Kemal Tahir – Büyük mal

Yayla Padişahı Sülük Bey birden sıçradı, ellerine abanarak doğruldu, damarları kanlı gözlerini kırpıştırarak kapıya baktı. Kara kıllarla kaplı esmer gövdesi besili malaklara benziyo rdu: — Nedir ulan? Kudurdunuz mu kahpeler? Ya ben… Kafanızı almaz mıyım boynunuzu burup… Kırılası kafalarınızı… Elif kız kapı aralığında durmuş, Sülük Beyin çıplaklığım görmemek için gözlerini yere eğmişti: — «Bak bakalım» dedi. Emey anam, «Uyanmış mı Sülük Bey, kahvesi gelsin miymiş?» dedi. — Yahu, kırbacı hiç mi bırakmayacağız elimizden, temeline tükürdüğüm bu evde biz?… Öküz sinirini bileğimize bağlayıp mı yatacağız? — Gelsin mi kahve ? — Hele rezil! Hemi uyarıp sabah sabah… Kahvemiz de mi gelmeyecekti yoksa? Elif kız savuşunca Yayla Padişahı Sülük Bey burnundan soluyarak kafasını salladı. Kapının kurcalandığını kan uykusunda duyup sıçrıyordu da, yastığın altındaki parabellumu bitürlü çekemiyordu, şimşek gibi… Kendisine sövdü: «Tüh ki suratına kaltaban! Tüh ki ne kadar…» Uzun paçalı donunu hırsla aldı, debelenerek giydi. Yatağın ortasına bağdaş kurup kocaman yumruklarım dizlerine dayadı. gibiydi. Boğazına düşkünlüğünden gövdesi yağ bağlamış, memeleri, midesi, göbeği şişip sarkmıştı. Omuzlarım ileri alıp gerinerek kemiklerini kütürdetti. «Adam edemedik şu kahpeleri… Hayır, adam edemedik gitti, tüh yüzümüze!…» Gümüş tabakasına gözü ilişince irkildi. Tabaka sanki canlıydı da, kendisine istemediği bir işi yaptıracaktı. «Yıkıl kör şeytan! Canın cehenneme!» Epeydir, sabahları bişey, yemeden tütün içme-meye çabalıyordu. «Nedir oğlum! Öksürüğümüzü keseceklerine cıgaramızı yasakladı bu doktorlar, şunca paramızı alıp… Buyur bakalım!» Hasta maşta değildi, koca Tanrıya şükür, domuz gibiydi. Yarım kuzuyla bir lenger pirinç pilavını bir başına silip süpürü-yor, yanı sıra bir testi rakıyı da yuvarlayıp yumruk-larıyle ağzını sıvazlayarak «elhamdülillâh»ı bastırıyordu. Herkese «kırk beş» dediği yaş, geçip gidip kırk yediye dayanmıştı.


«Dayanmakla… Erkek dediğin delikanlı sayılır buralarda… Kocamayı karılar düşünsün!» Bir zarnan öksürdü. Savuşturunca, pazılarını şişirip kasılarak kapıyı gözetledi. El yordamıyle tabakayı bulup hırsla açtı. «Reci tütünü mü ki dokunsun oğlum! Halis Düzce kaçağı… Tatlı sert ki, Gazi Paşamızın eline geçmez!» Kadınların sarıp hazırladıkları parmak kalınlığı cıgaralardan birini yaktı, gözlerini süzerek derin derin çekti. Hırıltılarla aksı-rıp tıksırdı. «Hele şuna hele! Ulan alçak, hani senin tatlı sertliğin?. Allah belânı vere!» Elif kız kahve tepsisini edeple tuttu. Analığı Emey Hanım, bunu on yıl önce, dört yaşında almış, kucağında taşıyıp koynunda yatırarak büyütmüştü. «Say ki, besleme değil, öz kızı… Şımarması bundan… Peki, şımarmak olur ya, bu kadar mı olur, çengi?» 10 T sezinlemen nasıl bir iş ? Ya bu sırıtma neyin nesi bakalım! Ah n’olmalı olmalı, bu kahveye, az biraz şeker bulaşmalı… Evet, «Elifin uğru nakışlı» diyerek tür-• joiye daldırmalısın da, kahvemizi şeker bulaşığı kaşıkla kanştırmalısm… -Bir yudum çekti, damağını keyifle şaklattı-: Ooooh, Vali Bey, Kumandan Paşa kahvesi olmuş ki, sâde kahvelerin padişahı olmuş… Ulan aferin Elif hanım… Evet, şimdi inandım, gittiğin yerde anamıza avradımıza söğdürmeyeceksin yavrum! Höööst! Hele şuna… Hele şu gülmelere… Hiç utamr mı yahu? Kız, «Gittiğin yer» lafını duymanla bu gülmeler neyin nesidir, bakalım? Dur! Dur dedim alçak! Utanmayı bilir gibi savuşacak da bize kendini edepli bildirecek! Atımız eğerlendi mi bizim?. -. Atımız demekteyim, şaplak gelmekte ki, bak-gör ne güzel gelmekte!… — Çoktaaan… —Çoktansa… Tımarı n’aptılar? Tımarı sordum! — Tımarladı Dersimli kara Kürt… Tımarladı ki, yaylamızı ırgaladı kaşağı şıkırtısı… Bunlar nasıl bi herifler, bunlar âdemoğluna benzemez bir herifler… — Höööst! Duymasıyle n’apar Dersimli ? «Der-simliye kötü söylemek yok» diye sizi tembihlemedi mi, Emey ananız? Dersimlinin öfkesi nasıl basılır bildirmedi mi? —• Nasılmış ? — Körpe kız eti yemeyince öfkesi savulmaz bu Dersim milletinin… İlle de senin gibi terbiyesiz kız eti… — N’ağzmaymış… Elimizin tersini çarpmamızla… —Vay bu da mı yazılı?. Demek elinin tersini… 11 Şu bizim Kara Cumo’ya… Vay ki anladım!… -Kapıda görünen analığı Emey Hanıma biraz ürkek gülümsedi-: Vay ki bu senin avanak Elif kızın, tatlı canından geçmiş Emey ana… — N’oldu? -Emey Hanım ikisine de dargın dargın bakıyordu. Sonunda Elif kıza çıkıştı-: Nerdesin bunca zaman? Sütler kabardı, kepçeleri kavuşturamadık. Çorbaların dibi tutt u kapkara… İtlerin yalları yallıktan çıktı, kerpice kesti. «Oyalanma» demedim mi? -Elif sıyrılıp çıkınca övey oğlu Sülük Beye döndü-: Lafa tutarsın sabah sabah şunu Sülük Bey, «Emey anam ne çeker» demezsin.

— Höst! Yanma yakılma istemem ve de inileme hiç istemem! -Analığı Emey Hanımla aralarındaki yaş farkı üç-dört yıl olduğu halde Sülük Beyin hem şımardığı, hem de biraz çekindiği sesinden anlaşılıyordu-: İstemem, çünkü Koca Tanrı küser ki yumuşatılacağı kalmaz. Aman haaa… Ekinlerine böcü düşer, sürülerine kıran girer. — Hadi ordan… Benim Koca Tanrıya bişey dediğ immi var, kurban olduğum… -Başım dargın çevirdi-: Bak ne demekte bu Dersimliler?. Kara Cumo demekte ki «Bizi de alıp gitsin bugün Çorum pazarına Sülük Beyimiz» demekte… — Kara Cumo n’apacakmış, sultan pazarının adam denizinde? Canına mı susamış bu teres? —j «Bizi burda kim bilecek?» dedi. Fazladan dedi ki, «Sülük Beyimizin gölgesinden bizi çekip almaya Kemal Paşanın gücü yetmez.» dedi. Berbere hamama hiç mi gitmeyecek bu fıkar alar? — Başlarında birer arşın Kürt külahı… Sırtlarında mor koyun postundan kolsuz yelek… Bacaklarında Şam dokuması yünlüden sırmalı ak şalvar… İçliğin kollan düğümlenmiş de enseye aşırılmış… 12 t Adam görüntüsü müdür bu kılık?… Hükümatımı-zm gökte Dersindi aradığı sıra, asmak için… Görüntüsü Dersimliye benzeyeni kapıp zindanlara doldururken… Hay kan aklı! Yaylaya yabanlar geldiğinde bunları inlere sokup saklayacağına… Bu sıra, Dersimli barındırmak korkulu iştir ki, gayet bulaşık iştir. — Oraları kolay! Sen al git! Ben pantol ceket bulurum onlara… — Ya suratlarının cehennem karanlığını n’apa-hm? Dillerinin AazaJ patırtısını ?. Her birine adam asılır, Kürt bıyıklarını… Bizi dinler mi hiç! Ben ne demekteyim, «adam içine çıkmasmlar» demekteyim! — Hiç mi Kürt görmemiş bu Çorumlu ? Burda kalacaklarsa adama benzeyecekler ister istemez… Adamın adama benzemesi, adam içine çıkmakla olur. Al git derbederleri… — Emey ana, gel şunun doğrusunu söyle… Fukara Dersimlilerin kasaba masaba isteği yok… Sen aklın sıra, bize koruyucu katacaksın herifleri ya, bugünün Dersim kırımında bunlar bizi koruyamaz ve de senin Sülük oğlun, koca Tanrıya şükür, Çorum toprağında koruyucu gezdirecek yüreksizlerden değildir. — Koruyucu gezdirmek yüreksizlik mi? Değil! Variyetli adam, şuncacık aklı varsa, tetik duracak… Kemal Paşamız, koruyucu alayını, yüreksizliğinden mi dikmiş kapısına?. Şu kadar bin lirayı kuşağına sokup Yediçmar Yaylasından kasabaya gitmek akıllı işi mi? — Hele şuna! Şu kadar bin lirayı kuşağımıza soktuğumuzu nerden bilecek yabanın zibidisi, bugünkü gün? Hüddam sahibi mi bu reziller, kayıptan bilici mi? 13 — Vay benim emeklerime… Şu kadar yüz köylüyü bugün kasabaya isteyen ben miyim? «Panka işine gelsinler» diyerek bir vilâyet toprağına haberler uçuran… Ne demek panka işi ? Para yatırılacak ve de gerisin geri alınacak demek… Elli altmış köyde iki yüze yakın hanenin bildiği nasıl bir gizliliktir ki, hüd-dam sahibi gereksin? — Sen ferah ol Emey ana! Koca Tanrıya şükür, ordu olsa, bu senin Sülük oğlun yırtar çıkar. Bak şuna! -Yastığın altından parabellumu çekti, kılıfından sıyırıp havada döndürerek bir zaman ışıldattı-: Nasıl bu böylece? Askeriyenin dağ topudur bu, sen nerden bileceksin karı başınla… Asimi ararsan, dağ topu kaç para… «Alman’m beylik parabellumu» dedin mi, bitti. — Vay avanak Sülük Bey… Pusudan atıp vurana lüver n’apsm? Rahmetli Kara Abuzer babanın öğütlerini tüm unuttun he mi? Ne derdi rahmetli? «Yiğit kısmı uzun yaşayım derse, ürkek olacak!» 4erriez miydi ? «Olmaz» diyene olmuştur bu dünyada n’olmuşsa ve de «Bize güç yetmez» diyene olmuştur — Gündüz gözüne tetik durdun mu n’olmak ihtimali var bre Emey ana, kurban olduğum Kemal Paşamız dağda belde yaramaz adam mı kodu? Sen bu çağı, Osmanlının eşkıyalık çağlarına benzetmektesin ya, çokça yanılmaktasın. Şükürler olsun Gazi Paşa çağıdır ve de karıların altım dolu tepsiyi başlarında taşıyaraktan Çamlı bellerde gezindikleri bir çağdır.

Ferah ol, ipsiz kopuk takımının çah diplerinde çoban sopasıyle adam soyduğu zamanlar geçti çoktan… Bu gün… -At kişnemesine kulak verip göz-larini kırpıştırdı-: Nedir o? Benim demir kırı eğerlemediler mi bunlar? — «Demir kır» deyince başkası nasıl eğerlenebilirmiş? — Sesini alamadım. Hayır, bu benim demir kırın narası değil! — Hayvan sesinin ayrıntısı mı olurmuş ? Hadi giyin! Ben de parayı denkleştireyim! — Aman iyi say, Emey ana! Eksik meksik çıkar da rezillik elverir. Panka müdürümüz yenidir çünkü… «Bunlar ne biçim bir adamlar, para saymasını bilmez bir adamlar» dedirmeydim! — Benim sayımım seni ne zaman yere baktırdı Sülük Bey? Senin hesabın yanlışsa orasını bilmem! — Benim hesabımca iki yüz yetmiş sekiz hanedir borçlularımız, her biri elli panganot borçludur. -Tavana bakarak hesapladı-: Yüzden olsa, yirmi yedi bin sekiz yüz… Böl yarıya… Yirmi yedi binin yarısı… On üç bin beş yüz… Sekiz yüzün dört yüzünü de vur… On üç bin dokuz yüz… Biz diyelim, on dört bin… — Neden on üç bin dokuz yüze, on dört bin demeli? On bin çıktı hazırda… Üç bin dokuz yüzünü Hacı Kenan efendi emminden alacaksın. — Yahu, «Bulaştırmayın şu herifi» dedim, «Geçti eskilerin dostluğu» dedim. Biz herifle yaka yakaya gelmişiz… — Gelmekle… Düşman düşmanlığını açığa vur-madıkça, hırlamak olmaz. Haber saldım. «Hay hay» demiş, «hazırdır gelsin alsın, Sülük Bey yeğenim» demiş… «Ya da birini salsın, kehribar tespihini eline verip» demiş… Ver tespihini, sal Zülfü’yü… — Ulan karı milleti… İnat olur ya, bu kadar mı olur. «Katır inadı» diyecek yerde, «Kan inadı» demeli… Emey Hanım suratını asarak çıktı. Elli yaşma girdiği halde gövdesinin yuvarlaklıkları tıkızlığını koruyor, arkadan görünüşü körpe – oynak bir geline benzi15 if ağdalanma gelmişti. «Çakır gözlerinin arada bir Day-gmlaşması olur ki can alır. Kocamadı gitti bu bizim Emey anamız… Bunu yıpratamadı fukara Abuzer babam. Yeterince kullanamadı çünkü, kıyamadı etini yiyerekten tüketmeye besbelli…» Vaktiyle Çorum’u altüst etmişti Emey’in güzelliği… Salt erkekleri değil, ablacı karıları da yakmış kül etmişti. Sülük Bey «Ne işler yahu!» diye başını salladı. Kendisi, evel – eski karı canlısı olmadığı için böyle yanıp yakılmalardan pek bir şey anlamıyordu.

Bir zaman daldı, sonra birden kendisini toplayıp davrandı. İstanbul işi firenk gömleğini acele giyip halis İngiliz fitillisinden kilot pantolonu bacaklarına geçirdi. Parabellumu palaskasına takıp kalçasına sürdü. Gövdesi uzun, bacakları kısa olduğundan bir çalım, Narlıca köyünün ünlü Çalık Kerim Ağasına benziyordu. Rahmetli babası Kara Abuzer, bakar bakardı da, «Ulan köpoğlusu, anan olacak Fati kahpesinin Osmanlılığını bilmesem ve de seni, bu temeline tükürdüğüm Çorum toprağına ardım sıra tay getirmesem, ‘kötü Çalık’in kaçıntısı bu it’ der geçerdim» diye takılırdı. Buna karşılık Parpar’m Çalık ne dese iyi? «Ferah ol Abuzer Ağa! Kuşkulanmakta haklısın. Bizim üçüncü ordulara seferlerimiz vardır ki, günaşırı gidip gelmelerimiz vardır. Benim bu Sülük oğluma, kanlarımın kaynaması boşuna mı? Vallah değil!» diyecekten kası-lırdı ki, vurup öldürmeli, hiç ötesi yok! Yediçmar Yaylasının Padişahı Kara Abuzer’in Sülük Bey, «mebusan kesimi» avcı biçimi ceketini giydi. Konsolun üstünden para cüzdanını, bozukluk kesesini, kehribar ağızlığını, tırnak çakısını alıp ceplerine | koydu. Aynada suratına baktı. Dün ikindiden sonra * sinekkaydı tıraş olduğu halde kırmızı damarlı sarkık 16 bu cenaoeı saK.aıa uraş aayanaıramaaiK gitti.» diyerek kendine yalandan çıkıştı. —• Deliiii! Adam konuşur mu kendi basma, aynanın karşısına geçip? Al şunu… Dur aman! Besmele çekmeden nereye saldırmaktasın gâvur! Sülük Bey, besmeleyi çekip Emey anasının uzattığı uğurlu hamayil kesesini aldı, öptü başına koydu. Bu küçük kitap kılıfının adı evde, «Hızır Kesesi» ydi.

İşlemeli bir kese ki, sırmasından meşini görünmez. Babası Abuzer Seferberlikte, yayla yokuşunda düşüp ölmüş bir topçu çavuşunun boynundan çıkarıp almış, «Dağ köylerinden olmalı ki yokuşa vurmuş, dağın ayıları hamayilden ne anlasın» diyerek Emey karısına vermişti. Aradan yıllar geçti, günlerden bir gün Emey sandığım karıştırırken kese eline değdi, kav gibi kuru, ipek gibi ince meşin, içinde bir şey varmış gibi ağırdı. Yoklaymca astarının arasından yirmi beş Osmanlı altını çıkardı. Aslında bunlar fukara topçu çavuşunun kefen parasıydı ama, gel bunu Emey Hanıma anlat! «Hızır uğramış uğur kesemdir» dedi tutturdu, bütün kârlı alış verişlerde parayı bununla salar oldu. «Ulan karı milleti! Akıl var mı şunlarda şuncacık?… » Sülük Bey körüklü çizmelerini çekti ayaklarına, kara tekerlek şapkasını giydi. Elif kızın koşturduğu bol şekerli ılık sütü kafasına dikip para dolu kitap kesesini iç cebine soktu, sapı gümüşlü kırbacı alıp tabakasını uzattı: — Şuna cıgara doldur çabuk… Döşemeleri zangırdatarak odadan çıktı. Merdiven başında duran Emey anasına parmağını salladı: — Bugünü başka güne benzetme Emey ana… Dua etmeli ki, aralarına dan tanesi sığmamalı… Kolay değil, rezil köylü kısmıyla yaman geçitler geçilecektir götürüp verip gerisin geri bir tamam alıvermek Deıası savuşturulacaktır. Gayetle korkulu ve de gayetle batak bir geçittir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir