Kazuo Ishiguro – Gunden Kalanlar

Birkaç gündür aklımı kurcalayıp duran geziyi gerçekleştirme olasılığım gitgide artıyor. Bay Farraday’in Ford’uyla tek başıma çıkacağım bir gezi bu; tasarladığım kadarıyla, İngiltere’nin en güzel kırlık yörelerini aşıp güneybatı kıyılarına kadar sürecek, böylece Darlington Malikânesi’nden beş altı gün kadar uzak kalmama neden olacak bir yolculuk. İşin doğrusu, bu tasarı, on beş gün kadar önce bir öğle sonrası, ben kitaplıkta portrelerin tozunu almakla uğraşırken Bay Farraday’in ortaya koyduğu pek nazik bir öneriden doğdu. Aslında anımsadığım kadarıyla işverenim, elinde herhalde raflara geri konmasını istediği birkaç cilt kitapla içeri girdiğinde, seyyar merdivenin tepesinde durmuş, Vikont Wetherby’nin portresini fırçalıyordum. Bay Farraday, hazır beni görmüşken Ağustos’la Eylül arasında beş haftalık bir süre için Birleşik Devletler’e dönme kararını az önce kesinleştirdiğini bildirdi. Bu haberi verdikten sonra da ciltleri masaya bıraktı, kanepeye yerleşip bacaklarını uzattı. Başım kaldırıp bana baktı ve şöyle dedi: “Doğrusu, Stevens, yokluğum sırasında evde kapanıp kalmanı istemiyorum. Arabayı alıp birkaç günlüğüne bir yerlere gitsene. Tatile ihtiyacın var gibi.” Damdan düşer gibi gelen bu öneriyi nasıl yanıtlayacağımı pek bilemedim önce. İnce düşüncesinden ötürü kendisine teşekkür ettiğimi anımsıyorum, ama galiba çok kesin bir şey söylemedim ki işverenim konuşmasını sürdürdü: “Çok ciddiyim, Stevens. Tatile çıkman gerektiğini düşünüyorum. Benzinin benden. Sizler, hizmet vereceksiniz diye bu koca evlerde kapanıp kalıyorsunuz, şu güzel ülkenizi ne zaman gezip göreceksiniz?” Bu, işverenimin bana bu tür bir soruyu ilk kez yöneltişi değildi; aslında bu durum onu sahiden rahatsız eden bir şey gibiydi. Bu defa, merdivenin tepesinde dikilip dururken sorusuna yanıt sayılabilecek bir şey buldum sonunda: Bizim meslektekiler, kırlarda dolaşmak, resimlere konu olabilecek güzellikte yerler gezmek açısından ülkeyi fazlaca görmüş sayılmazdık belki; ama aslında bu toprağın en önemli hanımefendi ve beyefendilerinin bir araya geldiği evlerde yaşadığımız için İngiltere’yi pek çok insandan daha fazla “görmüş” sayılırız.


Pek tabii ki bu görüşü, Bay Farraday’e küstah gelebilecek bir söyleve girişmeden dile getiremezdim. Bu yüzden şöyle demekle yetindim: “İngiltere’de en iyi ne varsa, yıllardır işte bu duvarların arasında görmek ayrıcalığına sahip oldum, efendim.” Bay Farraday dediğimi anlamadı herhalde, sözüne devam etti: “Ciddi söylüyorum, Stevens. Bir adamın kendi ülkesini gezip görememesi hiç doğru değil. Sen beni dinle, birkaç günlüğüne çık bu evden, gez biraz.” Tahmin edebileceğiniz gibi, o öğleden sonra Bay Farraday’in önerisini pek de ciddiye almadım; Amerikalı bir beyefendinin, İngiltere’de genelde neyin yapılıp neyin yapılmadığına aşina olmayışının yeni bir örneği olarak baktım buna. Sonraki günlerde aynı öneriye karşı tutumumun değişmesi, güneybatı kıyılarına yolculuk düşüncesine aklımın gitgide yatması, ne yalan söylemeli, Bayan Kenton’ın mektubuna bağlanabilir elbette; yılbaşı kartlarını saymazsanız neredeyse yedi yıldan sonra gelen ilk mektubuna. Ama bununla ne demek istediğimi hemen açıklamama izin verin. Söylemeye çalıştığım şey şu: Bayan Kenton’ın mektubu, Darlington Malikânesi’ndeki çalışma düzeniyle ilgili birtakım fikirler doğurmuştu bende. İşverenimin içten önerisini yeniden değerlendirmeme yol açan da, mesleğimle ilgili bir süredir kafamı kurcalayıp duran bu tür konular oldu. Yine de bunu biraz daha açayım. İşin doğrusu, son birkaç ay boyunca görevlerimi yerine getirirken ufak tefek birkaç hata işledim. Bunların hepsinin de kendi başlarına oldukça önemsiz hatalar olduğunu belirtmem gerek. Yine de, bu tür hatalar yapmaya alışkın olmayan birinin böyle bir gelişmeden az da olsa tedirginlik duymasını anlayışla karşılarsınız herhalde. Önce, sorunun kaynakları üzerine beni telaşa düşüren türlü kuramlar geliştirmeye başladım.

Bu gibi durumlarda sık sık görüldüğü gibi, apaçık ortada duran gerçeğe karşı körleşmiştim ben de; Bayan Kenton’ın mektubu üzerinde kafa yormam, gözlerimi bu basit gerçeğe açıncaya kadar. Son aylarda ortaya çıkan bu ufak tefek hataların tek nedeni, yanlış düzenlenmiş bir görev dağılım çizelgesiydi, hepsi bu. İşbölümü yaparken elden gelen özeni göstermek her başuşağın sorumluluğudur kuşkusuz. Bir başuşağın baştan savma yaptığı görev dağılımı ne çok kavgaya, haksız yere suçlanmaya, gereksiz yere işten çıkarmaya, gelecek için umut veren kaç kişinin meslek yaşamının yarım kalmasına yol açmıştır kim bilir? Görev dağılımını gerektiği gibi yapma yeteneğinin usta başuşakların becerileri arasında en önemlisi olduğunu söyleyenlere katılıyorum. Ben de yıllardır pek çok görev dağılım çizelgesi hazırladım; çok azının düzeltme gerektirdiğini söylersem haksız yere öğünmüş olmam herhalde. Yine de şu son yaptığım işbölümü hatalıysa, bunun suçu elbette benden başkasında aranamaz. Ancak bu kez görevimin son derece güç olduğunu belirtmek de yerinde olacak. Durum şuydu: Bu evi, yapımından iki yüzyıl sonra Darlington ailesinin elinden alan işlemler tamamlandığında Bay Farraday eve hemen yerleşmeyeceğini bildirmişti. Birleşik Devletler’deki işlerini halletmek için dört ay daha buradan uzak kalacaktı. Ancak bu sırada selefinin hizmetlilerinin Darlington Malikânesi’nden ayrılmamasını özellikle rica etmişti, çünkü bu hizmetlilerin büyük övgüsünü duymuştu. Söz ettiği bu “ekip”, işlemlere kadar ve işlemler sırasında evin idare edilebilmesi için Lord Darlington’ın akrabalarınca elde tutulan altı kişilik bir temel kadrodan ibaretti elbette; alım tamamlanır tamamlanmaz da Bay Farraday’in, Bayan Clements dışında herkesin başka bir iş aramak üzere dağılmasını önlemek için yapabileceği pek bir şey yoktu maalesef. Bu durumdan duyduğum üzüntüyü iletmek amacıyla yeni işverenime yazdığımda Amerika’dan gelen yanıtta “eski, büyük bir İngiliz evine yaraşır” yeni bir ekip kurma talimatı aldım. Ama siz de bilirsiniz, bugünlerde içinize sinecek niteliklere sahip bir hizmetli bulmak hiç kolay değil. Bayan Clements’in önerisi üzerine işe aldığım Rosemary ve Agnes’tan hoşnut kaldıysam da, Bay Farraday’in geçen yılın baharında kıyılarımıza gerçekleştirdiği kısa ziyaret sırasındaki o ilk iş görüşmemize kadar daha fazla bir ilerleme kaydedememiştim. Bay Farraday ilk kez o gün, Darlington Malikânesi’nin garipsenecek kadar çıplak kalmış çalışma odasında elimi sıktı, ama o sıralar birbirimize pek de yabancı sayılmazdık: Yeni işverenim, personel sorununun yanı sıra, sahip olduğumu söyleyebileceğim kimi niteliklerime başka fırsatlarda da başvurmuştu; bu nitelikleri güvenilir bulduğunu da söyleyebilirim.

Böylece benim işinin ehli biri olduğumu, bana güvenebileceğini çabucak anladı; görüşmemizin sonunda da, o buraya yerleşinceye kadar yapılacak bütün hazırlıkların giderlerinin karşılığı olarak hiç azımsanmayacak bir miktar paranın idaresini bana bıraktı. Her neyse, diyeceğim şuydu, bu konuşma sırasında son zamanlarda nitelikli hizmetli bulup toparlamanın güçlüğünü dile getirdiğimde Bay Farraday bir an düşündü, sonra benden bir ricada bulundu. Evin, şu anki dört kişi tarafından – yani Bayan Clements, iki genç kız ve benden oluşan ekiple– çekip çevrilmesini sağlayacak bir görev dağılım çizelgesi, onun deyişiyle “uşak nöbet listesi gibi bir şey”, hazırlamak için elimden geleni yapmamı istedi. Bunun evin kimi bölümlerini “örtü altına” sokmak anlamına geleceğinin farkındaydı, ama bu tür kayıpların en aza indirilmesini sağlamak için bütün deneyimimi ve uzmanlığımı kullanabilir miydim acaba? Emrimde on yedi kişilik bir ekibin bulunduğu günler anımsandığında, ayrıca pek de eski sayılmayacak bir zamanda burada, Darlington Malikânesi’nde yirmi sekiz kişilik bir ekibin çalıştığı düşünüldüğünde, aynı evin dört kişiyle çekip çevrilmesini sağlayacak bir düzen kurma fikri cesaret kırıcıydı elbette. Azmimi yitirmemek için elimden geleni yaptım; ama kuşkumu biraz ele vermiş olmalıyım ki Bay Farraday gerek görülürse fazladan hizmetli tutulabileceğini de güvence verircesine ekledi. Yine de “işi dört kişiyle kıvırabilirsem” müteşekkir kalacaktı. Kuşkusuz pek çoğumuz gibi ben de alışılmış uygulamaları değiştirmeye gönülsüzdüm. Ama kimileri gibi geleneğe körü körüne bağlanıp kalmakta da bir erdem görmüyorum. Bu merkezi ısıtma sistemleri ve elektrik çağında bir önceki kuşağın gerek duyduğu sayıda insan çalıştırmak anlamsız. Aslında salt geleneklere bağlılık adına gereksiz sayıda insan çalıştırmanın, ki çalışanlara sağlıksız miktarda boş zaman kalmasına yol açacak bir şeydir bu, mesleğimizdeki ölçütlerde görülen hızlı düşüşte önemli bir rol oynadığını düşünüyordum bir süredir. Ayrıca Bay Farraday, Darlington Malikânesi’nde eskiden sık sık tanık olunan büyük toplantıları pek ender düzenlemeyi tasarladığını da açıkça belirtmişti. Bunun üzerine Bay Farraday’in verdiği görevi yerine getirmek için kolları sıvadım. Görev dağılımı üzerinde saatler harcadım; günlük işlerimi yaparken ya da odama çekildikten sonra yatağıma uzandığımda en az bir o kadar saati de bu konuyu düşünmekle geçirdim. Ne zaman bir şeyler bulduğum kanısına varsam, o bulduğum şeyin yanlış bir yanının olup olmadığını uzun uzun araştırıyor, düşüncemi her açıdan inceliyordum. Sonunda belki tam Bay Farraday’in dilediği gibi değilse bile bence insani açıdan uygulanabilir olan en iyi işbölümünü yaptım.

Buna göre evin gösterişli bölümlerinin hemen hemen hepsi açık kalabilecekti; arka koridor, iki kiler ve eski çamaşırhane de dahil olmak üzere uşaklara ayrılan bölüm ile ikinci kattaki konuk odalarında bulunan eşyaların üzeri örtülecek, böylece geriye zemin kattaki belli başlı odalarla çok sayıda konuk odası kalacaktı. Kabul etmek gerekir ki bizim şu anki dört kişilik ekibimizin bu programın üstesinden gelebilmesi için gündelikçi birkaç hizmetliyle desteklenmesi gerekiyordu; bu yüzden hazırladığım görev dağılım çizelgesi kışın haftada bir, yazınsa iki kere gelecek bir bahçıvanla haftada ikişer kere gelecek iki temizlikçiyi de içeriyordu. Bu dağılım, dört yatılı hizmetlinin her birinin alışılagelmiş görev düzenlerinde köklü bir değişiklik anlamına gelecekti. Kanımca iki genç kız bu değişikliklere uyum sağlamakta güçlük çekmeyeceklerdi, ama Bayan Clements’in katlanması gereken yeni koşulları hafifletmek için elimden geleni yaptım; o kadar ki ancak açık görüşlü bir başuşağın yerine getireceği birtakım görevleri de kendim üstlenmek durumunda kaldım. Şimdi bile, bunun kötü bir işbölümü olduğunu söylemeye dilim varmıyor; her şeye karşın, dört kişilik bir ekibin umulmadık çapta bir işin altından kalkmasını olası kılıyordu. Ama kuşkusuz kabul edersiniz ki en iyi görev dağılım çizelgeleri, bir hizmetlinin hastalandığı ya da herhangi bir gerekçeyle işini yapamadığı günler için yeterince hata payı bırakan çizelgelerdir. Elbette bu özel durumda benden beklenen iş biraz olağandışıydı; yine de bu “payları” olabildiğince hesaba katmaya çalıştım. Bayan Clements’in ya da kızların alışılagelmiş sınırların ötesinde görevler üstlenmelerinin yanı sıra bir de yüklerinin büyük ölçüde arttığını hissetmeleri bu işbölümüne karşı çıkmalarına neden olabilirdi, bunu özellikle dikkate alıyordum. Görev dağılımıyla uğraştığım o günlerde, bu “daha esnek” rollere uyum göstermeye karşı dirençleri bir kez kırıldıktan sonra, yeni çalışma düzenini gayrete getirici, hatta yüklerini hafifletici bulmalarını sağlamak için epey düşünüp taşındım. Yine de ne yazık ki, Bayan Clements ile kızların desteğini kazanma kaygısı içindeyken kendi sınırlarımı aynı eli sıkılıkla belirleyemedim belki; bu tür konulardaki deneyimim ve sürekli sakınımlılığım her ne kadar kendime gerçekte baş edebileceğimden daha fazla iş yüklememi önlediyse de, yanılma payı bırakmayı biraz ihmal etmiş olabilirim. Bu gafletin şu birkaç ay boyunca kendini bu önemsiz ama anlamlı belirtilerle açığa vurması şaşırtıcı değil o yüzden. Sonuçta, bu sorunun pek de karmaşık olmadığı kanısındayım: Yapabileceğimden fazla iş yüklenmiştim, o kadar. Görev dağılım çizelgesindeki böylesine bariz bir hatanın gözümden bunca zaman kaçmış olmasına şaşırabilirsiniz, ama üzerinde belirli bir süre kafa yorduğunuz konularda bunun sık sık yaşandığını da kabul edersiniz. Herhangi bir dış etken sizi oldukça tesadüfi bir şekilde uyarmadıkça, aklınız başınıza gelmez. Bu durumda da aynı şey geçerliydi; beni işbölümünü yeniden gözden geçirmeye zorlayan şey, Bayan Kenton’ın uzun ve nispeten alakasız paragraflarının yanı sıra, Darlington Malikânesi’ne duyduğu apaçık bir özlemle geri dönme arzusunun –ki bundan oldukça eminim– belirgin ipuçlarını içeren o mektubu oldu.

Fazladan bir hizmetlinin burada ne kadar önemli bir rol oynayabileceğini ancak o zaman fark ettim; gerçekten de son zamanlardaki bütün sıkıntılarımın özünde bu eksiklik yatıyordu. Bu eve derin bağlılığı ve bugünlerde bulunması neredeyse olanaksız hale gelen örnek mesleki becerileriyle Bayan Kenton’ın, Darlington Malikânesi için tatmin edici bir görev dağılımı yapabilmemi olanaklı kılacak tek etken olduğu, düşündükçe daha da açıklık kazandı benim için. Durumu bu şekilde değerlendirince, Bay Farraday’in birkaç gün önceki nazik önerisini yeniden düşünmeye başladım. Niyetlendiğim araba gezisinin mesleğime yönelik iyi bir amaca hizmet edebileceği fikri aklıma yatmıştı; güneybatı kıyılarına gider, geçerken Bayan Kenton’a uğrar, böylece çalışmak üzere Darlington Malikânesi’ne geri dönmeyi isteyip istemediğini ilk ağızdan araştırabilirdim. Şunu belirtmem gerek, Bayan Kenton’ın mektubunu birkaç kez okudum, ondan gelen bu ipuçlarının benim hayal ürünüm olmasına olanak yok. Her şeye karşın bu konuyu Bay Farraday’e yeniden açmadan önce birkaç gün bekledim. Ne de olsa daha ileri gitmeden önce açıklığa kavuşturma gerekliliğini duyduğum çeşitli noktalar vardı. Örneğin harcamalar sorunu. “Benzinin benden,” diyen işverenimin cömert önerisini göz önüne alsam bile, böyle bir gezinin harcamaları, yatacak yer, yemek ve yol boyunca atıştıracağım ufak tefek şeyleri de düşünürsek hayret verici bir yekûn tutabilirdi. Sonra böyle bir yolculuk için uygun giysi türünün ne olduğu, yeni bir takım elbise almaya gerek olup olmadığı sorunu vardı. Yıllar boyunca gerek Lord Darlington’ın gerek bu evde gördükleri hizmetten hoşnut kalan pek çok konuğun incelik göstererek bana verdikleri kusursuz birkaç takım elbisem var. Bu giysilerin çoğunun, niyetlendiğim gezi için pek resmi ya da bugün için biraz modası geçmiş sayılabileceğinden endişeliyim. Ama 1931 ya da 1932’de Sir Edward Blair’in verdiği bir gündelik giysi var ki –şu anda bile hemen hemen yepyeni, üstüme tastamam oturuyor– geceleyeceğim herhangi bir konukevinin dinlenme ya da yemek salonunda akşam için uygun olacağına inanıyorum. Ancak tek eksiğim, yolculuğa uygun giysiler, yani araba sürerken üstümde bulunması gereken kıyafet; savaş sırasında genç Lord Chalmers’ın verdiği, bana epey küçük gelen, ama renk açısından en uygunu sayılabilecek takımı giymek zorunda kalabilirim elbette. Neyse, sonunda birikmiş paramın, yapacağım bütün harcamaları karşılamanın yanı sıra yeni bir takım elbise almaya da yeteceği kanaatine vardım.

Bu konuda yersiz bir kibirlilik gösterdiğimi düşünmezsiniz umarım; sorun şu ki, Darlington Malikânesi’nde çalıştığımı söylemek zorunda kalıp kalmayacağımı bilemiyorum; bu gibi bir durumda konumuma yaraşır bir tarzda giyinmiş olmam önemli. Bu süre boyunca pek çok dakikamı karayolu haritasını incelemekle ve Bayan Jane Symons’ın İngiltere’nin Harikaları adlı yapıtının ilgili ciltlerini dikkatle okumakla geçirdim. Bayan Symons’ın kitaplarını hiç bilmiyorsanız –her biri Britanya Adaları’nın bir bölgesini anlatan yedi ciltlik bir dizi– okumanızı hararetle salık veririm. Otuzlu yıllarda yazılmışlar ama pek çok bilgi günümüzde hâlâ geçerli; Alman bombalarının topraklarımızı o kadar da değiştirdiğini sanmıyorum. Savaş öncesinde Bayan Symons bu evin gedikli konuklarındandı; doğrusu, hiç esirgemediği kibar teşekkürleri sayesinde malikâne çalışanları arasında en çok sevilen konuklardandı. İşte o günlerde, hanımefendiye duyduğum doğal hayranlığın etkisiyle, ender de olsa boş bir an bulduğumda kitaplığa gidip onun kitaplarını incelemeye başlamıştım. Aslında Bayan Kenton’ın 1936’da bizden ayrılıp Cornwall’a gidişinden sonra, o yöreleri hiç bilmediğim için, Bayan Symons’ın yapıtının üçüncü cildine sık sık göz atmıştım: Devon ile Cornwall’ın güzelliklerinin, o bölgenin fotoğraflarıyla, çeşitli ressamların – düş gücümü fotoğraflardan daha da çok harekete geçiren– çizimleriyle betimlendiği cilde. Bu sayede Bayan Kenton’ın evlenip gittiği yerin neye benzediği konusunda biraz bilgi edinebilmiştim. Ama dediğim gibi bütün bunlar otuzlu yıllarda kaldı; Bayan Symons’ın yapıtının ülkenin dört bucağındaki evlerde elden ele dolaştırıldığı günlerde. O kitaplara yıllardır bakmamıştım, ta ki şu son gelişmeler bana Devon ile Cornwall cildini raftan bir kez daha indirtinceye kadar. O olağanüstü betimlemeleri, resimleri baştan başa gözden geçirdim; bu yöreye bir yolculuk yapacağımı düşündükçe artan heyecanımı belki şimdi anlayabilirsiniz. Sonunda konuyu Bay Farraday’e yeniden açmak dışında yapılacak pek bir şey kalmamış gibiydi. On beş gün önceki önerisinin o an aklına esmiş bir şey olabileceği, bu düşünceye artık pek yüz vermeyebileceği aklımdaydı elbette. Ama aylar boyunca gözlediğim kadarıyla Bay Farraday bir işverende bulunabilecek o en can sıkıcı özelliğe, tutarsızlığa yatkın beyefendilerden değildi. Niyetlendiğim araba gezisini aynı hevesle desteklememesi için hiçbir neden yoktu; ayrıca, o çok düşünceli önerisini, “Benzinin benden,” sözünü yinelememesi için de.

Bununla birlikte konuyu açmak için en elverişli anı dikkatle seçmeye çalıştım; çünkü dediğim gibi, Bay Farraday’in tutarlılığından bir an bile kuşkuya düşmesem de, bu konuyu aklının karışık olduğu bir sırada ortaya atmam doğru olmazdı. Bu koşullarda ağzından çıkabilecek olumsuz bir yanıt, işverenimin bu konudaki gerçek duygularını yansıtmayabilirdi; ama bir kez geri çevrildikten sonra ağzımı bir daha kolay kolay açamazdım. Bu nedenle uygun bir vakti seçmem gerekiyordu. Günün en müsait anının, konuk odasına ikindi çayını götürdüğüm zaman olduğuna karar verdim. O saatte Bay Farraday çimenlik tepelerdeki kısa yürüyüşünden henüz dönmüş olurdu ve akşamları yaptığı gibi okumaya ya da yazmaya nadiren dalardı. İkindi çayını getirdiğimde Bay Farraday genellikle okumakta olduğu kitap ya da dergiyi kapatır, sanki benimle sohbet etme beklentisiyle kalkıp pencerenin önünde gerinmeye başlardı. Zamanlamam yerindeymiş aslında; durumun anlatacağım biçimde gelişmesi bambaşka bir yargı hatasına bağlanılabilir ancak. Demek istediğim, günün bu saatinde Bay Farraday’in hoşlandığı şeyin kaygısız, neşeli bir sohbet olduğunu yeterince hesaba katmamışım. Dün öğleden sonra çayını götürdüğüm sırada bu ruh halinde olacağını tahmin etseydim, yani böyle zamanlarda genellikle benimle şakalaşma eğiliminde olduğunu görseydim, Bayan Kenton’ın adını ağzıma almamamın çok daha akıllıca olacağını da bilirdim. Ama elbette işverenimin cömert bir armağanı olan bir şey için izin isterken bu isteğimin ardında mesleğimle ilgili geçerli bir neden yattığını kendisine sezdirmek de istiyordum. Araba gezim için güneybatı kıyılarını yeğleme nedenlerimi sıralarken Bayan Symons’ın kitabında vurgulanan çekici ayrıntılardan söz etmekle yetinmek yerine, Darlington Malikânesi’nin eski kâhyalarından birinin de o yörede oturduğunu söylemek gafletinde bulundum. Galiba niyetim Bay Farraday’e, böylece evdeki ufak tefek sorunlara kesin çözümü getirebilecek bir olasılığı araştırabileceğimi açıklamaktı. Ama sözlerime devam etmenin ne kadar yakışıksız kaçacağını ancak Bayan Kenton’ın adı ağzımdan çıktıktan sonra fark edebildim. Bayan Kenton’ın buradaki ekibe katılmak isteyip istemediğinden tam anlamıyla emin olamamam bir yana, Bay Farraday’le bir yılı aşkın bir süre önceki o ilk görüşmeden bu yana fazladan hizmetli çalıştırma konusunu yeniden açmamıştım bile. Darlington Malikânesi’nin geleceğiyle ilgili düşüncelerimi yüksek sesle dile getirmeyi sürdürmek, haddini bilmezlik olacaktı.

Galiba o anda susuverince biraz zor bir duruma düştüm. Her halükârda, Bay Farraday bu fırsatı kaçırmadı, biraz düşündükten sonra dudaklarında geniş bir gülümsemeyle şunları söyledi: “Vay, vay, vay, Stevens! Bir hanım arkadaş ha! Hem de bu yaşta!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir