Kemal Kirişçi – Kürt Sorunu Kökeni ve Gelişimi

Türk yetkililer, Türkiye’nin güneydoğusunda PKK’ye (Partiya Karkeren Kurdistan/Kürdistan Đşçi Partisi) karşı şiddetli bir mücadele vermektedir. Birçok masum sivil, PKK ve Türk güvenlik güçlerinin ateşi arasında kalırken, köyler boşaltılmakta ya da yakılıp yıkılmaktadır. Terörist eylemler, ülkenin diğer bölgelerindeki kent merkezlerini ve turistik alanları hedeflemektedir. PKK, geniş Kürt toplulukların da yaşadığı komşu Đran ve Irak’taki üslerden yararlanabilmektedir. Mart 1995’te, PKK’nin Irak’taki üslerini yok etmeye çalışan Türk Silahlı Kuvvetleri, Kuzey Irak’taki Kürt isyancılara karşı o zamana kadar gerçekleştirilen en kapsamlı saldırıyı başlatmıştı. Bunu, birkaç ay sonra, Kuzey Irak’a yapılan daha küçük çaplı bir operasyon izledi. PKK’nin Aralık 1995’te ilan ettiği tek taraflı ateşkes, bölgedeki askeri-siyasi gerilim üzerinde fazla etkili olmadı. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana ciddi güçlüklerin yol açtığı gelişmeler dikkate alınmadığında, Türk devleti ile PKK arasında -Türkiye sınırlarının dışına da taşan- devletötesi etnik bir çatışma olarak adlandırılabilecek bu sorunun çözümüne ulaşılamayacaktır. Pek çok Türk yetkili, Türkiye’deki Kürt sorununun barışçı bir çözümünün Türkiye’nin dışarıdaki imajını iyileştireceğinin ve örneğin, Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak kabul edilme olasılığını güçlendireceğinin farkındadır. Türk hükümetlerinin resmi çizgisi, Türkiye’de ayrı bir Kürt varlığını reddetmek olmuştur. Önde gelen bazı Türk politikacılar, Türkiye’de bir Kürt “realite”sini ancak son yıllarda kabul etmektedir. 1923 tarihli Lozan Antlaşması, sadece gayrimüslim azınlıkların (Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler) varlığına işaret etmişti. Osmanlı Đmparatorluğu’nun “millet” sistemine göre, gayrimüslim topluluklara bir ölçüde özyönetim izni veriliyordu; fakat Müslüman ahali, “Đslam ümmeti”nin üyeleri olarak birleşik kabul ediliyordu ve bu nedenle, Halifeleri de olan Sultan’ın tebaasıydılar. Arnavutlar, Araplar, Boşnaklar, Çerkezler, Lazlar, Pomaklar, Tatarlar ve Türklerle birlikte Kürtler de, tek bir Đslam ümmeti içinde gruplandırılıyordu. Bugün Türk yetkililer, Türkiye vatandaşları olarak Türk vatandaşlığının tüm haklarından yararlanan ya da yararlanması gereken Kürt kökenli insanların varlığını kabul etmeye hazır görünmektedirler.


Buna uygun olarak resmi çevrelerde, Kürt kökenli insanların Türkiye vatandaşları olarak zaten bütün haklara sahip oldukları, bu yüzden Kürt azınlığın tanınması ve azınlık haklarının verilmesi taleplerinin gereksiz olduğu ileri sürülüyor. Ankara’daki bazı yetkililerin görüşüne göre, “haddi zatında” bir Kürt meselesi ya da sorunu yoktur. Sorun, yalnızca PKK destekli terörizm sorunudur. Şubat 1995’te Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi, Türkiye Đnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen ve Vakfın yürütme kurulu üyesi Fevzi Argun aleyhine açılan davada önemli bir karar verdi. Đkisi de, Đşkence Dosyası başlıklı bir broşürde ayrılıkçı propaganda yapmakla suçlanıyordu. Mahkeme kararı, “Kürt halkı” ifadesinin ayrılıkçı propaganda yapma suçu kapsamına girmediğini, bu nedenle Terörle Mücadele Yasasının 8. maddesinin 1. fıkrasına aykırı olmadığını belirtiyordu.1 Bu madde, daha sonra, Ekim 1995’te gözden geçirilecekti. Demek ki, Türk yetkililer “Kürt halkı” ifadesini, dolayısıyla kavramını hoşgörmeye hazırdı. Kürt “realite”sinin kabulü, açıkça göze çarpıyordu. Bir Kürt olmanın ne anlama geldiği sorusunu ele almanın yanı sıra, bununla bağlantılı olarak, bir Türk olmanın ne anlama geldiği sorusu da cevaplanmaya çalışılmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün en ünlü deyişlerinden biri, “Ne Mutlu Türküm Diyene”dir. Bu deyiş Türkiye’deki bütün okullara gururla yazılır. Büyük harflerle yazılı bu sözcükler Güneydoğu’daki tepeleri süsler.

Bu nedenle, dönemin başbakanı Tansu Çiller’in Ocak 1995’te Karabük’teki bir konuşmasında “Ne mutlu Türkiye vatandaşıyım diyene” ifadesini kullanması özellikle ilginç ve çarpıcıydı.2 Burada, geçmişte “Türk” tanımına yapılan göndermede ortak vatandaşlığın öneminin yeterince vurgulanmadığı iması vardı. Mustafa Kemal, “Türk” derken tam olarak neyi kastetti? Fiilen etnik bir grup, Türklerden oluşan etnik bir grup mu ima edildi? Yoksa, “Türk” terimi, kendisine Türk diyen herkesin Türk olabileceğine işaret eden kucaklayıcı ve kapsayıcı bir terim miydi? Bu elbette, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde bireylerin kendilerini Türk olarak algılamadıklarında nasıl davranacakları sorununu açıkta bırakıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki diğer resmi yetkililer Türk terimini nasıl yorumladılar? Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Aralık 1994’teki basın toplantısında, anlamlı bir şekilde, Türkiye Cumhuriyeti anayasalarının, vatandaşlık ya da “ulusal aidiyet” temeli olarak köken, inanç ya da dil belirtmediğini ifade etti. Türk ulusuna mensupluk, yalnızca Türk vatandaşı olmayı gerektiriyordu.3 Bu nedenle, Türkiye vatandaşı olan herhangi biri Türktü. Dolayısıyla, “Kürt Türkleri” terimine yani, şu anda Türkiye vatandaşı olan farklı bir kökenden insanları işaret etmeye uygulamada izin verilebilirdi. Diğer yanda, Türklüğe karşıt olarak Kürtlüğü vurgulayan “Türk Kürdü” terimi, Ankara’daki yetkililer için çok daha sorunlu olacaktı. Kürt sorunu -ve daha özgül olarak, Türk devleti ile Türkiye’deki Kürtler arasındaki ilişkiler sorunuBatılı bilim insanlarının ve yorumcuların giderek daha fazla ilgisini çeken konulardır. Çözümlemelerin çoğu, Kürtlere sempatik ve Türk devletinin politikalarına düşman bir tutum geliştirir. Burada Türkleri, Kürtleri ve Türk devletini monolitik varlıklar olarak inceleme eğilimi vardır. Türkiye’dekiler de dahil yorumcular, çoğu zaman, Türkiye’deki Türk ve Kürt seçkinlerin amaç ve hedeflerini, Türk ve Kürt kitlelerin görüş ve kanaatlerini ayrıştırma yönünde fazla çaba göstermiyorlar. Aslında, Türkiye’de kendilerini Kürt olarak algılayan bireyleri saptamak kolay değildir. Bazı insanlar, kendilerini hem Türk hem Kürt olarak tanımlayabilir. Bireylerin görüş ve kanaatleri de zamanla değişir.

Dahası, Đstanbul’da yaşayan bir Kürdün yaşam tarzı ve değerleri, Güneydoğu’da toprakta çalışan bir. Kürdün yaşam tarzı ve davranışlarıyla keskin bir karşıtlık içinde olabilir. Güneydoğu’da Kürt gruplar arasında aşiretlere göre bölünmeler de vardır. Kürtlere “devletsiz ulus”, “ülkesiz halk” denildi ve Ortadoğu’da devletsiz en büyük ulusal grup olarak işaret ediliyor.4 Kürtler, örneğin Basklar, Sihler ve Tamiller gibi, “etno-ulusal bir hareket” ya da “proto-ulus” örneği olarak sıralandılar. Proto-uluslar, kendi devletlerini kurmaya çalışan “devletsiz uluslar” olarak tanımlandılar.5 Peki, her şeyden önce bir ulus nedir? Uluslar fiilen devlet kurar mı? Belli etnik gruplar içindeki kilit bireylerin ve seçkinlerin rolü önemli gibi görünüyor. Özgül Türkiye örneği ve Kürt sorunu üzerinde yoğunlaşan biri, “proto-ulus” ve “devletsiz ulus” gibi terimlerin muğlak kullanımından kaçınmalıdır. Elimizdeki, örneğin “ulus” ve “etnik grup” gibi, kavramsal araçlar bir halk içindeki bireylerin ve grupların savunduğu kimlik kavramını ya da çokkimliklilik biçimlerini ifade etmeye yeterli değildir. Özellikle “ulus” terimi siyaset yüklüdür. Bu terimin, bilim insanları, gazeteciler, yorumcular tarafindan liberalce kullanımı, bir devletin merkezi yetkilileriyle halkın kendisini ayrı bir kimlikle algılayan kesimi arasındaki muhtemelen zaten gergin olan ilişkileri daha da kötüleştirebilir. Diğer devletlerdeki politikacılar, söz konusu sözde ulus ya da etnik grubun davasına sahip çıkmaya bu vesileyle teşvik edilirse, gerilimler daha da artabilir. Türkiye ve Kürtler örneğinde, tek etkenli ya da tek nedenli açıklamaların, gerçekte oldukça karmaşık olan devlet inşa etme ve ulus inşa etme süreçlerinin tamamen kavranmasını sağlayamadığı da görülecektir. Gerçi, Türk devleti ile Kürt unsurlar arasında devam eden şiddetli çatışma hesaba katıldığında ve bu devlet-ötesi etnik çatışmanın görünüşte başa çıkılması güç doğası dikkate alındığında, acele değer yargılarından kaçınmak, Türkiye’de ve ötesinde egemen olan köklü ve uzun süreli popüler önyargılardan etkilenmemek kolay değildir. Modernleşme ve toplumsal hareket teorileri, başlangıçta, iletişim ve ulaşımdaki ilerlemelerin, kitlesel eğitim ve okuma yazma programlarındaki gelişmelerin devletler içinde artan kentleşmeyle birlikte, ayrı etnik kimlikleri fiilen eriyen gruplar arasında daha yoğun etkileşimlere yol açacağını ileri sürdüler.

6 Uygulamada tersi gerçekleşebilir. Modernleşmenin gerektirdiği süreçler, artık tecrit edilmek istemeyen ve kendileri ile aynı devlet içindeki diğer etnik gruplarla farklılıklarının giderek daha fazla ayırdına varan ayrı etnik grupların sürekli varlığını tehdit edebilir.7 Tehdit edilen bu etnik grupların mensupları, özellikle Türkiye’deki Şeyh Sait isyanı örneğinde olduğu gibi ayrıcalıklı seçkinler, kültürlerinin devletin saldırısı altında olduğunu hissedebilirler. Bu gruplar, devleti, çoğunluk/egemen bir etnik grubun/ulusun çıkarlarıyla özdeşleşmiş gibi algılayabilirler. Kuşkusuz, 1960’ların başından bu yana Bretonlar, Katalanlar, Basklar ve Fransız Kanadalılar gibi gruplar, kendi devletleri içinde özerklik mücadelesi vermektedirler. Hatta ayrılmaya bile kalkıştılar. Doğu Avrupa’da komünizmin çöküşü ve Yugoslavya ile Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, milliyetçilik ve etnisite konularının, yakın gelecekte Avrupa siyasetinin belirgin bir özelliği olarak kalması olasıdır. Birçok Marksist, sosyalizmin gelmesiyle etnik bilincin ve bununla bağlantılı gerilim ve çatışmaların ortadan kalkacağına inanmıştı. Uluslararası topluluğun, bütün halkların temel hakkı olarak kendi kaderini tayin hakkı sorununa son yıllarda artan ilgisinin ve insan hakları örgütlerinin, belirli rejimlerin etnik gruplara karşı uyguladığı ayrımcılığı ve baskıyı izleme ve önlemeye verdikleri önemin de, daha önce “sakin olan toplulukların etnik hareketlenmesini teşvik etmesi olasıdır.8 Türkiye ve Kürt sorununa ilişkin milliyetçilik ve etnisiteyle bağlantılı sorunların, kısa ve orta erimde ortadan kalkması olası değil. Türkiye’deki Kürtlerin gelecekteki manzarasına üç olası seçeneğe göre bakılabilir: Hirschman’ın orijinal terimlerini Gurr’un kullandığı gibi kullanırsak, “terk”, “ses” ve “sadakat”.9 “Terk” nihai ayrılmayı gerektirebilecektir. “Ses”, Türkiye’deki Kürtlerin koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan protestoları içerebilir. “Sadakat”a gelince: Kürtler, Türkiye’deki siyasi sistemi sorgulamayacak, fakat Türk siyasi toplumunda sağlanan fırsatlardan yararlanarak kendi paylarını arttırmaya çalışacaklardır. Ne var ki, Türkiye’deki Kürt nüfus içindeki farklı unsurlar, her şeyden önce kendi kimliklerinin bilincinde oldukları varsayılırsa, aynı anda bu üç seçeneğin peşinde koşuyor olabilirler.

Üç seçenek, birbirini dışlamak zorunda da değildir: “Sadakat” diyen gruplar, devletteki işlerin seyri içinde daha fazla “ses” de talep edebilirler. Her seçenek kendi içinde çeşitli olası permutasyonlar barındırabilir. ULUS NEDĐR ? ETNĐK GRUP NEDĐR ? Bir ulusu tanımlarken öznel ölçüte mi yoksa nesnel ölçüte mi daha fazla önem verilmesi gerektiği konusunda bir tartışma sürmektedir. Bir sava göre, bir ulusun üyeleri kendilerini dayanışma duygusu, ortak kültür ve özbilinçlilikle* (self-awareness) kenetlenmiş hissetmelidirler.10 Özbilinçlilik ve özalgı (self-perception) anahtar belirleyicilerdir. Eğer belirli bir kimlik, belirli bir halk için hiçbir şey ifade etmiyorsa, o zaman o halk o kimliğe sahip değildir.11 Ne var ki, özbilinci olan hangi topluluğun bir ulus, hangisinin başka bir gruplaşma biçimi -kulüp, dernek vb- olarak görülmesi gerektiğini saptama sorunu vardır. Öyle görünüyor ki, bir ulusal bilinç duygusu aşılamaya yardım eden başka ölçütler de gerekiyor. Dahası, belirli bir topluluğun kaç üyesinin, “bu ulus vardır” demeden önce kendilerini ulus olarak hissetmesi gerekir. Üyelerin çoğunluğu mu özbilince sahip olmalıdır, yoksa sadece o topluluk içindeki az sayıda lider mi kendilerini bir ulus olarak algılamalıdır? Bir ulus için hangi nesnel ölçütler zorunlu olurdu? Belli bir toprak, ortak bir dil, din, kültür ve ortak bir soy akla gelen bazı karakteristiklerdir. Smith, ulusu “tarihsel bir toprağı, ortak mitleri ve tarihsel anıları, kitlesel bir kamu kültürünü, bir ekonomiyi ve bütün üyeler için ortak yasal hak ve yükümlülükleri paylaşan adı konmuş bir insan topluluğu” olarak tanımladı.12 Bir ulusu tanımlamak için nesnel ve öznel öğelerin bir bileşimi kullanılabilir. Örneğin Gurr şunu belirtmektedir: “Komünal grupların kimliğini saptamanın anahtarı belirli bir özelliğin ya da özellikler bileşiminin varlığı değil, daha çok her neyseler tanımlayıcı özelliklerin grubu ayrı kıldığına dair ortak algının varlığıdır.”13 Çok daha geniş bir kategoriye, bir “komünal grup”a işaret ediyor olmasına karşın, Gurr’un iddiası, bir ulusun kimliğini saptamak için de uygundur. Yine, bir ulusun kaç üyesinin ve/veya hangi üyelerinin bu tanımlayıcı özellikleri algılaması gerekir? “Kendi” tarafindan tanımlanmış (self-defined) ya da “öteki” tarafından tanımlanmış (other-defined) bir ulus olmanın görece önemi konusunda da görüş ayrılığı vardır.

“Kendi” tarafından tanımlanmış herhangi bir grubun özbilince sahip olması gerektiği açıktır.14 Bir grup, bir otorite tarafından bir grup olarak algılandığında “öteki” tarafindan tanımlanmıştır. Tilly şunu belirtmektedir: Birbiriyle bağlantılı bir insanlar kümesi, bazı otoritelerden vatandaşlık hak ve yükümlülüklerinde ayrımcı muameleyi hak edecek derecede köken ve kültür farklılığı sertifikasını (gönüllü ya da gönülsüz) aldıklarında bir ulus olarak nitelenir.15 Ne var ki, bir ulus belli nesnel karakteristiklere sahip ve belli bir derecede özbilince sahip olsa da, Tilly’ye göre kabul ve sertifika, ancak ulus unvanını hak ettiğine dair inandırıcı işaretler veren bir grup için geçerlidir.16 Bir ulusu diğer gruplaşmalardan ayırmaya çalışırken, “öteki” tarafindan yapılan tanımlamanın uygunluğu hesaba katılmalıdır. Bir ulusun var olması için, ulusun toprağında yaşadığı devletin hükümeti ya da diğer devletlerin hükümetleri tarafindan diğerine göre tanımlanmış olması gerektiği ileri sürülebilir. Örneğin, bir ulusun, bilim insanları ve gazeteciler tarafindan tanınması -bilim insanları ve gazeteciler, politikacıları yeni kimlikleri tanımaları için teşvik etseler bile- resmi onay olmadan uygulamada fazla bir anlam taşımaz. Gerçekten de, Osmanlı Đmparatorluğu ve Türk kimliği sorunu örneğinde, Türkler salt Müslüman kimliklerinin bilincinde oldukları bir sırada, Osmanlı Đmparatorluğu’ndaki en büyük etnik grubu Türk olarak adlandıranlar, pantürkist düşünürlerle birlikte yabancı bilim insanları ve tarihçilerdi. Ancak, deyim uygunsa, “öteki” tarafından etiketlenme (other-labelling) -resmi bir tanımlama olmasa da- yeni kurulan Türk devletinin birçok seçkinini kendilerine Türk demeye ve bir Türk ulusuna başvurmaya teşvik etmede rol oynadı. Kısacası, hemen hemen bütün örneklerde görüldüğü gibi, resmi otoritenin bir grubun ulusluğunu tanıması için o grubun ulusal bilincinin olması gerekir. Buna rağmen, “kendi” tarafindan tanımlanması bir ulusun var olduğunu söylemeye yetmez. Her ne kadar, Kürtler ve Sevr özgül örneği Birinci Dünya Savaşının hemen ertesindeki dönemin uluslararası siyaseti bağlamında değerlendirilmeliyse de, 1920 tarihli bu antlaşmanın hükümleri bakımından Kürtlerin durumu bir istisna gibi görünüyor. Ulusların tanınması, devletlerin tanınmasından çok daha fazla sorunludur. Ulusluğun sadece tek bir devletin (zorunlu olmamakla birlikte, olasılıkla ev sahibi devlet) hükümeti tarafından tanınmasının, “öteki” tarafindan yapılan tanımlamanın gereklerini karşılamaya yeterli olacağı ileri sürülebilir. Ne var ki, bu tartışma çizgisi, kendi kaderini tayin ve “halklar”ın ve olası devlet olma haklarının tanınması gibi zor bir konuya doğru karşı konulmaz biçimde gittiği için bu konu açıkça ihtilaflıdır.

Bir ulusun “kendi” tarafindan tanımlanmasının uygunluğunu vurgulayan diğer bilim insanları, bir ulusun tasavvur edildiğini, icat edildiğini ya da yeniden inşa edildiğini savunmuşlardır. Bir ulus, yerel dillerin yayılmasını hızlandıran matbaa kapitalizminin gelişmesiyle ortaya çıkan “hayali bir politik cemaat” olarak tarif edilmektedir.17 Bununla bağlantılı diğer bir yaklaşım da, ulusu, “uygun bir tarihi geçmiş”le süreklilik bağı kurma çabasının normalde var olduğu “geleneğin bir icadı” olarak kavramıştır.18 Yine bir ulus, bir kurgu, kendisi de sanayi toplumlarının ortaya çıkışıyla bağlantılı özel ekonomik ve toplumsal koşulların bir sonucu olan milliyetçiliğin ürünü olarak tanımlanır. Sanayileşme, bir ulusun yaratılmasına elverişli koşulları sağlar. Eğitim sistemindeki türdeşlikle bağlantılı bir “ortak yüksek kültür” sağladığı için, ulus ekonomik büyüme için zorunludur.19 Bu görüşlerin her biri, ulusun belli seçkinler tarafından inşa edildiğini vurgular. Kitleler, bu seçkinlerin ulus mühendisliğini hemen hemen edilgen bir şekilde kabul eder görünürler. Fakat bu yaklaşımlara yönelik bir eleştirisinde Smith, bir ulus yaratmanın, kitlelerin (ya da büyük bir oranının?) özdeşleşmesi gereken bir geçmişin fiilen yeniden inşa edilmesini gerektirdiğini vurgulamıştır.20 Seçkinci manipülasyonunun kendi sınırları vardır. Smith, Batılı denen vatandaşlığa dayalı (civic) ulus modelini Batılı olmayan “etnik” modelden ayırmıştır. Birincisi tarihsel toprağa, üyelerinin yasal-siyasal olarak eşit olduğu yasal-siyasal bir topluluğa, ortak bir vatandaşlık kültürüne ve ortak ideolojiye dayanır. Đkincisi, Smith’e göre, doğumun, ortak soyun, soykütüğünün, popüler hareketlenmenin, yerel dillerin, geleneklerin ve göreneklerin önemini vurgular.21 Vatandaşlığa dayalı milliyetçiliklerin, normalde, iyi kurumlaşmış demokrasilerin özelliği olduğu, oysa etnik milliyetçiliklerin, kurumsal bir boşluğun bulunduğu yerlerde, ya da var olan kurumlar temel gereksinmeleri karşılamadığı ve hiçbir alternatif yapının bulunmadığı zaman ortaya çıktığı ileri sürülmüştür.22 Belirtilmelidir ki, Smith bütün milliyetçiliklerin değişen oranlarda vatandaşlık ve etnik öğeleri barındırdığını kabul etmektedir.

23 Vatandaşlığa dayalı uluslar da dahil bütün ulusların, varlıklarını sürdürmek için “etnik çekirdekler’e gereksinim duyduklarını da savunmuştur.24 Bir ulusun (aynı devlet içinde iki ya da daha fazla ulusun egemen olması durumunda) kendi etnik çekirdeği olarak ayrı bir etnik gruba sahip olduğu aynı devlet içinde, başka etnik gruplar ya da başka uluslar boy verebilir mi? Bir ulusun ya da egemen ulusun önde gelen üyeleri, diğer etnik grupları ya da ulusları asimile etmek ya da bütüne katmak için ısrar eder mi? Ya da, milliyetçiliğin vatandaşlık modelinin amacı, sözgelimi Đsviçre örneğini izleyerek bir “siyasal topluluk” yaratmak mıdır? Etnik olarak bölünmüş devletlerde siyasal bir topluluk oluşturmak için “sınırları aşan bir ulusal birlik bağı” (transcending bond of national unity) bulunması gerektiği ileri sürülmüştür. Bu durum da, “kapsayıcı bir siyasal anlayış kodunu, paylaşılan bir siyasi kültürü, ortak saygı duyulan devlet olma simgelerini ve en önemlisi, siyasal süreçlerin (en başta da seçimlerin) sonuçlarının meşru olduğuna dair paylaşılan bir görüş”ün25 varlığını gösterir. Etnik olarak bölünmüş bir devlette egemen bir ulus ya da etnik grubun yokluğu, muhtemelen, bir “siyasi topluluk” içinde bir “sınırları aşan ulusal birlik bağı”nın gelişmesini kolaylaştırabilir de. Öyle görünüyordu ki, kültürel haklara ve bir ölçüde iç yönetime genellikle sahip öteki uluslar, sınırları aşan ulusal (ya da ulusal-üstü) birlik bağı içinde başarılı bir şekilde bir arada var olabilirlerdi. Ne var ki, Đsviçre modelinin tekrarı olmaktan çok uzak olan devletler içinde de belli bir ulus diğer uluslarla bir arada var olabilir. Örneğin, Yunan yetkililer kendi toprakları içinde bir “Türk” azınlığın varlığını kabul etmeye yanaşma-malarına rağmen, Yunanistan’daki Batı Trakya’da bir Türk azınlığın var olduğu söylenebilir. Buna benzer durumlarda bulunan azınlık ya da etnik gruplar, resmi bir otorite tarafından da olsa “öteki” tarafından tanımlanmış olmalıdırlar. Batı Trakya Türkleri örneğinde Türk hükümeti bu tanınmayı sağlamaktadır. Ayrı bir etnik grubun ya da ulusun tümünün tam anlamıyla asimile edilmesinin kolay bir iş olmadığı görülecektir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir