Kemal H. Karpat – Dagi Delen Irmak

Kemal Bey, sizi Kemal Karpat yapan çeşitli kaynakların başında herhalde aileniz geliyor. Bir söyleşinizde babanızdan çok şey öğrendiğinizi söylüyorsunuz. Aileniz de Osmanlı’nın Balkan-Rumen kültürünü taşıyan bir geçmişten geliyor. RomanyaDobruca’da doğmuş bir Kemal Karpat var karşımızda. Önce bize doğduğunuz yerleri anlatır mısınız, işittiğiniz, gördüğünüz kadarıyla aileniz oraya nasıl yerleşti? Nereden geldiler? Orada nasıl bir hayat kurdular? Orası gerçekte neresi? Şunu hemen belirtmek yerinde olur ki ben, kişiyi ortamının bir parçası olarak görürüm. Kişinin hayatını, kişiliğini, benliğini, kimliğini bir dereceye kadar ortamı ve ailesi tayin eder. İşte ben de bu ortamdan bahsetmek istiyorum. Bu ortam yalnız benim üzerimde değil, aynı zamanda “Osmanlı” ya da “Türk” dediğimiz, oralara hâkim olmuş kitlenin üzerinde de etki yapmıştır. Bir dereceye kadar bugünkü tarihimizi tayin etmiş, ona istikamet vermiş yerlerdir buralar. Dobruca’dan başlayalım: Dobruca, Tuna ile Karadeniz arasına sıkışmış, bugünkü Bulgaristan’ın Varna’sına kadar uzanan, 150- 200 kilometre uzunluğunda, adeta yarımada gibi bir bölgedir. Bu bölgenin önemi, bir bakıma daha çok Balkanlar’a, Balkan coğrafyasına ve hatta iklimine bağlı olmasından ileri gelir. Tuna’nın kuzeyine düşen bölgeler, bilhassa bölgenin kuzeydoğusu, Kıpçak-Rus steplerine, oradan Orta Asya’ya kadar uzanan steplere bağlıdır. Orada Avrupa adeta ikiye ayrılır: Tuna’nın kuzeyi ve Tuna’nın güneyi. Dobruca, bir bakıma Balkanlar’a ve Avrupa’ya bağlı. Kuzey ve kuzey doğusunda Kıpçak, Peçenek ve Hunların yaşadığı yerler ve ondan sonra Orta Asya’ya bağlı muazzam engin ovalar var.


İşte Dobruca, Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanan bir yer ve bu iki kıta arasında bir geçit noktasıdır. Türklerin bu sınıra, bu geçit bölgesine yerleşmelerinin tarihi Osmanlı’dan çok önce değil mi? Türkler daha Osmanlı Devleti kurulmazdan evvel, Sarı Saltuk idaresinde 12.000 çadır olarak Dobruca’ya gelmiş ve Dobruca’nın güneyinde Kavarna-Kalyakra bölgesine yerleşmiş. Bir kısmı Sarı Saltuk idaresinde kuzeye, Babadağ’a geçmiş ve 1263 senesinde orada Babadağ adındaki bu şehri kurmuşlardır. Osmanlı’dan evvel Avrupa’ya geçmiş, yine Dobruca bölgesine yerleşmiş başka kalıntılar da vardır. Anadolu Selçukluların izleri vardır. Mesela Dobruca’nın güneyinde, yanlış hatırlamıyorsam Derviş Paşa Camii vardır. O cami 1299’da kurulmuştur. Bu tarih de aşağı yukarı Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna tekabül ediyor, demek ki daha o devirde Dobruca’da orayı kendine yurt edinip yerleşmiş Türk, daha doğrusu Türkmen kitleleri vardı ve bunlar Bizans’ın idaresinde yaşamaktaydılar. Benim doğduğum, büyüdüğüm yer olan Armutlu ise Babadağ’a on kilometre mesafededir. Babadağ’da babamın bir evi vardı, sonradan bu eve ablam yerleşti, onun için her zaman gidip kaldığımız bir diğer evimiz de Babadağ’daydı. Benim yetişmemde fiziki olarak, sembolik olarak, tarihi olarak Babadağ’ın birinci derecede yeri ve önemi vardır. Burada Saltuk Baba’yla iç içe yetişmenin ve onun buraya getirdiği liberal, açık, “dünyevi İslam”ı tatmış olmanın hem benim ve hem de oradakilerin hayatında önemi çoktur. Başka sohbetlerinizde de geçiyor bu “dünyevi İslam” kavramı. Tam olarak ne kastediyorsunuz bundan? Yani dünyayla, yaşananla ilişkiyi kesmemek.

Ailemden gördüğüm, muhtemelen Sarı Saltuk etkisiyle o bölgedeki diğer Müslümanlar’da da olan “hakiki, ruhani dine” yakın olmak fakat dünyayla da ilgiyi, ilişkiyi kesmeden yaşamak düşüncesi. İşte bu tarz bir yaşam, ahireti dünyayla birleştiren bir dünya felsefesine sahip olmama sebep olmuştur. Babadağ, gerçekten bu şekilde babaların babası olan “Saltuk Dede” tarafından kurulduğu için ilk olarak “Baba Şehri” denmiş oraya, sonra “Sarı Saltuk” denmiş, sonra başka şehirler, başka babalar ismiyle anılmış ve nihayet “Babadağ” olmuş. “Baba’nın dağı.” Çünkü hakikaten Babadağ’ın arkasında bir iki yüksek dağ vardır, öyle tırmanılmayacak yükseklikte değil, fakat yine dağ manzarası vardır. Sarı Saltuk Baba’yı biraz daha öğrenelim mi? Bizim bilgimize göre Sarı Saltuk, aslen Orta Asyalı ve Hacı Bektaş grubunun mensubu bir kimse. Onun için Sarı Saltuk’un Bektaşi olduğunu iddia eden çok kimse çıkmıştır. Fakat bence Sarı Saltuk, bizim bugün anladığımız manada Bektaşi olmadığı gibi o devirde Bektaşiliğin de adeta İslam’ın ortodoks olmayan bir kolu olarak gözüktüğünü sanmıyorum. Bektaşilik başta gayet normal, genel İslam çerçevesinde gelişmiş bir akımdır. Sarı Saltuk 13. yüzyılda doğrudan doğruya Orta Asya’dan çıkmış, Horasan veyahut Orta Asya kökenli bir ailenin çocuğu olarak yetişmiştir. Sarı Saltuk’un, bilhassa kültürel, dini ve kısmen de siyasi tarihimizde bir yeri vardır ve bunun doğru dürüst anlaşılması gerekmektedir. Evet, o yıllar o bölgelerde, yani Horasan’da, Nişabur’da, İsfahan’da, Tebriz’de İslami inancın en özgür yaşandığı yıllar değil mi? Yani insana saygı ve tevazu daha fazla, despotizm daha az, düşünce ve felsefe tartışmaları daha yoğun… Bütün eski Budist kültürlerin, Şamanizm’in, yeni İslami düşüncelerin birbirine geçtiği bir özgürlük havası yaşanmış o dönemde. Sarı Saltuk, bu dünyanın bir çocuğu olarak ortaya çıkıyor, değil mi? Şüphesiz. Saltuk Baba’nın hayatı, diyebilirim ki İslam’ın en liberal, en hümanist ve aynı zamanda başka dinlere ve kültürlere hürmet edip onların arasında yaşadığı bir devresine tesadüf eder.

Çünkü hem Horasan hem Anadolu birçok kültürün barındığı yerlerdir. İşte bunun için de Sarı Saltuk Rumeli’ne, yani Dobruca’ya geçince orada ezici çoğunluğu İstanbul’a bağlı ve Ortodoks Hıristiyan olan kitlelerle bir arada yaşayabilmiş, onlarla anlaşmış ve onların bir kısmını Müslümanlığa geçirmiştir. Nitekim elimizde bulunan kaynaklar Babadağ’ın nasıl büyüdüğünü göstermektedir. Sarı Saltuk oraya yerleşmiş, mahallesini kurmuş, kasabasını kurmuş, camisini yaptırmış. Ondan sonra ne olduğu belli değil. Fakat türbesi olsun, yaptırdığı cami olsun hepsi harap olmuş. Yaklaşık iki yüzyıl sonra II. Bayezid, Kili ve Akkerman seferine giderken Babadağ’da kalmış. Orada kendisine Baba Saltuk’tan bahsedilmiş. O gece Bayezid’in rüyasına giren Baba Saltuk, ona “Kili’nin ve Akkerman’ın kendisi tarafından fethedileceğini, önünün açık olduğunu” söylemiş. Ondan sonra II. Bayezid, Akkerman-Kili seferinden zaferle dönerken Babadağ’a uğramış ve bu defa Sarı Saltuk’un türbesini bulmuş. Türbeyi tamir ettirmiş, ihya ettirmiş ve o zaman orada bir külliye yaptırmıştır, ki kalıntıları bugün hâlâ görülmektedir. Bu, aşağı yukarı 1488’de olan bir olaydır. Yalnız şunu derhal belirteyim ki Sarı Saltuk geldiğinde oranın o zamanki ismi Dobruca değildi.

Çünkü Dobruca’nın ismi, Dobruca’da bir devlet kurmuş Dobrotiç’ten geliyor. Dobrotiç ise neredeyse yüz sene sonra yaşamıştır. Sarı Saltuk buraya geldiği zaman, buraların ismi kaynaklara göre Kıpçaki’ydi; Kıpçak toprakları, Kıpçakiye. Nitekim Sarı Saltuk’tan bahseden en eski kaynak 1315 tarihli bir Arap kaynağıdır, bu yerden “Kıpçakiye” diye bahseder. Yani buralar “Kuman” yahut “Kıpçak” dediğimiz Türk boylarının yaşadığı yerlermiş. Karpat’a göre “dünyanın en güzel yeri” olan Armutlu köyü (1998’de). Miladi mi bu tarih, eski dediğinize göre, neydi bu kaynak? Miladi tarihle 1315. Yani Sarı Saltuk öldükten kısa bir süre sonra Araplar burayı ve Saltuk Baba’yı kayda geçirmişler. Ben de bu bilgiyi sonradan öğrendim ama şu an kaynağın adını hatırlamıyorum. İşte Babadağ, bizim tarihimizde, kültür hayatımızda, siyasi tarihimizde böyle özel yeri olan bir kasabacıktır ve buradan birçok Osmanlı Sultanı geçmiştir. Fatih Sultan Mehmed de buradan geçmiş. Fatih’in oğlu Cem Sultan, Dobruca’da bir kış geçirmiştir. “Sarı Saltuk Menkıbeleri”ni dinleyen Cem Sultan, kendisi de zaten şair olduğu için bundan çok etkilenmiş ve “bunların bir araya toplanmasını” emretmiş ve ortaya Saltukname diye bir menkıbe çıkmıştır. Metni toplayan Rumi isminde bir zattır. Bu menkıbe, bizim Dede Korkut’unki gibi menkıbeler arasında yer alır.

Fakat bildiğim kadarıyla, şimdiye kadar Saltukname’yi kimse doğru dürüst incelememiştir. Latin harfleriyle yayınlanmıştır. Topkapı Kütüphanesi’nde bir nüsha var galiba. Bu nüsha esas tutularak yayınlanmış fakat yorumlanmamıştır, yani onu okuyan pek bir şey anlamaz. Çünkü Saltukname’deki olaylar kâh Orta Asya’da, kâh Asya’da, kâh Anadolu’da, kâh Balkanlar’da, kâh Kuzey Avrupa’da geçer. Yani asıl Saltukname’ye ilaveler yapılmış. Müslüman Türklerin orada yerleşmeleri adım adım bir süreklilik kazanıyor. Yerleşirken neler oluyor? Hotin muhafızı olmuş Kadızade Ali Paşa, Budin Valiliğinden sonra Babadağ’a gelmiş, Babadağ Paşası olarak, burada bir cami ve muhtemelen bir medrese yaptırarak bu külliyenin mali yükünü de bir vakfa yüklemiş. Vakfın geliri ise Sebil-i İlyas ve Hergele Köyü’nün gelirleriyle karşılanacaktı. Bu köyler hâlâ ayaktadır. Sebil-i İlyas Köyü’nü bundan on gün evvel (2006 Kasım ayı başı) ziyaret ettim. Köyün bugünkü Rumen Dobrucası’nda ismi Zebil’dir. Hergele Köyü’nünki ise Sarıköy’dür. Bunlar saf Müslüman köyleri değildir. Sarıköy, Çar Petro’nun reformlarını kabul etmeyip Osmanlı topraklarına göçen veya göçmek zorunda kalan bir Hıristiyan Ortodoks grubun köyüdür.

Bunlara Lipovan denir. Hâlâ Rusça konuşurlar. Babadağ’daki Gazi Ali Paşa Camii ve Türbesi (1610 tarihinde yapılmış). Niye göçmek zorunda kaldılar, Çar ne yaptı onlara? Bu bizim tarihimizde “Deli” olarak anılan Petro mu? Evet, Çar Deli Petro. 18. yüzyıl başlarında (1690’larla 1725 arası) bir dizi reform yaptı. Yani eski Moskova Çarlığı’nın ilk kurulduğu yıllardaki bazı gelenekleri ve kurumları kaldırdı. Mesela bizim yeniçeri benzeri eski askerlik uygulamalarını ve stretzileri (eski rejimden kalan yeniçeri benzeri asker grupları) kaldırdı, aşırı dindarlığa karşı önlemler getirdi, sakal yasağı koydu, sakal kestirmeye zorladı insanları. Mesela bu göçenler de sakallarını kesmek istemeyen bir grup Ortodokstu. Onlara hatta “eski inançlılar” anlamına gelen Staraveri de denilmiştir. Lipovan diye anılmalarının nedeni de Rusya’da Lipova Nehri kıyısında yaşıyor olmalarındandı. Onlara burada “ikamet etme” müsaadesini Osmanlı Sultanı vermiştir. 1700’lerde, I. Abdülhamid ya da ondan önceki bir padişah döneminde olabilir. Onlar hâlâ bu sayede buralara geldiklerini hatırlarlar.

Buna benzer daha birkaç köy vardır. Mesela Jurilofka Köyü vardır. Jurilofka Köyü, Razelm Gölü etrafında kurulmuştur ve Razelm Gölü’nün balık mukataası, Hıristiyanlara verilmiştir ki bu köyü de ziyaret ettim. Köyün hâlâ Rusça konuşan halkı, bu köyün kendilerine Osmanlı Sultanı tarafından verildiğini hatırlar. Bizim orayla bağlantımız da şuradan belli olur: Benim bir yeğenim var, Jurilofka Köyü’nde kendine bir ev aldı, arada sırada gidip orada oturuyor, burası “o topraklar” diye. Çelikdere Köyü’ndeki kilisede Abdülmecid’in, “Burada kilise kurulmasına dair” fermanı duvarda asılıdır. İşte Dobruca buydu. Dobruca’nın iki yüz küsur köyü vardı ve aşağı yukarı 1890’lara kadar bu köyler en halis Türk isimlerini almışlardı. Çukurköy, Çukurova, Topalova, Başpınar, Hasanfaki, Bayramdede gibi hiçbir yerde görülmeyecek derecede özü Türk olan köylerdi. Bunların arasında bugün Türk olarak kalmış çok az köy vardır. Oradan göçler, sürgünler vesaire burayı tamamı ile Türklerden temizlemiştir. Çünkü Dobruca, Kıpçak steplerinden İstanbul’a gelen yolun en kısasıdır. İstanbul, eski Konstantinopol, buradan gelmiş geçmiş bu kadar kitlenin baş hedefi olduğu için, oraya gidenlerin hepsi Dobruca’dan geçmiş, bir kısmı Dobruca’yı mahvetmiş ama hepsi orada bir iz bırakmıştır. Osmanlı, tam manası ile bu bölgeye hâkim olduğu zaman benim kasabam Babadağ ve bu bölge çok büyük bir refah ve huzur dönemi geçirmiştir. Nitekim 16.

yüzyılın başında bir tahrir, Babadağ’ın altı mahalleden ibaret olduğunu gösteriyor. Elli sene sonra bir başka tahrir Babadağ’ın on sekiz mahalleye çıktığını gösteriyor. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda (1650-60’larda) buradan beş defa geçmiş ve Babadağ’ın o devirdeki manzarasını çok güzel vermiştir. Medreseleri, camileri, pazarları, 390 dükkanı ile Babadağ müreffeh, rahat bir hayat geçiriyordu. Fakat 18. yüzyılın gelmesi ve Rusya’nın bir kuvvet olarak ortaya çıkması ile Dobruca ve bu arada Babadağ defalarca yağma edilmiş, yıkılmış, yakılmış; tekrar dirilmiş, kendine gelmiş, camilerini, evlerini tamir etmiş, sonra tekrar 1800’lerde, 1850’de, 1877’de yine kuzeyden gelen Rus ordularının hücumuna maruz kalarak mahvolmuştur. Eh işte benim ailemin tarihi de, bu olaylara bağlı olarak gelişmiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir