Kemal Tahir – Köyün Kamburu

Aslına bakılırsa, Narlıca köyünün başına, bu Parpar belasını «Sürgün Kınını» yılında Çorum’un namlı tütün kaçakçısı Gavur Ali sarmıştır. Eski kitapların «Taun», köylü milletininse «Sürgün Kırımı» .dediği bu illet, buralara bir yaz ortasında hacılarla beraber geldi, çok ocaklar söndürdü, sofralarında yirmi – otuz kaşık çalışan nice konaklan yıktı. Köylünün can kaygısına düştüğü, ölü gömmekten yetim – · öksüz gözetmeğe aman bulamadığı bu uğursuz Sürgün Kırımı yılında Parpar Ahmet’in anasıyle babası da üçer gün arayla öldüler, on iki yaşındaki oğlanı sipsivri ortada bıraktılar. Ahmet de elbet göçer giderdi, pislik temizlenirdi ya, ne fayda! O zamana kadar – başkaları şurda kalsın – kendine iyiliği dokunmayan tütün kaçakçısı Gavur Ali’nin – şu namussuz kara kafirin – acıyası tuttu, oğlanı atının terkisin� alıp Bafra’nın Laz ağalarına hizmetkar götürdü. Aradan yıllar geçmiş , Narlıca köyü gurbette böyle bir adamı olduğunu çoktan unutmuştu ki günlerden bir gün, muhtar odasının önünde oturanlar omuzu heybeli birinin köye çıkan dönemeci kıvrıldığını gördüler. Hiç kimse bu kara-yağız, garip-yiğidi biliş çıkaramadı. 9 – Buyur ağa! Hoş geldin! Nerdensin, kimlerdensin? – diyerek zıplayıp kalktılar. Uzun boylu, geniş omuzlu garip-yiğit: – Beni bilemediniz mi ağalar? – dedi -, ben Ahmet’im. Gavur Ali Ağamın Bafra’ya «Azap» götürdüğü Ahmet… – Deme! Sen essahtan Ahmet misin? – Ahmet’im ya! Sen de bu köyün «Kahyası» Kadir ağasın. Muhtar Kadir ağa, Uzun İmama şaşkın şaşkın sordu: – Ne dersin Uzun İmam? Uzun Hoca, – Durun ağalar – diye davrandı -, bu Ahmet, Sürgün Kınını artıklarından… Şimdi bildim, rahmetli Sinsin Halil’in Ahmet … Giyimi kuşamı iyice düzmüş, aynca boylanmış. Demek sen şimdi … – Sinsin Halil’in Ahmet’im Uzun Hoca. – İyi, ne güzel! Öyleyse bir daha hoş geldin! Buyur otur. Köylü, Allahın işine bir zaman şaştı. Buradan donsuz giden oğlanın sırtında, şimdi, İngiliz çuhasından yeni elbise, göğsünde yanın okkalık gümüş köstek, ayaklarında kırmızı meşinden laz çizmeleri vardı.


Yanına bıraktığı heybenin iki gözü de tepeleme dolu … Fesine sardığı oyalı yazmanın bir ucu belindeki şal kuşağa değiyor, üç katlı «gayret kemeri»nin arasından sarı ağızlığın savatlı başı, koca taneli tesbihin siyah ipekten püskülü görünüyor. Bir çalım ki Çorum’un Başıbozuk Dilaver paşası, bunun yanında haltetmiş … Ahmet büyüklerin ellerini öpüp yaşıtlanyle kucaklaştıktan sonra muhtar Kadir ağanın gösterdiği yere oturdu, merhabaları «cemaata rahmet» diye toptan karşıladı. Uzun Höca’nın ! sorduklarını «bilir gibi» cevaplıyor, büyük batın sayıp cıgara yakmıyordu. Laf arasında «sayende efendiağa!», «duan berekatıyle Uzun Hoca», «Sağol dayı!» demesinden görgüsünün kendisine elverdiği, «Niyet, baba ocağını şenlendirmek … » sözünden de, köye temelli geldiği anlaşıldı. Fakir Sinsin Halil’in şenlendirilecek ocağı, köyün üst başında, koruya sırt vermiş, damı-tabanı toprak, iki odalı, kerpiç evdi. Camı çerçevesi, merteği, kapısı şunun bunun elinde kalmış, avlusunu ot bürümüştü. Üç-beş tarladan, su altındaki arpalık neyse ne ama geri kalanları çoktan ayrık kitledi. «İki çift manda koşsan söküleceği IO şüpheli!» Narlıcalılar bunları düşünerek içlerini çektiler., «Üstbaşla adam, adam olsa, köylü milleti tarlada bayırda yarı aç, yan çıplak geberesiye uğraşır mı? Öküzleri sat, bir giyim uydur, tamaİn! Bu Ahmet, işte belli bir şey, ağaç dalından düşmüş bir fukara … Oturdu oturalı gözlerini yerden kaldırmaması, boynunu bükmesi neden bakalım? Kimi-kimsesi olmadığından … Bununkisi gurbetten gelmek bile sayılmaz. “Herif mezarını yırtmış çıkmış,” denilse yeridir. Öyle ya, hani köyün içinde kocakarı ağıtları?» Narlıca’nın birinciye gelen zenginlerinden Mahir ağa, Ahmet’in babadan kalma arpa tarlasını yedi yıldan beri, kendi malı gibi, ekip biçtiğinden, ortaya düşen sıkıntıyı dağıtmak için davrandı, yedi yıllık tarla kirasına karşılık geçen kış boyunduruğa alıştırdığı san tosunları Ahmet’e bağışladığını söyledi. Ötekiler de «imece»ye girip tepedeki harap evi, onarmaya söz verdiler. Ahmet’in yüreği kabardı, fesindeki yazmanın ucu ile gözlerini kuruladı. Uzun Hoca, hem lafı değiştirmek, hem de kösteğin «ilerisinde» ne var – ne yok anlamak için vakti sordu. Garip Ahmet, kemerinden çifte kapaklı, yumruk kadar bir gümüş saat çıkardı ki «Serkisof»un padişahı bir saat … Muhtar Kadir ağa artık dayanamadı: – Bu nasıl bir iş Uzun Hoca?- dedi-.

O taraflarda para, ekin gibi tarlada mı bitiyor? Baksana bu oğlan gümüşe, sırmaya garkolmuş! – Garkolmak evet! Karadeniz’in Bafra toprağı bir hoştur ama adamına göredir. Bilmez değilsin ya, gurbet yerinde bazı azapların, bazı ağa kanlarından bir alacakları çıkar ki «alacak» diye ben işte ona derim. – Orası öyle … Benim dediğim: Bu kahpe, kocası olacak pezevengin sandığını bütün boşaltmış da bizim Ahmet’e mi yüklemiş? – Yüklenmez mi? Oğlandan hoşnutluk getirdiyse … İşte damızlık boğa gibi bir yiğit! Haa ne dersin bizim Ahmet, nasıl bu söz, haksız mıyım? Ahmet önüne bakarak gülümsedi. Muhtar Kadir ağa, – İyi imiş Bafra toprağı n’olacaksa … – diye içini çekti-, ben bunu dağda, bayırda görsem «eşkıya reisi» bellerim de il korkudan dudağım yarılır. Söyle bakalım Ahmet ağa, inşallah kemer de böyle yüklü mü? – Eh efendi-ağa sayende kendimize elverir. Uzun Hoca elini kaldırdı: – Bana bak muhtar! Bu «elverir» lafı Bafra toprağında gayet oturaklı bir laftır. Ben bu Ahmet’i şimdicik, on altona satın alının ve de zarar etmem. Garip Ahmet nazlanmadı, kemerinde on beş beyaz mecidiyesi bulunduğunu söyleyerek komşuların merakını dağıttı. Giyimikuşamı, heybeyi-saati nerden ele geçirdiğini de saklamadı: – Burnumuza sıla rüzgarı burcu burcu kokunca… İki arkadaşla Sinop toprağına geçtik, Çerkezlerden at-kısrak sürdük. Sinop Çerkezlerinin yılgılarında başıboş hayvanlar olur ki yanlarında fil haltetmiş sayende … • Ahmet köye sırasında gelmiş, tarlaları yaz ekimine yetiştirmişti. Evin onarımı için imeceye giren komşular dağdan mertek kestiler, kağnılanyle indirdiler. Bunca yıldır çoluğa-çocuğa oyun yeri olan baba ocağı bir haftaya varmadan şenlendi. Bu iş görülürken, Ahmet’in Bafra’ da keser tutmasını, destere sürmesini de bir güzel öğrenmiş olduğu meydana çıktı. Ayrıca hayvan bakımı, balık:, tütün, fındık üstü�e çok laflar ediyordu. Bir zaman sonra Narlıcahlar: – Hele rençberliğine hiç diyecek yok – diye Ahmet’i öğmeye başladılar-.

Bu herif Lazistan’da toprağın Lokman Hekimi olmuş çıkmış … – Hekimi evet… Zira oraların rençberliği ağırdır. Laz ağası buna çok şey belletmiş. – Geçen gün gökyüzüne bir zaman baktı da: «Yarın yağmur yağsa gerek» dedi. «Bre yavrum ne yağmuru. Havada, hamdolsun çekirdek kadar bulut yok» dedim. «Yağacak emmi, hem de zorlu yağacak» dedi. Sabah namazına kalktım ki dünyayı sel almış! Nuh tufanından kalma bir yağmur! Ortada bir şey yokken rüzgarı, yağmuru sezmesi neyin nesi Uzun Hoca? – Karadeniz, deniz kıyısıdır. Ora adamının işi su üstünde olduğundan havayı bilecek ister istemez. Sen asıl ona şaşma, ıı Mahir ağanın verdiği kötü tosunları neyle besledi de böyle fil gibi semirtti? – Peki, yol-yordam bilmesini ne yapmalı? Sözü adam gibi söylemek bunda, sorulmadan lafa karışmamak bunda …. «Saray görgüsü» canım! Sayki Hacı Hasan paşa efendimizin Beşiktaş karakolunda zaptiyelik etmiş … O yıl Allahtan «Ekin yılı» oldu. Ahmet’in dinlenmiş tarlaları bire on verdi. Herif, tohumluğu yeterince ayırdı. Bulgurlukla yarmalığı, komşu kanlarına el sürdürmeden kendisi yıkayıp kaynattı. Unu vaktiyken öğüttü, kışlık yeygisini havalar bozmadan evine biriktirdi. Bir de icat çıkarıp fazla ekinini aşar mültezimi Çakır Kahyaların Ömer efendiye satmamış, «Biz bunu kışın pazarda değeri pahasına veririz» demişti.

Köylüler kış aylarını ocak başında aylak geçirirken kasabaya kağnı yükleriyle odun çekiyor, sözün kısası, dev gibi çalışıyordu. Herif «gurbetçi» olup çıkmıştı ötesi yok! Ayda bir avlunun çitlerini çamaşırlarla donatmasına bakan Narlıca kanlan: – Ahmet ağamın gelinliği tuttu bacım, dallan çalıları gene kar gibi ağarttı. – diye gülüşüyorlardı. Yorganına çarşaf çekmesi, sökük-yırtık dikmesi de değme avratlardan üstündü. Böyle bir işe oturunca tepeden aşağıya, Narlıca’nın üzerine, davul gibi gür sesiyle oynak laz havalan koyuveriyordu. Uzun Hoca, Muhtar Kadir ağaya takılır olmuştu: – Davran Kahya! Bu gidişle senin Ahmet, Narlıca’nın birinciye gelen zengini kesilecek … İki yıla varmadan iki çift öküzü dönmezse, altına arap atını çekmezse ben, imamlığı bırakırım da, şu sakalı kazıtıp köçekliğe girişirim. Kış aylan böyle geçti, «herk» zamanı gelip çattı. Orakla harman köylü milletini nasıl toza-gübüre boğarsa, «herk» de rençber kısmını ıslanmış sıpaya çevirir. Kara kıştan insanlar da, hayvanlar da bitkin çıktıkları için diz boyu çamurda tarla sürmek zordur. Hele Ahmet gibi yalnız olanlara ölümden beter. Gündüz akşama kadar sapanın peşinden gidip gelinecek, gece sabaha kadar öküzler kırda otlatılacak. Gece dışarda yatmaktan yaşlık iliklere işler. “«Öküzlerin ipleri koluna bağlı olduğundan sür�kli uyuyamazsın. Başıboş salsan her biri bir dağa gider. Gün ışımadan sapan demirini gömdüğün yerden çıkarıp hayvanları 13 koşacaksın.

İki-üç çizi gidip gelmeden karınları körük gibi şişer şişer boşalır.» Kısacası: «herk» demek, «resmen rezillik» demek … Narlıcalılar bu rezilliğin içinde yuvarlanmaya başladıklarından Ahmet’teki aykırılığı bir zaman farkedemediler. Kız sahiplerine güveylik düşündüren, bir takımlarında da kıskançlık uyandıran uslu-akıllı herife apansız bir hal olmuş, işi-gücü şuraya bırakıp tarlalarının taşlarına saldırmıştı. Herkes gibi toprağını gübreleyip derin derin üçleyeceğine, öküzleri güvertiye salıp saman masrafından kurtulmaya çalışacağına, sabahtan akşama kadar taşlan ayıklıyordu. Günlerden bir gün, koca bir taşı gömülü bulunduğu yerden çıkarıp kenara yuvarladığını gören tarla komşusu San İhsan Çavuş, ellerini beline koyup şaşkın şaşkın sordu: – Hayrola Ahmet ağa, bu neyin nesi? – Bu mu? Taş… Bildiğin taş, emmi. – Ne yapacaksın? Bir şeye mi lazım? – Tarla kısmını berbat eder bu cenabetler … Ayıklamalı ki … – Dur hele oğlum!.· . Vay baŞıma! Seri tarlada hiç taş komamışsın! Sonunda bunun sana zararı dokunur. «Karının saçlısı, tarlanın taşlısı» demişler. Kendin bilmez değilsin ya, kurak zamanlarda bunlar ekinin yanmasını az-buçuk önler. Hem yahu, taş ayıklamanın sırası mı? Herk’ten kalacaksın. – Kulak verme İhsan dayı … – Toprak tavını kaybederse?… Hem de kaybeder, görürsün. – Bir bok olmaz, iyidir. – Sen bilirsin. Bizim atalardan duyduğumuz böyle … Sakın Bafra’nın laz ağaları tarlalardan bütün taşları sürüp çıkarırlar mı? Ahmet karşılık vermedi, bir vakit gülümseyerek ensesini kaşıdı, sonra «Yallah Bismillah» diye kocaman kayaya sarıldı.

Ahmet işi tadında bırakmamış, büyük taşlardan sonra, boynuna bir sepet asıp küçüklere girişmişti. Fındık gibilerine varıncaya kadar bütün çakılları topluyordu. Keyfine de bir diyecek yok… «Şeker olsam karışsam/senin içtiğin suya … » diyerek laz türküleri çağırıyor ki dağı taşı inletiyor. Başta Muhtar Kadir ağa ile Uzun Hoca, arkadan bütün yaşlılar, dilleri döndüğü kadar öğüt verdiler, söz geçiremeyeceklerini anlayınca güldüler: 14 – Aldırmayın! Bizim oğlan taş milletine nedense öfkelendi. Varsın ayıklasın. Uzağa götürmekte değil ya … Tarlalar büsbütün kurursa yeniden saçıverir. Lazlardan böyle görmüş besbelli … – Peki, bu herif bu yıl herk’i n’apacak? Taş ayıklamak meselesi için yaşlılar kurulunda öğüt verilirken Ahmet «olur» dememişti ama edepsizJenmemişti de … Aradan on beş gün geçtikten sonra işler birden karıştı. Sinsin Halil’in Ahmet, tarla komşusu İhsan Çavuşun yolunu kesti: – Ben kendi taşlarımı ayık!amaktayım. Sen buna neden karıştın bakalım dayı? – diyerek söze başladı. Adamcağız, önce, neden karıştığını anlatmaya çalıştı, sonra, «Sen bilirsin – dedi, daha sonra-, evet halt ettim» diyerek geçmek istedi. Kurtulamadı. Yaka yakaya geldiler. Ahmet’in öfkeden gözleri dönmüş, sesi boğuklaşmıştı. Eli ayağı titriyordu. Bundan ötürü, kendisinden daha yaşlı, daha çelimsiz olan İhsan Çavuştan güzel bir dayak yedi.

İşte Narlıca’ya dıı. n’olduysa bu kavgadan sonra oldu. O zamana kadar lafa karışmayan, küfür nedir bilmeyen Ahmet, sanki geçip gitmiş, yerine bir başkası gelmişti. Herif artık olura-olmaza, ileri-geri söyleniyor, duyulmamış küfürlerle ortalığı kasıp kavuruyordu. Yirmi dört saatin yirmi dört saati öfkeliydi. Köyde ağız patırtıları, sopalaşmalar alıp yürümüştü. Muhtar Kadir a:ğa, – Hey Uzun Hoca! Olanlar sana oldu – diye gülüyordu -, imamlığı bırakıp köçekliğe geçeceğini, bu Ahmet duydu ki, bu köye ağa olmaktan caydı. Sana bu gidişle top sakalı kazıtacak. Önceleri işin alayında olanlar artık kara kara düşünmeye başladılar. Uzun Hocanın «Parpar» adını taktığı bu öfke, görülmüş, işitilmiş bir şey değildi. Laz memleketi, bu herifin kamına Karadeniz’in gemileri yutan domuzluğunu doldurmuştu da Narlıca’nın başına sanki bela yollamıştı. Durduğu yerde yedi düvele harp açan padişah azgınlığı da, bir laf için adam kazıklayan vezir paşa kudurmuşluğu da böyle değil! Ahmet, önüne geleni an gibi sokuyor, kuduz it gibi dalıyordu. Narlıca, bu herifin rezilliği yüzünden odada oturamaz, düğüne-cenazeye «ağız tadıyle» gidemez, pazarı – odunu, tarlayı – değirmeni kavgasız gürültüsüz savuşturamaz olmuştu. Köy, o zamana kadar, Kahya Kadir ağanın sızıltı ya meydan 15 vermeyen tutumu, Uzun Hocanın derin bilgisi ile anılırdı. Parpar Ahmet edepsizliğini, dayak yiye yiye, önce komşu köylere, oradan da Çorum kasabasına ulaştırdıktan sonra iş değişti.

Artık yabanın iki para etmezleri gülüşerek laf dokunduruyorlardı: – Dur hele, Narlıca’dan Parpar namussuzluğuna başlama! – Herifin ossaat can başına sıçradı, Narlıca’dan «Parpar öfkesi» diyeyim de sen anla!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir