Kemal Tahir – Gol Insanlari

Hamdi uyuyan arkadaşlarını uyandırmamağa çalışarak pantolonunu giydi. Paçalarını diz kapaklarına kadar sıvadı. Ceketini omuzuna alıp kulübeden dışarı çıktı. Dışarda «Kırklar köyü harabesi» yamrı yumru duvarların gölgesi altında karmakarışık ve tembel görünüyordu. Mezarlığın yanından kısa bir dua okuyarak geçip üstü sazlarla örtülü ahırın kapısını açtı. Eşekler birbirinin omuzuna dayanmışlar gibi yanyana duruyorlardı. Kapının açılmasına, içeriye birinin girmesine hiç aldırmadılar. Hamdi: — Gidinin tembel merkepleri! dedi. Hayvanların samanını verip kapıyı sıkıca kapatarak geri dönerken parmaklanın çökük avurtlarında gezdirdi: «Üç gündür boş oturduk. Tıraş olmak istermiş» diye düşündü. San kıllı sert bıyıklarını çekiştirdi. Köy harabesiyle mezarlığın ötesi çepeçevre ormandı. Sabah oluyor, ağaçların tepesinde, bulutların ve dumanların arkasında, aydınlık aşağıdan yukarıya doğru genişliyordu. Kulübenin kapısında Bulgaryalı Deli İbrahim’le karşılaştılar. İbrahim’in sırtında beyaz gömlek, ayağında uzun paçalı donu vardı.


Elindeki teneke ibrikle aptest-ten geliyordu. Yüzü kaba ve çopurdu. Kırmızı çamurdan yapılmış bir heykele benziyordu. Hamdi’yi görünce gülümsedi. Kocaman elini omuzu hizasında sinek kovar gibi salladı. Bu sıralarda ne kadar dikkat edilse yumuk gözlerinin içini görmek mümkün olmazdı. — Hayvanlara mı baktın Hamdi? — Saman verdim. Arkadaşlar daha yatıyor mu? — Bir Mustafa uyandı, cıgara içiyor. 1 Arka arkaya içeri girdiler. Kulübe, yıkılmış bir evin temel duvarlarım sazla örtmek suretiyle üstünkörü, acele yapılmıştı. Kapıyı Deli İbrahim’in iri gövdesi kapattığından, çatıya yakm yuvarlak camdan başka da pencere olmadığı için «Ağazade» dedikleri Mustafa’nın yüzü karanlıkta kalıyor, sigara içtikçe sivri çenesi kırmızı bir aydınlıkla yanıp sönüyordu. Hamdi: — Merhaba Ağazadem, dedi, erkence cigaraya sarılmışsın. Mustafa paketi uzattı: — Siz de yakın bakalım! — Eyvallah! Hamdi sigarayı aldıktan sonra kapsız yorganların altmda uyuyanları ayağıyla dürttü: — Hey, Kurubacak Mehmet davran… Haydi Recep gün duğuyor. Kurubacak Mehmet’le Recep gözlerini uğuştu-ra uğuştura gerinip oturdular. Hamdi kenardaki sandıktan iki ekmek çıkardı.

Toprak zeminin yarısından itibaren küçük pencereye kadar uzanan sedirin üzerine koydu. Tenekeden aldığı beyaz peynir kalıbını havada tutarak salamura suyunu süzerken: — Salih, örtüyü ser ulan! dedi. Salih sedirin üstünde tek başına yatıyordu. On iki yaşında idi. Gürültüden uyanmış kocaman siyah gözlerini kırpıştırarak, etrafına bakmaya başlamıştı. Saçları üç numara makineyle kesildiği için, başı, incecik boynu üzerinde daha yuvarlak görünüyordu. Hamdi, ağır davranmayı hiç sevmezdi. Hemen kızdı: — Aptal aptal bakarsın! Vazgeçtim sofra örtüsünden… Kes şu ekmekleri… Salih, pantolonunu ayağına süratle çekti. Ağzı daima açık duran paslı bir sustalı çakı ile ekmeği dilmeğe başlayınca, Hamdi tekrar çıkıştı: — Bak! Yin.e elini, yüzünü yıkamadan ekmeğe yapıştın, soysuz! — Unutmuşum Hamdi Ağa! Salih, ön sırada bir dişi noksan olduğu için ıslık çalar gibi konuşuyordu. Sedirden atladı. Kapıdan çıkarken Deli İbrahim ensesini yavaşça tokatladı: — «Unutmuşum» olur mu? Sana kaç kere tenbihledi. ‘ Gözlerini küçülterek çocuğun arkasından baktı: — Sonra pişmanlık çekersin. Bu yaşta gurbete çıkmışsın… Kendini toplamazsan sürünürsün… Temizlik imandan gelir. Değil mi Hamdi? — Öyle… İbrahim birdenbire Hamdi’ye döndü: — Bu sabah yüzünü sen de yıkamadın Çerkeş.

Lâkin ayıp değil. İnsan oğlusun… Nasihat vermeden yaşayamazsın… Hamdi bir şeyler mırıldanarak peyniri altı parçaya böldü. Dilimlerin üstüne koydu. Kurubacak Mehmet kıpırdanan bir örümcek gibi, kısa kolları ve ince bacakları ile hâlâ geriniyordu. Kendi kendine: «Şu Bulgaryalı, lâfı dikine, doğrusuna söylüyor, tam muhtar olacak herif» dedi. Yemekten sonra eşekleri semerleyip, semerlerin iki yanma birer küçük küfe astılar. Omuzlarına kürekleri alarak yirmi beş merkepten ibaret kervanı «Kırklar köyü harabesi»nden deniz kenarındaki kumluğa doğru sürdüler. Oradan Terkos gölü kıyısına çakıl taşıyorlardı. Deniz ve göl, kulübeye yarım saat çekiyor, yol ormamn içinden geçiyordu. Hafif bir yokuşu çıkınca ağaçların arasından Karadeniz göründü. Üç günden beri devam eden fırtına, kenarda kısa köpükler bırakarak dinmişti. Karaburun taraflarından rüzgârım bulmuş keyifli bir yelkenli geçiyordu. Hamdi bir müddet tahlisiye gemilerinde tayfalık yaptığından kendisini gemici sayar, denize dair konuşmayı severdi. Damağını şaklattı: — Köpoğlu deniz!. Artık gemilere yol vermiş.

Eşekler, parlayan çakılların yanma, ayakları kuma gömüldüğü halde, sakin sakin yanaştılar. Dalgalar sahile bir ayda taşıyabilecekleri kadar çakıl getirmişti. Hamdi, küreğin sapını göğsüne dayayıp eline tükürdü: — Haydi arkadaşlar! Küfelerin muvazenesini bozmamak için bir kürek birine, bir kürek ötekine atarak ikisini aynı zamanda doldurmak lâzımdı. Hamdi hepsinden çabuk eğilip kalkıyor, hayvanları ötekilerden çabuk yüklüyordu. Yüzü terli ve rahattı. Deli İbrahim ıslıkla bir Bulgar havası tutturmuştu. Küreği zorladıkça baldırları mosmor şişivordu. Ağazade Mustafa, küsmüş bir çocuk gibi dalgındı. Güneşten solmuş, yağmurdan ufalmış kasketinin önünden siyah saçları görünüyor, az kamburca sırtı kürek sallamaya yaraşıyordu. Ağzında sönmüş bir sigara parçası unutulup kalmıştı. Kurubacak Mehmet’le Recep, çalışırken ikiz-mişler gibi birbirlerine benziyorlardı. Halbuki uzun boylu, geniş omuzlu, kocaman kırmızı burunlu Recep, kısacık vücudu iğri büğrü, suratı buruşuk Mehmet’in taban tabana zıddıydı. Salih, eşekler yükleninceye kadar kayaların yanına, kabuk toplamaya gitmişti. Bunları pek seviyor, biriktirmeğe doyamıyordu. Hamdi, Bozoğlandan başka yüklenecek eşek kalmayınca, Salih’i çağırmak üzere kayaların bulunduğu tarafa baktı.

Çocuk elleriyle işaretler yaparak koşuyor, bağırarak bir şeyler söylüyordu. — Ne var Salih? diye seslendi. — Leş var, Hamdi Ağa, leş var. — Ne leşi ulan? — Adam leşi… Kürekleri bırakmadan bir tehlikeye gidiyormuş gibi, yanyana, sımsıkı yürüdüler. Kayalara yaklaşınca alçalıp yükselen suların üzerinde boğulmuş adam göründü. Yüzükoyun yatıyor, dalgalarla sallanıyordu. Sanki düşmemek için ellerinin üstüne abanmıştı. Deniz burada taşların keskin yarıklarına mütemadiyen girip çıktığından ceset âdeta homurdanmaktaydı. Hamdi tayfalıktan kalma bir alışkanlıkla: — Şuradan kancayı ver! diye bağırdı. Deli İbrahim, paçalarını biraz daha sıvadı. Ölüyü kumun üzerine, arka üstü uzattdar. Avurtları şeker emiyormuş gibi dolu dolu, gözlerinden birisi aralıktı. Bir lâcivert gemici fanilası, siyah abadan bir pantolon giymişti. Otuz yaşlarında görünüyordu. Derisine yıkanmakla temiz-lenmiyecek kadar kömür tozu sinmişti.

Hamdi, çenesini kaşıdı: — Kömür kayıklarında tayfa imiş… Besbelli! İbrahim kırmızı yüzünü astı: — Bulgaryadan kömür getiren kayıklarda her-hal… Çömelerek ölünün pantolonunu tutan ince kayışı itina ile çözdü. Ötekiler «Belki edep yeri görünür» diye başlarını çevirdiler. Cebinden, meşini siyahlamış, iki gözlü bir cüzdan çıktı. Bir tarafta nüfus tezkeresi, ötekinde paraları duruyordu. Kurubacak Mehmet, küreği kuma hızla sapladı: — Hele nüfus kâğıdını bir oku! Nereliymiş bakalım ? İbrahim ıslak sayfayı ağır ağır okudu: — Resul oğullarından Dursun… Baba adı: İsmail… Ana adı: Ayşe… Giresun… Tepeköy… — Vah vah! Karadeniz uşağı… Bizim oralardan… Tevellüdü kaçmış, baksana? — 1328. — Kaç yaşında demektir? Ağazade Mustafa cıgara yakıyordu. Kelimeleri dişleriyle çiğneyerek tembel tembel konuştu: — Benim kadarmış… Yirmi altı yaşında. İbrahim, elini nüfus tezkeresiyle beraber omuzu hizasında salladı. —Genç ölmüş oğlancık… Derya insaf bilmez. Dalgalara ağır bir hiddetle baktı. Bu haşarı ve yüreksiz denizi eskiden beri sevmiyordu. Paraları saydl. — Topu yekûnu… on iki kaymesi varmış fukaranın. Kurubacak Mehmet, kasketini çıkarıp tekrar başına koydu: — Ne yapacağız Hamdi? — Neyi sordun Mehmet, paraları mı? — Paraları da, rahmetliyi de?. — Kulübeye götürürüz… Kaptan gelince muamelesini yaptırır.

— Ya gelmezse… Hava sıcak. Kokar biçare… — Bugün muhakkak gelir. Hat’tabaşı geceli üç gün oluyor. Erzak tükendi. Cıgara kalmadı. Aylıklarımızı da getirecek. Motörcüye: «Perşembeye gidemezsem, pazara oradayım» demiş. Bugün pazar. — Parayı da Kaptana mı vereceksin? Hami-diye kâğıdında köyü yazılı. Biz gönderelim gitsin. — Kaptana veririz, elbet gönderir. Recep, kocaman burnunu gürültü ile çekip emniyetsiz emniyetsiz öksürdü: — Sen bilirsin… Kaptan paranın üstüne oturursa cümlemiz vebal altında kalırız. — Bizden vermesi… Aslını ararsan, bu sahili Kaptan taahhüt almış, denizden ne çıkarsa kendi malı sayılır. Recep, başını çevirdi. Hamdi, küçük Salih’e: — Getir, surdan Bozoğlan’ı! dedi.

Bozoğlan, kervanın en yaşlı, en zayıf, fakat en iri merkebi idi. Kurnaz hayvandı. Denizden göl kıyısını bir başına bulur çıkarırdı ama yük taşımayı pek sevmezdi. İhtiyarlığına hürmet, onu en son yüklüyorlardı. Küfeleri indirip cesedi Bozoğİan’m sırtına koyarak haraket ettiler. Yolda, çalılar ve taşlar ölünün bir taraftan ayaklarına, bir taraftan morarmış ellerine sürünüyor, sanki hissedermiş gibi bu hal hepsini üzüyordu. Küçük Salih, kulübenin yanına yıkılmış bir duvarın gölgesine dikkatle uzatıldığı zaman leşe bir daha baktı. Tek gözü hâlâ aralık duruyordu. Ağzından köpüğe benzer sarımtırak bir su akmıştı. Deli İbrahim üstüne bir saman çuvalı örterken: — Dünyaya doymamış oğlancık, dedi, gözü açık gitmiş. Beş adam, gurbette kimsesiz ölmeyi düşünüp somurtarak, eşeklerin arkasından göle doğru yürüdüler. Salih, dünyaya doymamakla gözü açık kalmanın münasebetini anlayamamıştı. Scanned by hlecter Terkos gölü, denizin aksine, üzerinde çıplak ayakla yürüyüp gitmek arzuları verecek kadar durgundu. Bazı yerlerinde iki mil kadar genişlediği halde, girintili, çıkıntılı sahilleriyle belli belirsiz akan bir ırmağa benziyordu. Kenara, çakılları motöre yükletmeye mahsus bir tahta iskele kurulmuştu.

İskelenin yanında, teknesinin kalafat katranları görünen, boyuna kısa, enine geniş, eski bir sandal, karaya çekilmiş gibi hareketsiz duruyordu. Çakıl yığınlarının arasından iskelenin üstüne kadar dekovil hattı döşeliydi… Hattın ortasına, kancası çekilince yana devrilen bir küçük vagon bırakılmıştı. Hamdi üç günden beri dolu duran metre mikâbı ölçüsünü bir tahta parçasıyle sıyırarak fazla çakılları döküp ayağıyle bir kenara sürdü. Kurubacak Mehmet’le Recep kalın tahtalardan yapılmış ölçeği kollarından tutup kaldırdılar. İçindeki çakıllar yere çöküverdi. Eşekleri, boş sandığın yanına getirip küfeleri boşalttılar. Yirmi beş merkeple ancak bir metre mikâp çakıl taşıyabiliyorlardı. Hamdi’ye göre, küfeler küçüktü. Kurubacak Mehmet’e bakılırsa, eşek kısmı zebun hayvandı. Bozoğlan’a cesedi yüklettikleri için getirdikleri çakıl bu sefer ölçeği tamamıyle doldurmamıştı. Diğerleri oturup dinlenirken Hamdi eksik kalan miktarı yerden topladığı fazla çakıllarla tamamlamaya çalışıyordu. İşini bitirdikten sonra omuz-larıyle beraber dirseklerini de arkaya çekip gerinerek sordu: — Arkadaşlar, metreden anlar mısınız? İbrahim başını hayretle kaldırdı: — Metreyi ne yapacaksın? Yine Çerkeş domuzluğun tuttu herhal. — Şüpheleniyorum. Şu bizim ölçek, metreden büyük galiba… Kaptana on kere söyledim. Bir metre alıver, dedim.

Kulakasmaz. Açılır, kapanır bir tahta metre kaç paradır ki?… İbrahim elini omuzundan aşağı salladı: — Ölçüden bize ne? Büyük olsun, küçük olsun… Biz taşıdığımız kadar çakıl taşıyoruz. — Haklısın. Bize göre hava hoş. Lâkin Kaptan zarar ediyor. Ölçüye baksana… Neredeyse kulacım kadar. Bir metreden muhakkak ziyadedir, gâvur mühendis, bizim Kaptanı kazıklar gider. — Onu da Kaptan düşünsün. — Allah Allah! Burada çalışmıyor muyuz? — Çalışıyoruz, aldığımız paraya göre… — Yahu Bulgaryah, hep «para» der, durursun. İyi çalışana her zaman fazla para vermezler ama, kötü de söylemezler. Sen, kendin: «Kaptan, eskiden, hepimize ana-avrat küfrederdi» demez misin? Bak şimdi adam kuzu kesildi. — O vakitler, bazı bazı motor çakılsız beklerdi. — Gördün mü? Zarar edince sen bile küfürbaz olursun. — Çerkeş, gözünü aç! Çakılın metresini beş liraya satan adam zarar etmez. — Beş liraya değil ki… İki yüz elli kuruşunu motörcüye veriyor.

Yarı yarıya… — Versin… Günde on sefer yapjyoruz. Her seferde bir metre taş çekiliyor. Bizim Kaptanın hakkı, yirmi beş lira tutar. Geçen ay hesap ettim: Altı yüz lira kazanmış. — Hepsi kâr mı? Motorcu hakkı… Masarif… Bizim aylıklar… O kadar gün fırtına oldu. Çalışamadık. — -Motorcunun hakkını karıştırma… İşte yirmi beş lira sayıyoruz. Ötekileri hep hesapladım. Yedi gün çalışmamışız. Masraf dediğin de bir şey mi? Sen ayda on beş lira alırsın, biz, dört kişi yedişer buçuk liradan otuz lira. İki lira da Salih’e veriyor, kırk yedi etmez mi? Erzaka da üstüste seksen lira tutalım. — Hesabı görüyor musun? Bulgarya hesabı işte… Seksen lira imiş… Yahu biz haftada yalnız iki kilo cıgara içiyoruz. — Haydi, hatırın için yüz lira olsun… Vergisi, falan yüz yirmi… Mahiye kırk yedi de bize mi dedik? Yüz altmış yedi. Bilemedin yüz seksen… Eksik, ziyade iki yüz! Buna da bir sözün yoktur inşallah… Demek bizim Kaptan oturduğu yerde dört yüz lirayı keseye atıyor. Hamdi biraz düşündü: — Allah versin.

Başkasının kazancına göz dikmek iyi değildir. Hakkıdır kazanacak. Burada onun sayesinde ekmek yiyoruz. İbrahim, avurtları dolu dolu güldü: — O da, bizim sayemizde efelik ediyor. Bak, iyi dinle Çerkeş: Biz olmasak, bizim yerimize çalışacak ırgat da olmasa… Eşekler olsa, para olsa, erzak olsa Kaptan bu kadar kazanamaz ama, eşekler, para, erzak olsa da Kaptan olmayıverse, biz mahiye kırk yedi lira yerine altı yüz liradan ziyade kazanırız. — Aklım ermez… Herif harabe ortasına sermaye dökmüş, bunca eşek satın almış. Elbet kazanacak. Benden yana anasının ak sütü gibi helâl olsun. Recep de bu fikirdeydi. Fakat Kurubacak Mehmet, içinden İbrahim’i haklı gördü. Ağazade Mustafa düşünüyor, düşündükçe Hamdi ile İbrahim’e şaşıyordu. Bu hususta kendisinin de söyliyecek sözleri vardı. Lâkin üstüne elzem olmayan şeylerle neden uğraşmalı? Lâf, çakıl sandığının büyüklüğünden, küçüklüğünden açılmıştı. Sağ elinin beş karışı tam bir metre geldiği halde, deminden beri kalkıp ölçeği karışlamaya üşeniyordu. Ancak dört sefer yaptıkları halde kervanın daima arkasında giden Bozoğlan, kaypaklığa başlamıştı.

Sezdirmeden ileri geçiyor, ağaç gövdelerine sürtünüyordu. Bu suretle küfeyi devirerek yükten kurtulmanın mümkün olacağını nasılsa öğrenmişti. Hamdi arkadan seslendi: — Bozoğlan’a bak Salih! Eşekliği tuttu. Kütüklere kütüklere gider. Deli İbrahim güldü: — Bozoğlan bizden akıllı desene Hamdi! — Neden? — Baksana yorulduğunu bilir bayağı, hayvancık! Hamdi, Bulgaryalı İbrahim’in yine lâf dokundurduğunu anladı. Lâkin sükûnetini bozmadı: — Ne yapalım, biz insan oğluyuz, onlar merkep… Ekmek yediğin kapıya kat’iyyen küfranlık etmeyeceksin Bulgaryalı. — Sizde, yorulunca durmak küfranlık mı sayılır? — Maaşı hak etmemek küfranlıktır. Ne sandın? — Ölelim mi be ? — Çalışan ölmez. Ben buraya gelmeden önce siz sabahtan akşama kadar altı, yedi sefer ancak yaparmışsmız. Ben geldim geleli on seferden aşağı düşmez oldu. Ölüyor muyuz? — Ölmüyoruz ama, yoruluyoruz. — Neyin yorulması… Hava fırtına yaptı mı yan gelip yatıyoruz. İşte, üç gündür oturduk. — Biz oturunca Kaptan uğramadı. Erzaktan zarar ettik.

Helvaya, peynire kaldık. — Aldırma!… — Nesine aldırayım, yalnız merak ediyorum, Kaptan sana cennette köşk mü yaptıracak. İbrahim’le Hamdi iddialaşırken ötekiler ekseriya lâfa karışmazlardı. Yanlarında yürüyen Ağazade Mustafa zor bir şeye karar vermiş gibi, cıgarasını hiddetle yere attı. Yorgun olduğu için artık dayanamamıştı: — Hamdi, sana kızıyorum, dedi, olmaz yere eşek gibi didinirsin. Geçende, İbrahim” e de söyledim. Gördüğümüz iş, hani bir işe benzese yüreğim yanmaz. Cenabet şey! Çakılı, küfeye doldur, gölün kenarına yık, Gelip alsınlar. Nereye götürürler, ne yaparlar, bilmezsin. — Nasıl bilmem. Terkos köyünün yanında koca su fabrikası kuruluyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir