Kass Morgan – 21. Gun

Kimse mezarın yanında durmak istemiyordu. Aralarından dört kişiyi daha önce derme çatma mezarlığa gömmüş olsalar da, yüz kişilik grubun geri kalanı, birini toprağa verme düşüncesinden hâlâ rahatsız oluyordu. Kimse arkasını ağaçlara dönmek de istemiyordu. Saldırıdan bu yana, bir dal çıtırtısı dahi, tedirgin kazazedeleri yerlerinden fırlatmaya yetiyordu. Asher’a veda etmek için toplanan yüze yakın kişi, birbirlerine sokulmuş vaziyette, bir yerdeki cesede bakıyordu bir ormandaki gölgelere. Ateşin rahatlatıcı çıtırtısının eksikliği bariz bir şekilde hissediliyordu. Önceki geceden odunları bitmişti ama kimsenin gidip odun getirmeye niyeti yoktu. Aslında Wells giderdi ama o da mezar kazmakla meşguldü. Eric adındaki uzun boylu ve sessiz Arkadyalı çocuktan başka kimse de bu iş için gönüllü olmamıştı. “Öldüğünden emin miyiz?” diye fısıldadı Molly, derin çukurun onu da yutacağından korkuyormuş gibi kenara çekilerek. On üç yaşındaydı ama daha da küçük görünüyordu. En azından eskiden öyle görünüyordu. Wells çarpışmadan sonra, gözyaşları ve küller tombul yanaklarından aşağı süzülürken ona yardım ettiğini hatırlıyordu. Kızın yüzü artık incecikti, bir deri bir kemik kalmıştı; alnında da düzgün bir şekilde temizlenmemiş gibi görünen bir kesik vardı. Wells’in gözleri istemeden Asher’ın boynuna, boğazını delip geçen okun açtığı yaraya kaydı.


Asher öleli iki gün olmuştu; tepede beliren gizemli siluetlerin, Kolonicilerin duyduğu-bildiği her şeyi altüst etmesinin üzerinden iki gün geçmişti. Dünya’ya birer canlı kobay olarak gönderilmişlerdi. Gezegene, üç yüz yıl sonra ayak basan ilk insanlar onlardı. Yanılmışlardı. Bazıları buradan hiç ayrılmamıştı. Her şey çabucak olup bitmişti. Wells daha ne olduğunu anlamadan Asher yere yığılıp can havliyle, boğazına saplanan oka yapışmıştı. İşte o an Wells arkasını dönmüş… ve onları görmüştü. Batan güneşi arkalarına almış siluetler, insandan çok zebanilere benziyorlardı. Wells kaybolmalarını umarak gözlerini kırpıştırmıştı. Gerçek olmaları imkânsızdı. Ama halüsinasyonlar ok atamazdı. Yardım çağrılarına aldırış edilmeyince Wells, Asher’ı, yangından kurtarılan tıbbi malzemeleri sakladıkları revir çadırına taşımıştı. Ama bunun bir faydası olmamıştı. Wells telaşla bandaj aramaya başlayana kadar Asher ölmüştü.

Dünya’da nasıl insan olabilirdi? Bu imkânsızdı. Felaket’ten hiç kimse sağ çıkamamıştı. Bu kesindi. Tıpkı suyun 0 derecede donması ya da gezegenlerin güneşin etrafında dönmesi gibi Wells’in kafasına kazınmış olan bir gerçekti bu. Ama onları kendi gözleriyle görmüştü. Bu insanlar Dünya’ya kesinlikle iniş gemisiyle Koloni’den gelmemişti. Onlar Dünyalıydı. “O öldü,” dedi Wells, Molly’ye. Bitkin bir halde ayağa kalkarken gruptakilerin çoğunun ona baktığını fark etti. Birkaç hafta önce olsa ifadeleri kuşku, hatta nefret dolu olurdu. Kimse Şansölye’nin oğlunun gerçekten hapse atıldığına inanmamıştı. Graham’ın, onları Wells’in aslında babası adına casusluk yapmak için gönderildiğine ikna etmesi hiç de zor olmamıştı. Ama şimdi hepsi ona ümitle bakıyordu. Yangından sonraki karmaşada Wells, kalan erzakları ayıklayıp, kalıcı yapılar inşa etmek için takımlar kurmuştu. Wells’in Dünya mimarisine olan ilgisi bir zamanlar, her şeye karışan babasının canını sıkmış olsa da şu an meydanın ortasında duran üç ahşap kulübeyi yapabilmesini sağlamıştı.

Wells kararan gökyüzüne baktı. Şansölye’nin bir gün kulübeleri görmesi için her şeyini verirdi. Bir şey kanıtlamak için değil -Wells’in kırgınlığı, babasının fırlatına güvertesinde vurulduğunu gördüğü an kaybolup gitmişti; Şansölye’nin yanaklarının renginden daha çabuk hem de. Tek istediği babasının bir gün Dünya’ya evimiz diyebilmesiydi. Koloninin geri kalanı Dünya’nın güvenli olduğuna kanaat getirildiğinde onlara katılacaktı ama aradan yirmi bir gün geçmiş, gökyüzünden tek bir işaret gelmemişti. Wells bakışlarını tekrar toprağa çevirdiğinde o an yerine getirmek zorunda olduğu görevi düşündü: Dünya’dan daha karanlık bir yere göndermek üzere oldukları çocuğa veda etme görevini. Yanındaki kız soğuktan titriyordu. “Bunu biraz hızlandırabilir miyiz?” dedi. “Bütün gece burada dikilmek istemiyorum.” “Çok konuşma!” diye parladı Kendall denilen başka bir kız, incecik dudaklarını büzmüştü. Wells ilk başta onu da Phoenixli sanmıştı ama zamanla, kibirli bakışlarının ve kesik tonlamalarının birlikte büyüdüğü kızların bir taklidi olduğunu farkına varmıştı. Bu genç Waldenlılar ve Arkadyalılar arasında yaygın bir şeydi ama Wells bunu Kendall kadar iyi yapanına henüz rastlamamıştı. Wells bir sağa bir sola baktı, kendisi ve Clarke dışındaki yegâne Phoenexli olan Graham’ı arıyordu. Onun, grubun kontrolünü ele geçirmesine izin vermekten pek hoşlanmıyordu ama Graham hem Asher ile arkadaştı hem de cenazede konuşma konusunda Wells’ten daha donanımlıydı. Fakat Clarke dışında, gruptan eksik olan birkaç kişiden biriydi.

Clarke, yangından hemen sonra Wells’e savurduğu dört zehirli kelimenin hatırasından başka hiçbir şey bırakmadan Bellamy ile birlikte kız kardeşini aramaya çıkmıştı. Dokunduğun her şeyi mahvediyorsun. Ormandan bir çıtırtı gelince grupta nefesler kesildi. Wells, hiç düşünmeden bir eliyle Molly’yi kendine çekip diğer eliyle bir kürek kaptı. Derken, Graham iki yanında Azuma ve Dmitri adındaki Arkadyalılar ve Lila adındaki Waldenlı kız ile birlikte meydana adımını attı. Çocukların üçü kucak dolusu odun taşırken Lila kolunun altına birkaç dal sıkıştırmıştı. “Demek diğer baltalar buradaymış,” dedi Antonio adındaki bir Waldenlı, Azuma ve Dmitri’nin omuzlarına asılmış olan aletlere bakarak. “Akşam işimize yarayabilirlerdi yani.” Graham bir kaşını kaldırıp yeni kulübeyi süzdü. Sonunda olayı kavramaya başlamışlardı; bu sefer çatıda boşluklar yoktu, bu da gecenin daha sıcak ve daha kuru olacağı anlamına geliyordu. Gerçi yapıların hiçbirinde pencere yoktu. Pencere kesmek çok zaman alıyordu ve ellerinde cam veya plastik olmadığı sürece duvarlarda delik açmaktan pek bir farkı yoktu. “Bana güven. Bunlar daha önemli,” dedi Graham elindeki odunları havaya kaldırarak. “Yakacak odun mu?” diye sordu Molly.

Graham homurdanınca korktu. “Hayır, mızraklar. Birkaç ahşap kulübe bizi koruyamaz. Kendimizi savunmak zorundayız. O piçler bir daha geldiğinde, hazır olacağız.” Bakışları Asher’a kilitlenen Graham’ın yüzünde alışılmadık bir ifade belirdi. O herkesin bildiği öfkeli ve kibirli maskesi çatlamış, altından gerçek bir keder çıkmıştı. “Bir dakikalığına bize katılmak ister misin?” diye sordu Wells, sesi yumuşamıştı. “Asher için birkaç bir şey söyleyebiliriz diye düşündüm. Onu iyi tanıyordun, o yüzden belki sen…” “Her şey kontrolündeymiş gibi görünüyor,” diye lafını kesti Graham, Asher’ın cesedinden gözlerini kaçırarak Wells’le göz göze geldi. “Devam et Şansölye.” Güneş tamamen battığında Wells ve Eric yeni mezara son toprağı atarken Priya da ahşap mezar taşının etrafını çiçeklerle donatıyordu. Grubun geri kalanı ise ya defini izlemekten kaçınmak için ya da yeni kulübelerde kendilerine yer bulmak için uzaklaşmıştı. Her biri rahatça yirmi kişiyi, hatta yanık battaniye yığınlarının üzerine yayılmış bacaklardan ya da yüzlerine gelen dirseklerden şikâyet edemeyecek kadar yorgun -veya üşümüşlerse- otuz kişiyi rahatça alabilirdi. Wells, Lila’nın bir kez daha küçük çocukları, gölgelerle bezenmiş açıklıkta soğukta titrerken bırakıp, kulübelerden birini Graham ve arkadaşlarına ayırdığını öğrendiğinde hayal kırıklığına uğramış ama şaşırmamıştı.

Gönüllü nöbetçiler bekliyor olsa da dışarıda kalan hiç kimse huzurlu bir gece geçilmeyecekti. “Hey!” dedi Wells, Graham kısmen tamamladığı mızraklarından biriyle yanından geçerken. “Sen ve Dmitri ikinci nöbeti alacağınıza göre, neden ikiniz dışarıda uyumuyorsunuz? Nöbetim bittikten sonra sizi bulmam daha kolay olur.” Daha Graham cevap veremeden, Lila sallana sallana gelip onun koluna girdi. “Bu gece yanımda kalacaktın, unuttun mu? Tek başıma uyumaya korkuyorum,” dedi her zamanki cazgır ses tonuyla alakası olmayan hırıltılı ve tiz bir sesle. Graham, omuzlarını silkerek “Kusura bakma,” dedi Wells’e. Wells sesindeki kibirli sırıtışı duyabiliyordu. “Sözümden dönmekten nefret ederim.” Graham mızrağını Wells’e fırlattı, Wells de mızrağı tek eliyle yakaladı. “Yarın gece nöbeti devralırım, tabii o zamana kadar hepimiz ölmezsek.” Lila abartılı bir şekilde titredi. “Graham,” diye çıkıştı. “Böyle konuşma!” “Merak etme, ben seni korurum,” dedi Graham ona sarılarak. “Ya da Dünya’daki en son gecenin hayatının en güzel gecesi olmasını sağlarım.” Lila kıkırdadı, Wells gözlerini devirmemek için kendini zor tuttu.

“Siz ikiniz dışarıda uyusanız iyi olabilir aslında,” dedi gölgelerin arasından ortaya çıkan Eric. “Bu sayede bizim de biraz dinlenme şansımız olur.” Graham dudak büktü. “Sabah Felix’in senin yatağından sıvıştığını görmedik sanki Eric. Katlanamayacağım bir şey varsa o da ikiyüzlülüktür.” Eric’in yüzünde ufak bir gülümseme belirdi. “Evet, gördün ama duymadın.” “Hadi ama,” dedi Lila, Graham’ı çekiştirerek. “Tamsin yatağımızı birilerine vermeden gidelim.” “Nöbeti seninle beraber tutmamı ister misin?” dedi Eric, Wells’ e bakıp. Wells kafasını iki yana salladı. “Gerek yok. Priya etrafı kolaçan etmeye başladı zaten.” “Tekrar gelirler mi sence?” diye sordu Eric, sesini alçaltarak. Wells kulak misafiri olacak birileri var mı diye şöyle bir bakıp başını salladı.

“Bu sadece uyarı değildi. Güç gösterisiydi. Her kimseler, burada bulunmamızdan memnun olmadıklarını bilmemizi istiyorlardı.” “Evet. Memnun olmadıkları ortada,” dedi Eric. Dönüp Asher’ın gömüldüğü yere baktı. İç geçirip Wells’e iyi geceler diledi ve derme çatma kulübelere doğru ilerledi. Felix ve diğer birkaç kişi daha buradaki yanmayan ateşin başına kümelenmeyi alışkanlık haline getirmişti. Wells mızrağı omzuna atıp Priya’yı bulmak için etrafa bakındı. Sadece birkaç adım atmıştı ki, omzu bir şeye çarpınca ciyak ciyak bir ses karanlıkta yankılandı. “İyi misin?” diye sordu Wells, elini uzatarak. “İyiyim,” dedi bir kız titrek bir sesle. Molly idi. “Bu gece nerede yatıyorsun? Yatağını bulmana yardım edeyim.” “Dışarıda.

Kulübelerde yer kalmadı.” Sesi alçalmıştı. Wells bir an Graham ve Lila’yı alıp, nehre fırlatma isteğiyle dolup taştı. “Üşüyor musun peki?” diye sordu. “Sana bir battaniye getirebilirim.” Gerekirse Graham’ın cesedini sardığı battaniyeyi alırdı. “Ben iyiyim. Bu gece bayağı sıcak, öyle değil mi?” Wells onu merakla inceledi. Güneş battıktan sonra sıcaklık bir hayli düşmüştü. Elini uzatıp Molly’nin alnına koydu. Sıcaktı. “İyi olduğundan emin misin?” “Biraz başım dönüyor olabilir,” diye itiraf etti Molly. Wells’in suratı asıldı. Yangında erzaklarının büyük bir kısmını kaybetmişlerdi, bu da istihkaklarının önemli ölçüde düştüğü anlamına geliyordu. “Al,” dedi, bitirmeye zaman bulamadığı protein paketini cebinden çıkartıp.

“Bunu ye.” Molly başını salladı. “Ben iyiyim. Aç değilim,” dedi. Sesi zayıftı. Wells, yarın kendini iyi hissetmezse ona haber vermesi için söz verdirdikten sonra Molly’nin yanından ayrılıp Priya’yı bulmaya gitti. İlaçların çoğunu saklamışlardı ama onları kullanmayı bilen yegâne kişi yanlarında olmadıktan sonra ne işe yararlardı ki? Clarke ve Bellamy’nin ne kadar uzaklaşmış olduklarını düşündü. Octavia’nın izini bulmuşlar mıydı acaba? Clarke’ın ormanda karşı karşıya olduğu tehlikeleri düşününce hissettiği ani korku yorgunluğunu silip attı. O ve Bellamy saldırıdan önce yola çıkmışlardı. Orada insanların olduğu hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Ölümcül oklarla haberleşen Dünyalıların… Başını geriye yaslayıp, gökyüzüne bakarak iç geçirdi ve uğruna sayısız canı tehlikeye attığı kız için sessizce dua etti. Onu bir daha görmek istemediğini söylerken gözleri nefretle alev alev yanan kız için. 2 Clarke İki gündür arada sadece bir iki saatlik molalar vererek yürüyorlardı. Clarke’ın bacakları ağrıdan yanıyordu ama Bellamy’nin hiç duracağı yoktu. Acı Clarke’ın umurunda değildi -hatta bundan memnundu.

Kaslarını ne kadar fazla düşünürse, göğsündeki acıyı ve kurtaramadığı arkadaşını o kadar az düşünürdü. Derin bir nefes aldı. Gözleri bağlı bile olsaydı, güneşin battığını anlayabilirdi. Hava sadece gece açan beyaz çiçeklerin kokusuyla doluydu; ağaçlar, akşam yemeği için giyinip kuşanmıştı sanki. Clarke bu tuhaf çiçeklerin nasıl bir evrimsel üstünlüğü olduğunu bilmeyi isterdi. Belki de gece ortaya çıkan bir çeşit böceği kendilerine çekiyorlardı? Kendine has kokuları ağaçların sıklaştığı yerlerde insanı bunaltıyordu neredeyse ama Clarke onları Bellamy’yle daha önceden gördükleri sıra sıra elma ağaçlarına tercih ederdi. Hazır olda duran muhafızlar gibi birbirlerine eşit mesafede duran ağaç gövdelerini hatırlayınca tüyleri diken diken oldu. Bellamy ondan birkaç metre ileride yürüyordu. Tıpkı av gezilerinde olduğu gibi sessizleşmişti. Ama bu sefer bir tavşanın izini sürmüyor ya da bir geyiği takip etmiyordu. Kız kardeşini arıyordu. Son ayak izlerini göreli neredeyse bir gün olmuştu ve dile getirilmeyen gerçek, sessizliği çoğaltıp Clarke’ın göğsünü sıkıştırıyordu. Octavia’nın izini kaybetmişlerdi. Bellamy tepenin başında duraksadı, Clarke da onun yanında durdu. Sadece birkaç metre ileride toprak, parlak bir su birikintisine doğru uzanıyordu.

Tepedeki ay parlak ve kocamandı, suya yansıyan ikinci bir ay da biraz aşağıda titreşiyordu. “Çok güzel!” dedi Bellamy, Clarke’a bakmadı ama sesinde bir keskinlik vardı. Clarke elini Bellamy’nin koluna koydu. Bellamy geri çekildi ama yerinden kımıldamadı. Clarke “Octavia’nın da öyle düşündüğüne eminim. Aşağı inip bir işaret var mı diye baksak…” deyip sustu. Octavia ormanda bir anda gezintiye çıkmamıştı. İkisi de bunu sesli olarak dile getirmiyordu ama Octavia’nın aniden ortadan kayboluşu, sürüklendiğini gösteren ayak izleri… onun kaçırıldığı anlamına geliyordu. İyi de kim tarafından? Clarke tekrar elma ağaçlarını düşünüp ürperdi. Bellamy birkaç adım attı. “Bu taraf o kadar da dik görünmüyor,” dedi Clarke’a elini uzatarak. “Hadi.” Yokuştan aşağı inerken konuşmadılar. Clarke, çamurun üzerinde kayınca Bellamy onu daha sıkı kavradı ve tekrar dengesini sağlamasına yardım etti. Ama zemine ulaştıklarında onu bıraktı ve suya doğru koşup göl kıyısında ayak izi aradı.

Clarke geride kaldı, merak duygusu eklemlerine işlemiş olan yorgunluğu alıp götürürken gölü izledi. Gölün yüzeyi cam gibi pürüzsüzdü ve ayın yansıması takas pazarında gördüğü, şeffaf bir kutuda kilitli olan mücevherlerden birine benziyordu. Bellamy arkasını döndüğünde bitkin, neredeyse bozguna uğramış bir ifade vardı yüzünde. “Dinlensek iyi olur,” dedi. “Herhangi bir iz olmadan karanlıkta dolanmanın bir anlamı yok.” Clarke, kafasını sallayarak çantasını yere bıraktı, kollarını yukarı kaldırıp gerindi. Yorgun ve terliydi, derisinin üstü günlerdir yıkayıp kurtulmak istediği bir kül tabakasıyla kaplıydı. Yavaşça göle doğru yürüdü ve gölün kenarına çömelip, parmak uçlarını suyun üzerinde gezdirdi. Dünya’ya ilk geldiklerinde, üzerine radyoaktif bakteriler bulaşmış olma ihtimaline karşı, içtikleri veya yıkandıkları her suyu arıtmaya özen gösteriyordu. Ama iyot damlaları azalıyordu ve eski erkek arkadaşı onu tutarken, en iyi arkadaşının yanarak ölüşünü izledikten sonra, birazcık göl suyu pek de büyük bir sorun gibi durmuyordu. Clarke derin bir nefes verip gözlerini kapattı ve gerginliğinin nefesiyle birlikte geceye karışmasına izin verdi. Ayağa kalktı ve dönüp Bellamy’ye baktı. Tamamen hareketsiz bir şekilde duruyor, Clarke’ı ürperten bir gerginlikte gölü izliyordu. Başta oradan sıvışıp, onu rahat bırakmak istemişti. Ama sonra başka bir dürtü galip geldi ve Clarke’ın yüzünü haylaz bir gülümseme kapladı.

Tek kelime etmeden, tere bulanmış gömleğini çıkardı, çizmelerini ayağından fırlatıp attı ve kül kaplı pantolonunu indirdi. Topuklarının üzerinde döndü, sadece sutyeni ve külotuyla göle girmesini izleyen Bellamy’nin yüz ifadesini görebilmeyi diledi. Su fark ettiğinden daha soğuktu. Tüyleri diken diken olmuştu ancak bunun soğuk havadan mı yoksa Bellamy’nin bakışlarından mı olduğundan emin değildi. Suda yavaşça ilerledi, su omuzlarına değdikçe ciyak ciyak bağırıyordu. Koloni’de su banyo yapmayı haklı gösteremeyecek kadar kıttı. Clarke tüm vücudunun suyun altında olduğunu ilk defa hissediyordu. Ayaklarını çamurdan çıkarıp, yüzeyde kalmayı denedi, tuhaf bir şekilde kendini hem güçlü hem de savunmasız hissediyordu. Bir anlığına yangının en yakın arkadaşının canını aldığını unutmuştu. Octavia’nın izini kaybettiklerini unutmuştu. Sudan çıktığında doğaçlama mayosunun içini göstereceğini unutmuştu. “Bence radyasyon sonunda beynini etkiledi.” Clarke arkasına dönünce Bellamy’nin ona keyifle ve şaşkınlıkla baktığını gördü. O tanıdık sırıtışı geri gelmişti. Clarke gözlerini kapattı ve derin bir nefes alıp suya daldı, bir saniye sonra da yüzeye çıktı.

Yüzünden sular akıyordu. “Sorun değil.” Bellamy öne doğru birkaç adım attı. “Yani keskin bilimsel zekân içgüdüsel olarak suyun güvenli olduğunu mu anladı?” Clarke başını salladı. “Hayır.” Tek elini havaya kaldırdı ve inceliyormuş gibi yaptı. “Biz konuşurken yüzgeçlerim ve solungaçlarım çıkabilir.” Bellamy alaycı bir ciddiyetle başını salladı. “Eğer yüzgeçlerin çıkarsa seni dışlamayacağıma söz veriyorum.” “Güven bana. Tek mutant ben olmayacağım.” Bellamy kaşını kaldırdı. “Ne demek istiyorsun?” Clarke avuçlarını açtı, onları suyla doldurdu ve gülerek Bellamy’ye sıçrattı. “Şimdi senin de yüzgeçlerin çıkacak.” “Bunu gerçekten yapmamalıydın.

” Bellamy’nin sesi kısık ve tehditkârdı. Clarke bir an onu gerçekten de sinirlendirmiş olabileceğini düşündü. Derken Bellamy gömleğinin ucunu kavrayıp, başının üzerinden geçirerek tek seferde hızlıca çıkardı. Ay o kadar büyük ve o kadar parlaktı ki, Bellamy’nin düğmelerini çözmek için elini aşağıya indirip, pantolonunu, sanki gezegendeki tek pantolonu değilmişçesine, kenara atarkenki sırıtışını yanlış anlamaya imkân yoktu. Uzun ve kaslı bacakları gri şortunun içinde bembeyaz duruyorlardı. Clarke utançtan kızardı ama bakışlarını çevirmedi. Bellamy göle atladı ve birkaç güçlü kulaçla aralarındaki mesafeyi kapattı. Irmağa yaptığı yolculuklar sırasında kendi kendine yüzme öğrenmesiyle böbürlenip duruyordu ve bu sefer gerçekten de abartmamıştı. Clarke’ı bir parça endişelendirecek kadar bir süre suyun altında kayboldu. Sonra eliyle Clarke’ın bileğini kavradı. Clarke intikam almak için onu ıslatacağını bekleyerek çığlık atarken Bellamy ona bir an baktı ve tek elini kaldırıp, parmaklarını boynunda gezdirdi. “Henüz solungaçlar çıkmamış,” dedi. Clarke ona bakarken titriyordu. Bellamy’nin saçları geriye yatmış ve su damlaları çenesinin etrafındaki kirli sakallarına tutunmuştu. Kapkara gözleri, o bildik oyunbaz sırıtışlarından fersah fersah uzak bir güçle tutuşmuştu.

Onun ormanda kaygısızca sarıldığı çocuk olduğuna inanmak zordu. Bellamy’nin bakışları değişince Clarke gözlerini kapattı, onu öpeceğinden emindi ama sonra ormandan bir çatırtı geldi ve Bellamy kafasını çevirdi. “O da neydi?” diye sordu. Clarke’ın cevap vermesini beklemeden onu suda yalnız bırakarak kıyıya gitti. Clarke, Bellamy’nin yayını kapıp gölgelerin arasında kaybolmasını izledi. İç geçirdi ve aptallığından dolayı kendini suçladı. Aradıkları kendi ailesinden biri olsaydı o da zamanını suda oynamakla harcamazdı. Kafasını geri atıp su damlalarını savurarak gökyüzüne baktı ve yıldızların arasında sürüklenen iki bedeni düşündü. Ailesi o an, hep yuvamız demeyi hayal ettikleri gezegende onu görebilseydi ne düşünürdü? Clarke, babasının tabletine dikkatle bakmak için eğilerek “Atlas oyununu oynayabilir miyiz?” diye sordu. Tabletin ekranı, Clarke’ın bilmediği, karmaşık denklemlerle kaplıydı. Ama yakında öğrenecekti, sadece sekiz yaşında olmasına rağmen kısa süre önce cebire başlamıştı. Cora ve Glass bunu duyduklarında gözlerini devirmiş ve matematiğin ne kadar anlamsız olduğunu onun duyacağı şekilde fısıldamışlardı. Clarke, matematik olmasaydı, doktorların ve mühendislerin de olmayacağını, bunun da hepsinin aslında önlenebilecek hastalıklardan öleceklerini -tabii öncesinde Koloni yanıp kül olmazsa- açıklamaya çalışmıştı. Ama Glass ve Cora gülmekle yetinmiş, günün geri kalanında da Clarke yanlarından her geçtiğinde kıkırdamışlardı. “Bir dakika sonra,” dedi babası.

Ekrana dokunup, denklemlerin sıralarını değiştirirken hafifçe suratını astı. “Önce bunu bitirmem gerekiyor.” Clarke tablete iyice yaklaşıp, “Yardım edebilir miyim?” diye sordu. “Eğer bana açıklarsan, zor kısmı anlayabileceğimden eminim.” Babası gülüp saçlarını okşadı. “Yapabileceğinden eminim. Ama sadece orada oturarak bile bana yardım ediyorsun. Araştırmamızın neden bu kadar önemli olduğunu bana hatırlatıyorsun.” Gülümseyip üzerinde çalıştığı programı kapattı ve atlası açtı. Kanepenin hemen üzerinde havada holografik bir küre belirdi. Clarke parmağını havada savurup küreyi döndürdü. Büyük bir ülkeyi işaret edip “Burası neresi?” diye sordu. Babası gözlerini kıstı. “Bir bakalım… burası Suudi Arabistan.” Clarke beliren şekle parmağıyla bastırdı.

Şekil maviye döndü ve Yeni Mekke yazısı belirdi. “Ah, doğru,” dedi babası. “Orası Felaket’ten önce birkaç kez isim değiştirmişti.” Küreyi döndürdü ve gezegenin öbür tarafındaki uzun-ince bir ülkeyi işaret etti. “Peki ya bu?” “Şili,” dedi Clarke kendine güvenerek. “Gerçekten mi? Kaç şilin?” Clarke gözlerini devirdi. “Baba her oynadığımızda bu şakayı yapacak mısın?” “Her defasında.” Gülümseyip Clarke’ı kucağına aldı. “En azından gerçekten Şili’de olana kadar. O zaman biraz eskiyebilir.” “David,” Clarke’ın annesi, protein paketlerini açıp sera lahanasıyla karıştırdığı mutfaktan babasını uyardı. Clarke’ın babasının Dünya’ya gitmek ile ilgili şaka yapması hoşuna gitmiyordu. Annesinin araştırmalarına göre, gezegenin güvenli olması için en azından bir yüz yıl daha geçmesi gerekiyordu. “Peki ya insanlar?” diye sordu Clarke. Babası başını yana eğdi.

“Nasıl yani?” “İnsanların nerede yaşadığını görmek istiyorum. Neden haritanın üzerinde hiç bina yok?” Bahası gülümsedi. “Maalesef o kadar detaylı bir şeyimiz yok. Ama insanlar her yerde yaşadılar.” Parmağını kıvrımlı çizgilerden birinin üzerinde gezdirdi. “Deniz kenarında… dağlarda… çöllerde… nehir kıyısında…” “Nasıl oldu da Felaket’in geleceğini bilmelerine rağmen hiçbir şey yapmadılar?” Annesi yanlarına gelip kanepeye oturdu. “Her şey çok çabuk oldu.” dedi oturduktan sonra. “Ve Dünya’da insanların o miktarda radyasyondan korunabilecekleri fazla yer yoktu. Sanırım Çinliler burada bir yer inşa ediyorlardı.” Haritayı küçülttü ve sağ taraftaki uzak bir köşeyi işaret etti. “Ve tohum bankasının yanındaki bir şeylerden bahsediliyordu, şurada.” Parmağını haritanın tepesine getirdi. “Peki ya Weather Dağı?” diye sordu babası. Annesi küreyi kurcaladı.

“Orası, Virginia’daydı değil mi?” “Weather Dağı nedir?” diye sordu Clarke, daha iyi görebilmek için eğilerek. “Felaket’ten uzun yıllar önce, Amerikan hükümeti nükleer savaş olasılığına karşı büyük bir yeraltı sığınağı inşa etti. Senaryo çok olası değildi, ama Başkan’ı -onların Şansölyesi gibi bir şey- korumak için bir şeyler yapmak zorundaydılar,” diye açıkladı annesi. “Ama en sonunda bombalar yağdığında kimse oraya zamanında yetişemedi, Başkan bile. Her şey çok ani oldu.” Clarke’ın kafasındaki diğer karmakarışık düşüncelerin arasında rahatsız edici bir soru belirdi. “Kaç kişi öldü? Binlerce falan mı?” Babası iç geçirdi. “Daha çok milyarlarca.” “Milyarlarca mı?” Clarke ayağa kalkıp yıldızlarla dolu küçük, yuvarlak pencereye doğru sessizce yürüdü. “Şimdi hepsi burada mı?” Annesi yanına gidip elini Clarke’ın omzuna koydu. “Ne demek istiyorsun?” “Cennet’in yukarıda uzayda bir yerlerde olması gerekmiyor mu?” Annesi Clarke’ın omuzlarını okşadı. “Bence cennet nerede olduğunu hayal ediyorsak oradadır. Ben hep benimkinin Dünya’da olduğunu düşünmüşümdür. Ağaçlarla kaplı bir ormanda.” Clarke annesinin elini tuttu.

“O zaman benim cennetim de orada.” “Ben de cennetin kapılarında hangi müziğin çalacağını biliyorum,” dedi babası gülerek. Annesi arkasını döndü. “David, sakın o şarkıyı bir daha çalayım deme.” Ama artık çok geçti. Müzik duvarlardaki hoparlörlerden süzülmeye başlamıştı bile. Clarke “Cennet Dünya’da Bir Yerdir” şarkısını duyunca sırıttı. “Ciddi misin David?” diye sordu annesi, kaşını kaldırarak. Babası sadece güldü ve fırlayıp ikisinin de ellerini tuttu. Hep beraber oturma odasında dönerek Clarke’ın babasının en sevdiği şarkıyı söylediler. “Clarke!” Bellamy ağaçların arasından nefes nefese çıktı. O karanlıkta yüzündeki ifadeyi göremese de sesinden telaşlı olduğunu anlamıştı. “Gelip bunu görmen lazım!” Clarke suyun içinde tökezleyerek ilerledi. Gölün çamurlu kıyısına ulaştığında pek de giyinik olmadığını unutarak koşmaya başladı. Serin akşam havasını ve çıplak ayaklarının altındaki taşları umursamıyordu.

Bellamy yere çömelmiş, Clarke’ın ne olduğunu anlamadığı bir şeye bakıyordu. “Bellamy!” diye seslendi Clarke. “İyi misin? O ses neymiş?” “Hiçbir şey. Kuş ya da başka bir şey. Ama şuna bak. Bu bir ayak izi.” Yeri gösteriyordu, gülümsemesi umutla parıldıyordu. “Octavia’nın. Bundan eminim. İzini bulduk.” Daha iyi görmek için eğilirken Clarke’ın içini bir rahatlık kapladı. Birkaç metre ötede, bir çamur parçasının içinde bir iz daha vardı sanki. İkisi de Octavia sadece birkaç saat önce oradan geçmiş gibi, taze görünüyordu. Ama Bellamy Clarke’ın bir şey söylemesine fırsat bırakmadan doğrulup onu kendine çekti ve öptü. Bellamy hâlâ ıslaktı.

Ellerini Clarke’ın beline doladığında Clarke’ın ıslak teni tenine yapıştı. Bir anlığına etraflarındaki dünya yok olup gitmişti. Var olan tek şey Bellamy’ydi nefesinin sıcaklığı, dudaklarının tadı… Bellamy elini belinden aşağıya doğru indirince ürperen Clarke, birden orada sırılsıklam vaziyette iç çamaşırlarıyla dikildiklerinin farkına vardı. Kalın yaprak örtüsünün içinden geçen soğuk rüzgâr Clarke’ın ensesinde dans etti. Clarke yine ürperince Bellamy dudaklarını dudaklarından yavaşça çekti. “Donmuşsun,” dedi elleriyle sırtını ovarak. Clarke başını iki yana salladı. “Senin üstünde daha az şey var.” Bellamy parmağını Clarke’ın kolunda gezdirip ıslak sutyen tokasını şakayla çekiştirdi. “Eğer seni rahatsız ediyorsa bunu halledebiliriz.” Clarke gülümsedi. “Bence şu ayak izlerini takip etmek için ormana girmeden önce biraz daha giyinmemiz çok daha iyi olur.” Ayak izlerinin bir gecede kaybolacağını düşünmese de, Bellamy’nin izi bulduktan sonra durmak istemeyeceğini biliyordu. Bellamy, Clarke’a baktı. “Teşekkürler,” dedi ve elini tutup onu tekrar kıyıya götürmeden önce eğilip tekrar öptü.

Çabucak giyindiler, eşyalarını kapıp tekrar gölgelerle kaplı ormana doğru yola çıktılar. İzi takip etmek epey kolaydı, yine de Bellamy, Clarke daha hiçbir şey görmeden bir sonraki ayak izini seçiyordu. Gözleri avlanmaktan mı bu kadar keskinleşmişti? Yoksa umutsuzluğunun bir yan ürünü müydü? Bellamy onun göremediği bir başka ayak izine doğru koşarken “Solungaçları boş ver. Bence sen gece görüşü özelliği kazanmışsın,” diye seslendi Clarke. Şaka yapıyordu tabii ki, ama sonra yüzü asıldı. Dünya’daki radyasyon seviyesi korktuğu kadar yüksek değildi belki ama bu henüz güvende oldukları anlamına gelmiyordu. Bildiği kadarıyla bu nedenle henüz yeni bir iniş gemisi gelmemişti. Ya Konsey, Dünya’nın güvenli olup olmadığının tespit edilmesini beklemiyorsa? Ya yüzlünün biyometrik datası, Dünya’nın zaten güvenli olmadığını kanıtladıysa? Kalbi hızla atan Clarke bileğindeki monitöre bakıp Dünya’da bulundukları günleri saydı. Aya baktı, son dördün olmuştu. Yere çakıldıktan sonraki o korkunç gece ay solgun ve ince bir dilim şeklindeydi. Ailesinin araştırmasının en önemli anlarından birini hatırladığında midesine bir ağırlık çöktü. Hastaların çoğunun durumlarının kötüleştiği gün, yirmi birinci gün. “Karanlıkta bir şeyler aramaya alışkınım,” dedi onun endişesinden bihaber olan Bellamy. “Koloni’deyken, terk edilmiş depoların bulunduğu alanlara gizlice girerdim. Çoğunda elektrik yoktu.

” Bir dal bacağını çizince Clarke irkildi. “Ne arıyordun ki oralarda?” diye sordu, endişelerini bir kenara bırakarak. Eğer biri radyasyon zehirlenmesi belirtileri göstermeye başlarsa, bunu çözebilecek ilaçları vardı, cüzi bir miktarda olsa da. “Eski makine parçaları, kumaşlar, Dünya yapımı eski eserler -takas edilebilecek herhangi bir şey.” Ses tonu rahat olsa da Clarke sesinde bir gerginlik seziyordu. “Octavia bakım merkezinde her zaman yeteri kadar yiyecek alamıyordu, bu yüzden fazladan istihkak puanları toplamak için bir yol bulmak zorundaydım.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir