Kemal Tahir – Rahmet Yollari Kesti

“Yiğit bu dünyada nam için yaşar.” I Sarhoş gibi sarsak sarsak yürüyen kara sıpa, her nedense arada bir duruyor, kulaklarını dikip bir zaman arkasına baktıktan sonra koşarak anasına yetişiyordu. Bektaş Emmi: “Sıpa milletinin de huyu işte bu,” diye düşündü, “körpeyken oyuncu olur sıpa kısmı, lâkin kocayıp yükün altına girdi mi nodullamadan iki adım atmaz. Hele oyna bakalım, senin de sıran gelir hay oğlum, bana dönersin!” Yüksek sesle : —Deh rezil deh! diyerek çivili değneği tıkır tıkır yürüyen ana-eşeğin baldırına batırdı. Daha hızlı gitmesi için değil, tembelliğe vurup huyunu bozmasın diye… Meşe korusu iyice yapraklanmıştı. Yıl uğurlu baş-lıyordu. “Nisanda rahmet yağdı mübarek! Nisanda rahmet yağmaz, gökyüzünden buğday yağar. Üç gündür güneş de kızdırmakta. Ekinler bir gecede iki karış büyüdü. Allah afattan esirgerse bu harman köylünün yüzü güler.” —Deh dedim namussuz! Hele şuna hele! Bu sırada Bektaş Emmi’nin sağ yanı ilerisinde, bir ses parladı. Eşekle sıpası durup kulak verdiler. —Hey hey! Bilmem delisin de bilmem serseri… “Ses epey aralık, lâkin inadına gür. Şu halde kopuklardan biri oduna gelmiş. Neme lazım, yanık söylüyor köpoğlusu, yanık…” Ses baştan aldı: —Bilmem delisin de hey ağam, bilmem serseri… “Soluğu fırtına gibi.


Çöllo’yu söyleyecek bir hesapça… İyidir Çöllo’nun havası, varsın söylesin.” Bektaş Emmi birkaç adım atınca, “Kim ola?” diye hiylelendi, yorgun bakışlı mavi gözlerine önce telaş, sonra korku doluverdi: “Acep bizim köylü değil mi? Sakın Akpınar itleri korumuzu mu batırmakta, uşak?” Akpınar’la koru kesmek yüzünden evvel-eski kavgalıydılar. Daha geçenlerde Kulveren – Bektaş Emmi’nin köyü- delikanlıları Akpınar korusunu temelli mahvetmişlerdi. İlçe mahkemesine gidilip geliniyor. “Şimdi herifler öç almaya mı çıktılar yahu! Üstlerine varsan bi türlü, varmasan bi türlü… İşte bak!” —Bilmem delisin de, koç yiğit, bilmem serseri… Bektaş Emmi bu sefer öfkelendi. “Şunun ikinci ayağı yok mu köpek? Lafı değiştir de kim olduğun bilinsin. Feryadın çıktığı kadar bu bağırmak neyin nesi?” Eşek, aklı olmadığından, kulaklarını düşürdü de sese doğru gidiyor. “Yad köyün adamı olsa böyle bağırmaz, bu bir… İkinciye: Kalabalık bunlar desem, türküye diğerleri karışmamış olmaz. Bizden öyleyse…” Bu fikirle Bektaş Emmi’nin yüreğine cesaret geldi. “Şimdicik günah bizden gitmedi mi?” diye güldü, “Şaman hak etmedi mi şu zibidi? Dağ başında bağırmak nerenin töresi?” —Deh oğlum deh! Deh ki bir bakalım… “Oğlana iki sille atmalı, sonrası da haşa huzurdan hayvanı bir güzel yüklesin. Yüklesin de dağ başında türkü çağırmayı bellesin!” Fundaları kıvrılınca türkü sahibini gördü. Çerçi Süleyman’ın hizmetkârı Maraz Ali… Oğlan eşekleri başıboş bırakmış da sırtını koca meşeye dayayıp oturmuş. Arkası dönük. Dereden öteye, karşı tepelere, Ak- pmar korusuna doğru haykırıyor da geleni fark edemiyor. “Etmesin varsın!” —Bilmem delisin de, hey kara bahtım, bilmem serseri… Bektaş Emmi bu Maraz Ali’nin deliliğine yemin edemezdi ama, serseriliğinden kıl kadar şüphesi yoktu.

Köy yerinde delikanlılar güreşir oynaşırken mutlaka kendilerinden çelimsizine dalmak isterler. Meşhur meseldir : “Ayı bile ayı iken yenilmeyi istemez,” gelgelelim bu fukara ille de kendisinden irisini, kuvvetlisini tutacak. Onlar da, “Haddini bilsin!” diyerek insafı bi yana bırakırlar, alta düşürüp bütünü vururlar, it leşi gibi yüzü üstüne sürürler. Gözleri yumruk gibi dışarı uğrar, burnunun derisi ağzına toplanır da pes etmez, hırlar durur. Bektaş Emmi bunları ve daha başka şeyleri hatırlayarak içlendi, oğlanın keyfini kaçırmamak için yavaşladı. Yunan savaşma bu Ali’nin babasıyla gitmişlerdi. “Seferberlikte bu rezili biz ana rahminde bıraktıktı öyle ya… Köy yerinde bir dul karı, fazladan bir de fukara olursa oğlan yetiştirebilir mi? Böylelerinin seferberlik kıtlığında kemikleri ilik tutmadı. İşte belli bir şey zebun… say ki anası ölmüş buzağı. Boynu kiraz çöpü… Bir sıkımlık canı var yok… Bir sıkımlık, ama gözünün karalığına ne demeli? Çerçiye sorarsan bir bulaştın mı öldürmedikçe kurtuluş ne mümkünmüş.” Bektaş Emmi, “Hele namussuz Çerçi!” diye yüzünü buruşturdu, “Çerçi şunu neden hizmetkâr tuttu bakalım! İş mi gördürecek? Hayır. Gerekirse düşmanım vurduracak!” Aslında bu mesele gizli değil… “Göreyim seni oğlum Ali, diyormuş, döveceksin dövülmeyeceksin, vuracaksın vurulmayacaksın.” Bunun da usulü böyle… Hizmetkâr surda dururken ağasının başı derde mi girer? Bektaş Emmi gözlerini nefretle kıstı: “Ulan Çerçi, ulan namert Çerçi! Hayır canım, bu Sungurlu toprağında Çerçi domuzuna güç yetirmenin zamanı çoktan geçti ihvanlar!” Çerçiye öfkesinden, demin duyduğu merhamet dağılıvermişti. Sille çekmek için avucuna güzelce tükürüp çarıkların burnuna basarak yaklaştı: —Kıpranma Ali Maraz! diye bağırdı. Maraz Ali birden döndü, elinde tutmakta olduğu tabancayı uzatarak : —Sen kıpranma! dedi. Oğlanı korkutmak kavliyle yanaşan Bektaş Emmi o kadar şaşırdı ki, şamara hazırladığı eli havada kalakaldı.

Maraz Ali, cam kırıklarıyla doluya benzeyen çakır gözlerini hiç kırpmadan, karşısındakini tanımamış gibi, bakıyordu. Gülmemesi, tabancayı indirmemesi kimin olsa yüreğini ürpertir. Bektaş Emmi korktuğunu saklamak gayretiyle sesini kalınlaştırdı: —Höst! O da ne? İndir şunu kopuk! —Halisinden erkek döneri… Bir lüver ki… İyi geldin Bektaş Emmi, tam sırasında geldin. —İyi mi geldim? —İyi geldin. “Şunu bir denemeli,” diyerek birini gözlemekteydim. —Nasıl denemeli? Maraz Ali, namlusu yer yer paslanmış, gayet eski, gayet hantal tabancasına bir tuhaf baktı: —Denememiş olmaz, ne mümkün!. —Deneyelim ya, denemek iyidir. Haydi sık şu meşenin gövdesine… —Meşe gövdesine sıkılır mı? Senin kara sıpada sınayacağız. —Hele rezil bu nasıl bir söz! Sok beline şu ça- karalmazı da odun bulalım. Başlarım odunun kökünden bre Emmi! Sıpa kaç paralık mal? Köylüden iki aklı eren çağırır bahasını sorarız. Harmanda öderim. —Sen şaşırtmışsın hey oğlum. Bir duyan olur da essah sanır. —Neyi essah sanır? Âlemde şimdi buraya gelen sen olmamalıydın ki… —Ey… —Bir yaban yerin adamı olmalıydı ki… —Ey… —Baldırına sıkıverirdim. “Korumuzu batırmakta iken yakalayıp…” diyerek, ne güzel! Sungurlu’nun gözlüklü yargıcı ceza da vermez öyle ya… Meraktayım gayet Emmi, bakalım adama işler mi, işlemez mi? Birisi dedi ki: “Adama bir vakit işlemez bu pis,” dedi.

—Kim dedi yahu, halt etmiş… —Adı lazım değil. —Her kimse, hay yavrum, seninle eğlenmiş. Rezili sen adamdan mı saydın? Maraz Ali cevap vermedi. Sarı kaşlarının altından Bektaş Emmi’nin baldırına bakıyordu. “Hemi de alıcı gözüyle…” Bektaş Emmi gülüp mülüp bu belayı şakayla savuşturmayı düşündü. Lâkin oğlanın halinden bir şeyler sezinleyerek derhal vazgeçti. “Kızar mızar da geçtim…” Zibidinin suratı bir hoş… Say ki domuz suratı… Aklımdakiler, vallah billah, Müslümana yarar fikir değil… Nitekim Maraz Ali birdenbire it oturumundan sıçradı, iki dizi üstüne gelip silahın horozunu şırak diye kaldırıp gürledi: —Geri bas! Geri bas Emmi, tam yirmi adımda deneyeceğiz. —Aman bu nasıl bir iş? Dur yavrum, dur eğlen… Bektaş Emmi can havliyle ellerini ileri uzatıp tatlıcanına siper etmek istedi. Sol elinde sımsıkı tuttuğu çivili değnek oğlanın yüzünü tam ortasından ikiye bölmüş, tanımadığı bir “çehre” haline getirmişti. Kendi suratı da karışmış olacak ki Maraz Ali gülerek tabancayı indirdi: —Yuf sana Emmi, korktun öyle ya? —Silahla bir vakit şaka olmaz. Töbe yarabbi, dolu mu, boş mu? —Dolu ama hiç denemedim. Çerçi Ağam verdi. Ağamın oyunu çoktur, kendin bilmez değilsin ya, adama işlemez de rezillik çıkar. —Kolayı var evladım Ali’m, döner kısmı ağaç gövdesinde sınanır. —Ağaçta olmaz.

Ben bunu asıl adamda sınamalıyım ki… İstersen ben duruvereyim de sen sık. Yallah billah ciddi söylüyor. “Ha” dese gidip karşıda duracak… Bu hal Bektaş Emmi’yi büsbütün korkuttu. “Dağın başında bir belaya çattık yarabbi!” diye düşünerek çare aradı. “Höst! Hiç olmaz! Hadi sıkmaya aldık diyelim, denemeye sıkacak halimiz yok ya… Zıpır bir de oyuna getirildiğine öfkelenip üstümüze saldırır. Fesuphanallah…” Bereket versin Maraz Ali söylediğini unutmuş gibi, dalgınlaşıp oturmuştu. Silâhı evirip çeviriyor, bir de ıslık öttürüyor ne demekse… Tam bu sırada kara sıpa oynaya zıplaya önlerine gelmez mi? Ne de canlı-civelek!. Bektaş Emmi, “Mal canın yongası…” lafını yüreği hoplayarak hatırladı, sıpayı kurtarmak gayretiyle öksürüverdi. “Haydi bakalım! Ayağın kırılsın e mi Bektaş! Hem sen her duyduğun türküye neden seğirtirsin alçak? Sen köçek misin sen? ‘Bilmem delisin de bilmem serseri’ diyor herif dağ başında oturmuş… elinde yalın döner ile…” Maraz Ali içini çekti: —Kaç para eder! Adama işlese de gözümde değil. Silah diye ben Çerçi Ağamın Alaman çıplağına derim, Alaman çıplağı… —Alaman evet… —Silah canım, ha Emmi? Tabanca kısmından Alaman çıplağı iyidir öyle ya? —Evet. —Kaç kuruşa bir Alaman çıplağı? —Bilmem, alıp sattığım bir mal değil… —Bu yıl harmanlarda Ağamdan hakkımı alınca bir Alaman çıplağı uyduracağım her kaç kuruşsa… —Buluruz kolay! Haydi sok şunu beline… —Şunu mu? Kötü ama seyri keyfime gidiyor. Alaman çıplağı tutukluk yapmazmış, sen bilir misin? —HİÇ kullanmadım. Öyle derler. Namı var. Duyarım.

Lâkin sen daha küçüksün hay oğlum! Alaman çıplağı senin neyine? İşte bu da bir lüver… —Olmaz, Alaman çıplağı ister. -Bir an durup düşündü, suratını astı -: On altı yaşındaki babayiğidi küçük ettin çıktın Bektaş Emmi. —Sözgelişi bir söz yiğit. Dediğim o ki!. —Bırak, kıymeti yok. Kuşağımın arasına bu kış, mutlak, bir Alaman çıplağı sokarım. “Kulveren’den Maraz Ali,” dediler mi namımız bizden önde gitmeli. —Evet, gitmeli ki, ne kadar… —Gitmeli! Silahın iyisi iyidir. “At, avrat, ille silah,” demişler. Ben bunu ağaçta neden sınamam? Şu sebepten sınamam: Ağaç durduğu yerde durur, fukarayı çekip vurmak kahpelik… Kaçamaz, siperlenemez. Yazık. —Canlıya yazık değil mi, hele rezil? —Canlı kaçsın. Elini mi tuttuğumuz var? Savuşsun şu yana… Keskin nişancı uçara kaçara atacak, leşe değil. —Askeriye taliminde hedef durduğu yerde durur yavrum, gidince görüp anlarsın. —Biz askeriye işini demedik, eşkıya işini dedik.

Surdan birine rastlamalı, Akpınar’dan birine… —Akpınarlı buralarda ne arasın, haddine mi? Hadi şimdi odun saralım da lüver sınaması başka sefere… Sen geleli çok olmuştur, Çerçi Ağan kızar. —Ağam mı? Kızar sahi… Söylenir kaba kaba… Biz sabahtan çıktık. Maraz Ali, Çerçi Süleyman Ağasının kaim, fakat biraz şımarık sesine benzeterek bağırdı: —Uşak! Nerde bu domuzun peydahladığı? Hey ev külfeti! Nerde bu Maraz oğlan? Hayvanları Sungurlu pazarına indirip sattı mı sakın urganlarıyla, başıma gelenler!. Bektaş Emmi, gönülsüz güldü : —İyi benzettin Maraz Ali, noktası noktasına köpoğlusu… —Sesi bir hoştur ama yüreklidir benim Ağam ve de silahtan yana Osmanlı… Benim Ağam bütün eş- ‘riyalan bilir. Sen, bakalım, bilir misin Emmi? —Eşkıyaları he mi? Eskiden bir vakit eşkıya çağıydı. Biz yetiştik. —Musa Çavuş varmış, sen gördün mü? —Görmedim, namını duydum. Bektaş Emmi lafın lüver sınamak meselesini aşıp başka yerlere geçmesine sevindi, soluğu genişlediğinden canı cigara istedi. Çömeldi. Bir cigara yakıp içmeye başladı. Maraz Ali yan gözle Bektaş’a bakıyordu. Üstü başı per perişan… Öküz yok, davar yok… Köyün iki fukarası varsa birisi bu… Deminden beri herifle gönül eğlemesi de bu sebepten değil mi? Fukara kısmında gönül olmaz ki darılsın, yiğitlik olmaz ki öfkelensin. Yoksa ağa kısmına bu lafları etmek ne mümkün! Şamarı çarpar. Seslenemezsin, çünkü büyük… —Namını duydun da neden yanma varmadın Emmi? —Kimin? —Musa Çavuş’un? —Yarıp da ne olacaktı? —Beraber eşkıyalık ederdiniz. Adam Musa Çavuş’un yanma varmaz mı? —Varamadık.

—Kötü etmişsin. Kör Dede’yi gördün mü? —Görmedim, namını duydum. Tövbe, vurulduktan sonra kellesini Çorum’a götürmüşler. Biz de ekin satmaya gitmiştik. Bilmezden uğradık. Uzaktan gördüm.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir