim görmemiş olmak şeklinde anlaşılan bir bilgisizlik değildir.

Yukarıda söz konusu ettiğim tipten olan kimselerin çoğu belli bir eğitim ve öğretim, hatta yüksek öğretim görmüşlerdi. Birçok kitaplar okumuşlardı. Nesneler ve olaylar arasındaki ilişkileri anlayacak, kavrayacak kadar akıllıydılar. Ama nasıl yaşayacaklarını bilm iyorlardı. Yaşamanın bir sanat, bir bilgi işi olduğunu bilmiyorlardı. Kendi imkânları ve şartları içerisinde daha iyi nasıl yaşayacaklarını bilmiyorlardı ve bu soruya cevap aramak da akıllarından geçmiyordu. Bize bir defa için verilmiş olan şu hayatın, bir anının bile ziyan edilemiyecek kadar kısa olduğunu; bu hayatı kendimiz ve çevremizdekiler için en verimli biçimde kullanmamız gerektiğini; hayatın bize sunduğu güzel şeylerden yararlanmamız gerektiğini; kendi imkânlarımızı en iyi biçimde kullanmamız ve geliştirmemiz gerektiğini; başka insanlarla iyi ilişkiler kurmamız gerektiğini bilmiyorlardı. Mutlu olmanın, Alain’in deyimi ile, hem kendimiz hem de başkaları için bir görev olduğunu; homurdana homurdana, söylene söylene, sızlana sızlana, 011a buna kızarak, çatarak, kırılarak, gücenerek, onu bunu inciterek, kırarak, darıltarak yaşamamak gerektiğini bilmiyorlardı. Bilselerdi, gece bir parça uykusuz kaldıkları için güzel bir sabahı kendilerine de başkalarına da zehir etmezlerdi; bir parça başları ağrıyor diye etrafı kırıp geçirmezlerdi; kahvaltı sofrasında bütün şikâyetlerini ard arda sıralamazlardı; eften püften şeylerle güzel bir aile sofrasının tadını kaçımıazlardı. Eninde sonunda hepsini bırakıp gideceğimiz üç-beş parça eşyadan biri kırıldı ya da bozuldu diye bütün bir günün keyfini kaçırmazlardı. Bilselerdi, bütün bu ufak tefek, ıvır zıvır şeyleri kendilerine dert etmezler, güzelim hayatı kendileri için de başkaları için de çekilmez hale getirmezlerdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir