Kemal Tahir – Yedicinar Yaylasi

Evet, vaktin birinde, Çakır Kâhyalardan Halil efendinin Ömer oğlan, Başıbozuk paşası Dilâver ağayı, katiyen adam hesabına almayıp herifin kahpesini güpegündüz atına hoplatarak Yediçmar yaylasına çıkarmıştı da, dünyanın yüzüne «Yiğit -Erkek» diye nam salmıştı. Ömer oğlanın gösterdiği by hüner karşısında, Çorumlular çok laf ettiler ama, o kadar şaşmadılar: — Kan meselesidir, böyle olur. Delikanlı kısmı on dokuzunda azıp kudurmayacak da hangi çağda coşacak? — Bence, babası Halil efendiye ayıp… Gidişatına bakarak küçükten sıpasını baskıya alacaktı. — Böyle bir variyetle, biricik oğlunu, haydi sen ol da baskıya alabil bakalım! Çakır Kâhyalar, altınları nereye dolduracaklarını çoktan şaşırdılar. Oğlan şımarık!. Milletin çoğunluğu böyle söyleyip alaya vurdu. İşin içyüzünü bilenlerse: — Oğlanda şımarıklık yok! — diye başlarını salladılar — Namussuzluğun yatağı belli ama, neme lâzım! — «Neme lâzım!» derken… Gizlisi mi kalmış bre efendi? Namussuzluk Kambur Kadı rezilinin başı altından çıkmakta değil mi? — Evet, bütün muzurluklar, bu çekmecesi bokludan dağılmakta… Buraya ilk geldiği gün, Allanın hikmeti canım, tam üstüne varmaz mıyım? Baktım, katırcılar katırın üstünden alela-cayip bir şey indirmekteler. Sokuldum. Hey yarabbi! Adam desem değil, şebek maymunu desem, değil… Meğer bu mülevves-miş… Görmemle: «Tamam!» dedim, «uğursuzluk, Çorum topra-9 gına ayak bastı ki, çok kötü bastı!» — Doğru demişsin: Osmanlı mülkünü bu kambur, az kalmış ki batıra… Her gittiği yerin Müslümanı, «Ölürse biz bunu toprağımıza gömdürmeyiz. Gömdürsek de boş… Toprak kabullenmez!» diyerek kâğıt mühürlemiş. Geberecek yer bulamadığından yollara düşmüş… Dünyadan bizim haberimiz mi var? Buraya şeytanın kendisi gelse de, «Beni İstanbul şeyhislâmı size kadı yolladı» dese, biz, «Hoş geldin, safa geldin, buyur!» diyerek önüne vezir sofrası dökeriz. — Hem de döktük… Kambur herif bizim çok ekmeğimizi yedi, daha da yiyeceği geride… «Şeytan» dedin! Şeytana kurban jjlayım. Bunun yanında şeytan, cennet yerinin meleği, melâike-sı… Bu kambur, fukara şeytanın boynuzuna salıncak kurup kırk yıl sallanmış bir kambur… Benim aklımın ermediği… Avanaklık bizim alnımızda yazılı mı ki, bu herif dünyanın hiçbir yerinde taban tutturamamış da burada barınabilmiş? — Yazılı olmaz mı? Ne güzel yazılı… Ayanımız Dilâver ağayı görmesiyle… — Eee?… A — E’si… «Ayanı böyle avanak olursa, gerisi kimbilir nasıl bir adamlar!» demesiyle göçünü yıktırdı. İşte o yıkış… Sen benden iyisini bilirsin, kadıdan, molladan yana, bizim evvel-eski bahtımız karadır.


— Karadır ama, böyle bir belâya, şimdiyecek hiç uğradık mıydı? Kitapların yazmadığı böyle sırtı çekmeceli bir belâya? İşte sonunda, kasabanın ayanını, eşrafını birbirine düşürdü ki ayırabi-lirsen haydi ayır bakalım! — Peki, şimdi n’olacak? — Ben bundan gerisini gayet kötü görmekteyim ağa… Bize uğursuzluk bulaştı. Biz bunun derdini bir zaman çekeriz. — Yahu, bu nâmert Kamburun garazı nedir? «Ulan» desem, «sen bizim bunca yıllık kasaba düzenimizi neden bozarsın?» — Evet, bu herif gelene kadar, buraların düzeni, kağnı gibi gıcırdayarak giderdi. Say ki bir tekeri Çakır Kâhyaların Halil efendi, bir tekeri ayanımız Dilâver ağa… Şimdi elin yedi kat yabancı kamburu birkaç para vuracağım diyerek, bu gidişi berbat eder de arabayı gündüz gözüne yardan uçurursa, iki taraf da zarar eder. İyisi, bunlar akıllarını başlarına toplasınlar da, bir kahpe uğruna it gibi dalaşmasınlar. Hadlerini bilsinler de, oturduklan ıo yerde otursunlar. Bir padişahlık yeri güzelce zaptetmişler, beşaltı yüz köyün rüsumunu, iltizamını bölüşmüşler. Dilâver ağanın Merzifon toprağındaki çiftliği nasıl bir çiftlik?… Geçenlerde başkaldıran Karadağ kralı gibi iki zibidiye vatan olur bir çiftlik… Kasaba çarşısı da Çakır Kâhyaların faizli borcuna çalışmakta… Kudurdular mı bu namussuzlar? — Dilâver ağa belki oğlanın kusuruna bakmaz ama, işin arkasında Halil efendinin olduğundan şüphelenmemen… — Şüphelenmeye şüphelenir. Bunca zamandır, «Paşa emmi» diye önünde el kavuşturan Ömer oğlanın, babası haylamayınca bu edepsizliği yapmayacağını, domuz gibi bilir. Kendi bilmese, Kambur herif kulağına fısıldar. Ama şu Çakır Kâhyaların Halil efendideki imansızlığa ne dersin? Fukara Dilâver ağamızın, Başıbozuk paşası olmasını yüreği hiç götürmemişti. Kambur kadı alçağının bulduğu fermanla soy-sop peydahlayıp fazladan hacılığa ayak basmasıyle hasedinden kudurdu. Herifi kahpe kan yoluyla rezil etmeye kalktı. Niyeti, Dilâver’de adam içine çıkacak surat bırakmamak… — Kendisi de zarar eder. Az kaldı ki bir tek oğlunu kurban vere… Bunlar birbirlerine düştüler mi perişan olurlar. Variyetlerini kaybetsinler, iki kazı güdebilirlerse nah, şu bıyıklar… Essahtan iki kazı güdemez bir derbeder olan Dilâver ağa, Çorum’un ayan minderine, bu kahpe Cemile işinden tam otuz beş yıl önce, yirmi dört yaşındayken oturmuştu.

Babası Mahmut pehlivanın hastalığı epey uzun sürüp, kurtulamayacağı anlaşılınca, Yozgat ayanı Çapanoğlu Süleyman Bey, «Yerine oğlu geçecek» diye ferman göndermeseydi, Dilâver’in âyanlığı Çorumluların aklına bile gelmeyecekti. Çapanoğlu korkusundan hiç kimse sesini çıkarmadı ama. Allanın bildiğini kuldan niçin saklamalı, millet hiç istemediğinden, Dilâver oğlanın âyanlığı Müslümana pek de uğur getirmedi. Buyrultusunun mahkeme defterine geçirildiği gün, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, zehirli yılan gibi başkaldırdı. Az kaldı ki Osmanlı padişahının tahtını devirip tacını kapa da, kendi kopasıca kafasına geçire… Oğlu İbrahim paşa, derya gibi askerle yürüdü, önüne çıkan Osmanlı ordularını bozdu. Koca sadrazamı, dumanlı bir gün, şaşkınlığa getirip esir etmesi nasıl bir uğursuz-II hık!. Herif türkü çağırarak geldi de, nah şuracıktaki Kütahya’yı aldı. Padişaha bir mektup yazıp Bursa’yı kışlak istedi. Aklı erenler: — Tamam! — dediler —, işte kitabın yazdığı kıyamet işaretinin birincisi budur. Dünya kuruldu kurulalı, gâvur içine velvele salıp bunca memleket alan nice Osmanlı padişahlannı sucu beygirlerine başı açık bindirip, Yedi Zindan kalesinde hayalarını bura bura geberten yeniçeri askerini kırmış bir Sultan Mahmut, kendi öz mah Mısır ülkesinin valisiyle, neden başa çıkamamakta bakalım? — Haklısın arkadaş, tam kıyamet belirtisi… — Hele dur bakalım, daha neler olur? Durmaya kalmadı, koca Sultan Mahmut bu işleri kibrine yediremedi de dertlenip öldü. Yerine büyük oğlu, Sultan Mecit geçip oturdu. Aklı erenler: — Eh, belki bunda bir uğur vardır, — dediler. Millet soluğunu kesip beklerken, yeni padişahın, gündüz gözüne ortaya çıkıp bir ferman okuduğu duyuldu. Bu fermana göre, bildiğimiz gâvur tayfası hâşa sümme hâşa Müslümanla bir oluyor. Sanki âhir zaman peygamberi hiç gelmemiş de Müslümanlık bunca zamandır dünyayı tutmamış gibisine… — Hey oğul! «Gayrı, gâvura ‘domuz gâvur’, Yahudiye, ‘rez*l çıfıt’ Ermeniye ‘din düşmanı’, diye bağırmak yok!» diyeyim de sen anla! — Olmuş bile… Çoktaaan olmuş… — Şu halde bu yeni çıkan oğlan, bildiğimiz deli… — Deli meli değil… Fermam gönlüyle mi okumuş, hayır, zor altında okumuş.

— Zorlatan kim? Pantolonlu asker mi? — Yedi kral başına çökmüş fukaranın… «Ya ferman. Ya savaş» demişler. Aslında bunlar vezirlerden el peydahladılar. Gâvurla sözü bir edenlerin başında, Koca Reşit Paşa denilen bir herif varmış… — İşte gördün mü? Hep Yeniçeri ocağına edilen hakaretin boku… O mübarek ocak, o biçim söndürûlmeyecekti. Yeniçeri arslanlanm gâvur niyetine kırmasaydılar, şimdi her biri, Osmanlı’nın ardında bir karlı dağdı. — Artık o taraflarını ben bilmem. Yeni padişahı tıfıl görüp 12 fena sıkıştırmışlar. Bir hırka odası varmış, her neredeyse, oraya apansız sokmuşlar da, nâmertler bir güzel yemin ettirmişler. — Ne üzerine? — Kur’ana el bastırmacasına… — Onu demedim. Neyi yapacak da, neyi yapmayacak? — Haa… Bundan böyle vezir vüzera kafasını, keyfi keseme-yecek… — İşte şimdi bitti. Evet, aklım yattı kardaş, bu kez Osmanlıya kurtuluş yoktur. Yahu, koca bir padişah, keyfe gelip kafa kesmeyince fermanını nasıl yürütebilirmiş? Tamaaam… Bitti. Başka kıyamet işareti istemez. — Dirile ki hey akılsız, dahası var: Mültezimler tekmil kalkası. Ayan mayan da beraber… Yallah… —Aman… — Amam zamanı yok, bu böyle… İltizam yasak… —• Mültezim olmayınca rüsumu, âşân kim toplayacak? — Orasını bilmem.

— Nasıl bilmezmişsin? Köylü, adama, gönlüyle iki buğday danesi verir mi? Peki, bu kârhane neyle dönecek? Devlet işini sordum? — Vallaha benim de aklım ermedi. Bundan böyle memur takımına da haraç, bahşiş, rüşvet yokmuş… Bunlar aylığa bağlanası… —• Çok şükür, yalan olduğu işte meydana çıktı. Bu kadar adama her ay başı aylığı nerden bulacaklar? Yeniçeri yiğitlerinin kırdırılması bu maaş yüzünden değil miydi? Hazmede para kalmayıp o ayın maaşı çıkamayınca, Sultan Mahmut «Kırılsın» dedi, kırdırdı. Eyy, şimdi n’olacak? — Vallaha, orası bana karardık… Bu haberin aslı çıkınca, Çorum’un birinciye gelen mültezimi Çaktr Kâhyaların Osman efendinin, hırkadak soluğu düğümlendi. Durduğu yerde, yüreği çatladı da herif «Allah!» diyemeden öte dünyaya mundar gitti. Osman efendinin ölümüyle söz yeniden ayağa düştü. — Kardaşlar, Osman efendi ağamdan iyisini mi bileceğiz? Herife bu gün Kuyruklu* Sarrafından kâğıt gelmiş. «Ben çekme* İltizam işlerine, «kuyruklu» denilen ferman sahibi sarrafların kefilliğiyle girilebilirdi. 13 ceyi kırdım. Sarraflıktan vazgeçtim. Sen de, acele başının çaresine bak! Bu ferman başka ferman… » diyesi… Fukara Osman efendi ağam, bir kere «Vay yandım!» diyebilmiş, o kadar… — Neden? Koca İstanbul Galata’sında kendine bir başka Kuyruklu sarraf bulsa? — Kuyruklu sarraf bulmaya bulamaz. Çünkü bütün kuyruklular çekmecelerini kırıp savuşmuş. Osman efendi ağamı bitiren belâ şu: beş yıllığını peşin ödeyip, iltizamı yeni aidiydi. Daha ilk yılın ağnam resmini, harman öşrünü toplamaya fırsat bulamadan iltizam kalkınca… — Peki geride kalanlar ne halt edecek? — Kim? Oğlu Halil efendi mi? Halil efendi, bildiğimiz inatçı herif… Fazladan öfkeli… Rahmetli babasına «Yüreğini çatlatacak sıra mı kodoş!» diye söverken, ayan Dilâver ağa yetişmiş. Bunlar biribirlerinin arkasından evvel-eski laf atarlar ama, beraber büyüdüler, hocaya beraber gittiler.

— Uzatma… Dilâver ağanın gelmesi neye? — Hamiyyetinden… Bilmez değilsiniz ya, saftır. Osman efendinin ölmesine çok yanmış… Halil efendiye: «Hiç meraklanma, kardaş, ferah ol!» demiş, «Ben ayan kaldıkça sana ölüm yok… Osman emmim boşuna korktu da yüreğini çatlattı. Biraz sabretseydi iyiydi. İstanbul’da okunan ferman buraya yetişemez. Aralıkta bir yerde kaybolur. Biz hiç mi ferman görmedik? Keyfine bak, mültezimliğin mültezimlik… Köylüden, kentliden bir edepsizlik eden olursa derisini yüzer, içine saman deper, İstanbul padişahına gönderirim. Sen öyle mi belledin?» diye kükremiş. — Hamiyyetinden mi hey oğlum? Kendisinin de iltizamı var. «Anca beraber kanca beraber… » hesabı… Bu ona arka çıkıyor ki, yar başında beriki de onu tutacak… Benim duyduğuma göre okunan ferman, ayan defterini de, bir vakit olduğu gibi, yakmakta… — «Bir vakit olduğu gibi…» dedin, eğer o vakitki gibiyse Dilâver ağam haklı… O vaktin padişahı da ayanı kaldırmış, yerine gelen yeniden koymuş… — Vallah, ben de çarşılının yalancısıyım. Bâzı besmelesizler, «Çakır Kâhyaların faiz hesaplarını su götürdü» diyerek bayram etmekteler. Eğer Dilâver ağanın âyanlığı da elden giderse Çakır Kâhyalar temelli batar. 14 —- Nedir yahu? Dünyanın bu hali neyin nesi? Ayanla mültezim olmayınca Osmanlı padişahı denilen derbeder, âşârı, tekâlifi kendi başına mı toplayacak? Askeri kendisi mi sürecek? — Kulak asma efendi, Dilâver ağa haklı… Osmanlının yasağı üç gün… Böyle düşünenler gene haklı çıktılar. Osmanlıyı başka belâlar bunalttığından, yeni padişah şerrini Çorum’a sıvaştıramadı. Ferman unutuldu. Dilâver ağa âyanlığında, Çakırların Halil efendi mültezimli-ğinde kaldı.

Arada ne olmuşsa Halil efendinin babası, Çakırların Osman efendiye olmuştu. İstemezler bir zaman: «Herif eşşek cennetini boyladı ki teker meker…» diye gülüştüler o kadar… Babasından boş kalan âyanlık sedirine, Çapanoğlu fermanıy-le oturduğu zaman Dilâver ağayı Çorumluların gözü, hiç kesmemişti ama, bunda biraz haksızlık ettiklerini giderek anladılar. Dilâver ağa saf adamdı. Fazla para canlısı değildi. Bunca yıl babasının yanında memleketin girdisini çıktısını, ayısını kurdunu iyi öğrenmiş olmalı ki, az vakitte âyanlığı toparladı. Aklının ermediği yerde işi zora döküp, kötüsü gelince sızıltıya meydan vermemek için anlamazdan, bilmezden gelerek işi yürüttü. Bir kusuru vardı. Karıya düşkün, uçkuruna gevşekti. Oğlandan, kızdan hiç çocuğu olmadığı için, bunu keyfinden değil, evlât uğruna yaptığını söylüyor, konakta birbirinden güzel dört karısı varken, üç vilâyet ötede bir namlı kahpenin adını duysa, ossaat ısmarlayıp getirtmeden gözüne uyku girmiyordu. Fazladan gör-geç değil, gönlü sulu herifti. Güzel karıya hemen tutuluyor, aylarca of çekiyor, dumanı tepesinden çıkıyordu. Bütün baskın hovardalar gibi kıskançtı. Kasabanın kopuklarına göz açtırmaması milletin ırzını, namusunu korumak gayretinden çok, bu aşın kıskançlıktan ileri geliyordu. Arkasına, yirmi beş, otuz silâhşor toplamış, bunların üstüne, Kara Cehennem adında birini Delibaşı koymuştu. Kara Cehennemin aslı, çingene milletindendi.

Herif yıllarca Çapanoğullannın zındancıbaşılığını, cellâtlığını yapmış, kendi lafına göre, saçının kılı kadar adam asıp, adam kazıklamıştı. Bunun yalan olmadığı suratının nursuzluğundan da belliydi. Herifin işi yalnız Dilâver ağaya Delibaşlık yapmak değildi. Çorum ahvâlini Çapanoğlu’na gizlice yazdığı da biliniyordu. Dilâver ağa, kasaba kopuklarının terbiyesini işte bu Kara Cehennem denilen besmelesize bırakmıştı. Kara Cehennem, gece 15 gündüz kol geziyor, ağasının çöplüğünde eşinmek isteyen körpe horozların haddini bildiriyordu. «Edebini takın!» zılgıtından sonra verdiği ilk ceza: Oğlanın pantolon kıçım, kasabanın ortasında makasla kesip evine gerisi açık göndermekti. Kahpeliğin nizamım hak edemeyip delikanlıları birbirine düşüren acemi orospulara, «Zenaati iyi öğrensinler!» diye meydanlarda akıl dayağı attığı da görülmüştü. Sözün kısası: «Gâvura, gâvur denilmeyecek» fermanının duyulup unutulmasından bu yana, on beş yıl geçti. Bu on beş yıl içinde Osmanlı padişahı, Mısır’ı elden çıkardı, memleketin iki yerinde patlayan iki büyük ayaklanmayı bastırdı, tam on üç defo sadrazam değiştirdi, ama Çorum’un düzeninde göze görünür hiç bir değişiklik yapamadı. Eğer Kambur Kadı çıkagelmeseydi, belki 1955’e kadar da hiç bir şeyi değiştiremeyecekti. Kambur Kadı’mn Çorum toprağına ayak basması Kırım Savaşı’mn başlangıcına rastlamıştır. Herifin kılığı kıyafeti, yapısı, kalıbı pek göstermiyordu ama, yerin altından üstünden haberi vardı. Sanki, olup bitenleri gözleri ile görmüş, nice devletlerin sır kâtipliğini yapmış gibi, birçok meselelerin içyüzünü Çorumlular bu Kambur Kadı’dan öğrendiler. Kambur Kadı, en başta III.

Selim’in tahtından alaşağı edilmesini gözleriyle görmüştü. RahmetU Kabakçı Mustafa hazretleri, bakıyor ki, din min elden gidecek, bir sabah, Allahın izniyle, başkaldınyor. O sıralar Kambur oğlan, on yaşında var yok… On yaşında ama, yüreği aslan yüreği, aklı, bildiğimiz İbni Sina aklı… «ibni Sina… Yâni akıl kaybolsa yenisini yapat{» Kambur oğlan rahmetli Kabakçı hazretlerinin askerine karışıyor. Beraberce yürüyorlar, III. Selim’in dört yanını sarmış gâvur bozmalarını çil yavrusu gibi dağıtıyorlar. Sultan Mustafa’yı tahta oturtuyorlar. Buna, o sıra Kabakçı hazretleri yekten beşik ulemalığı veriyor. Derken Rumeli’nden Alemdar Mustafa Paşa imansızı, bir oyunla İstanbul’a gelmez mi? İstanbul’a yıldırım gibi geliyor. Fukara Kabakçı Mustafa hazretleri duaya, oruca dalmış… Alemdar basınca Selim’in işim bitiriyorlar ama, Mahmut’u ellerinden kaçırıyorlar. Sonra Alemdar’ın ölümünü seyrediyor. Herifi kara akrep gibi ateşle kuşatıp kendi kendini gebertmeye zorluyorlar. İmansız gidiyor. Cehenneme direk… Kambur Kadı’mn dünyadan el-etek çekmesi, asıl, Yeniçeri 16 kırımı sebebiyle… Kafasını yumruklayarak anlatıyor: — Ocağa kıymadılar, dine, imana kıydılar, Gâvur ne demiş bakalım? «Hey Osmanlı, hey Osmanlı! Ettin mi kendine edeceğini… » demiş… Bir vakit gülmüş… — Kambur Kadı, lafın burasında cübbesinin yeniyle gözlerini kuruluyordu—: Evet biz bize ettik… O kurdoğlu kurtlara kıydık. Ama sonu ne oldu, ey efendimiz, işte böyle oldu. Hani Osmanlıya sınır boylannda etten kale kesilen yiğitler? Kambur Kadı, bir yandan gözlerini kurularken, bir yandan burada nasıl bir dolap döndüreceğini, kime kapılanacağını tasarlıyordu.

Sonunda, Çakır Kâhyaların Halil efendinin parasından Dilâ-ver ağanın saflığını daha kârlı buldu. Postu ağanın konağına serdi. İlk domuzluğu da mahkeme işlerini fukara Dilâver ağanın başına sarmak oldu. — Biz okumuşluğumuzla biliriz efendim, seninkisi düpedüz keramet… —diyordu—. Neden mi? Çünkü burada padişah vekilisin, aynen halife postunda oturmaktasın. Haklıyı haksızdan ancak yüreğinin sezgisi ayırt edebilir. O gâvurluk fermanının sökmeyeceğini sen okumakla mı bildin? Hayır, iman gücüyle bildin!. Önceleri biraz şaşıran, biraz pirelenen Dilâver ağa, «Yahu şu çarpuk çurpuk softadan adama ne fenalık gelir ki?. Belli bir şey, Allahm bir aptalı… Bizi yüreği sevdi.» diyerek kendini herife kaptırdı. Önceleri gizliden kabanrken, giderek değişti, iyiden iyiye kasılır oldu. Halife vekilliğine, yüreğinin sezgi kuvvetine inandı. Artık burnundan kıl aldırmıyor, aklına her geleni söyleyip «eyvallah» denilmesini istiyordu. Çorumlu: — Hele dur bakalım uşak? Bunun sonu nereye varır? — diye fikre dalmıştı ki, günlerden bir gün kasaba halkı davul gümbürtü-süyle zıpladı. Tellâllar şöyle bağınyorlardı: — Allahmı, peygamberini sevenler ağa konağına… Din iman sahipleri ağa konağmaaaa… Hak yolunda savaş günüdür haaa… Duyup gelmeyenin kansı boş düşer haa! Kimi duymamış oldu ama, duyanlar: — Nedir? — diye koştular.

Çorum ayam Dilâver ağa, düşünmüş taşınmış, Osmanlı Padişahının Silistre kalesine imdat gitmeye karar vermişti. Başına 17 asker topluyordu. — Peki, bu herif Rumeli’ne yetişene kadar Silistire kalesi ya düşer, ya kurtulur. Sakın bizimki bir oyunla İstanbul padişahını alaşağı etmeye gitmesin? — Töbe de… Padişahla arası iyi… Acımış da imdat koşturuyor. — Kaleyi çeviren düşman çokluksa, Çorum uşağını tekmil kırar. Aman bu deliye uyup muyup… — İyi ya… Bizimkinde eskiden böyle huylar yoktu. Padişah kardeşine imdat gitmek nerden çıktı? — Kendisi mi çıkardı? Kambur Kadı denilen besmelesizin oyunlan… — Bundan böyle bizim Dilâver ağamız her çevrilen kaleye imdat gidecekse işimiz var. — Padişah kardeşiyle arasının nasıl olduğuna bakar. — Demek iyiyse… — İyiyse kendisi nasıl tutsun! İster istemez atlanıp yürüyecek… Duymadın mı en ufak lakırdısı: «Kanlar boş düşer, haaa!» Aklı erenlerin bir takımı gülüp geçti, bir takımı bu başlangıcı hiç beğenmedi, suratını astı. Çorum ayanı Dilâver ağanın arkasına düşüp, Silistire kalesini düşmandan kurtarmak için asker yazılanlar, birkaç kişiyi geçmeyince ağa pek şaştı. Biraz öfkelendi. Az kalsın Çorum’luyu zorla askere alacaktı. Bereket Kambur Kadı, belâyı önledi. Başka bir öğüt verdi: — Böyle olur. Kul cahildir.

Aklı ermez. En iyisi, biz zindandaki arslanları alıp gideceğiz. «Gideceğiz» diyordu ama, kendisi gidicilerden değildi. Dilâver ağa, «Denize düşen usturaya sarılır» hesabı, bu aklı beğenmiş oldu. Hemen Kara Cehennemi’ne emredip zindanı boşalttı. Silistire kalesine imdat giden askerin kasabadan çıkışı, tıpkı tıpkısına Sultan Süleyman’ın Viyana seferi için İstanbul’dan yola düzülmesi gibi olmuştu. Kambur Kadı, Büyük caminin minberindeki yeşil sancağı alıp Kara Cehennem’in omuzuna verdi. Hıdırlık şeyhi, baş imam, medresenin bütün mollaları ilâhiler okuyarak öne geçtiler. Arada davullar güm güm ötüyor, çingen zurnacılar kıyameti koparıyorlardı. Zindandan çıkanlar için şun18 dan bundan at, silâh uydurulmuştu. Bunlar kalenin kapkaranlık zindanından iple çekilip çıkarılmış bitik zavallılardı. Seyirciler, at üzerinde nasıl durduklarına, silâhları nasıl taşıyabildiklerine şaşıyorlardı. Gürültüye koşan kocakarılar ağlaşmaya başlamışlardı. Dilâver ağa, Silistire kalesinin kurtanlması seferine işte böyle uğurlandı. Çorumlu, birkaç ay sonra gelip geçen gariplerden, Dilâver ağasını sorar olmuştu: — Bizim orduyu, yolda molda gördün mü kardaş, bizim orduyu… — Ordu çoook… Nasıl ordu? — Eh… Kendisine elverir bir ordu… Başında bizim ayanımız Dilâver ağa var.

Töbe! Asıl bizim Kara Cehennem var. Kara Cehennem’i bir gören bir daha hiç unutmaz. Kara yağızın da katran karası… — Evet, böyle birilerine bir yerde kavuştuk gibi gibime… Yanımızdan geçip baş yukan gittiler. Bilenler, «Bunlar Silistire’ye imdat gitse gerek» dedilerdi. Demek sizin adammızmış? — Buranın ya! Bizim… — Ben onları çok yiğit gördüm. Onlara düşman hiç dayanamaz. Onlar girdikleri yeri bozarlar. — Bozacakları yüzde yüz… — Allah gâvur kurşunundan esirgesin! — Âmin!… Dilâver ağa, mayıs sonlarına doğru yola düşmüştü. Fırsattan faydalanıp babasının ağası Çapanoğlu’nu da görmek için Yozgat’a uğrayacaktı. İki damla yağmur düşse, biraz duman çökse, Kambur Kadı, dizlerini dövüp çırpınıyordu.: — Aman hey Allah! Bizim yiğitler, bir afata yakalanmasalar da, er meydanına vaktiyle yetişseler… Düşmana güzelce koyulup bir yaman kılıç çalsalar! Tam üç ay on gün sonra, Dilâver ağadan ilk haberci geldi. Geri dönüyormuş, askerin ucu Sungurlu yolundan ha görünmüş, ha görünecekmiş… Gene davullar vurulmaya, zurnalar inlemeye başladı. Gene büyük caminin yeşil sancağı çekildi. 19 Millet bu sefer, kendisinden hiçbir şey istenmediği için yediden yetmişe sokaklara dökülmüştü. Çorum da, dış kalesiz bütün ortaçağ kasabaları gibi, kanşık, hantal, eski püsküydü.

Uzaktan bakınca, yumruktan sakınmak için başını kısarak yere çökmüş bir dul kadma benziyordu. İçlerine dönük, kibirli eşraf konaklanyle kamburlarını çıkarmış birkaç caminin etrafında, biribirlerine iyice sokulmuş toprak damlı evleri harap, marifetsiz çarşısı aptal- kurnazdı. Bütün canlılar gibi, sırasında korkak, sırasında yiğit olan Çorumluların beraberce öfkeye binip direnmelerinden başka hiçbir güveni yoktu. Bundan ötürü kasaba, çoğuzaman, görmüş geçirmiş bir ihtiyarın sıkıntılı, bıkkın bakışlanyle havalan kuşkulu kuşkulu gözetler, bazı bazı da çocuklann başıboş, yorucu, biraz da hain sevincine kendisini kapıp koyuverirdi. Dilâver ağayı karşılamak için ayaklanan kasaba, işte gene böyle bir sevince kapılmıştı. Kaç yiğidin şehitlik şerbeti içtiği, kaçının gözünü kulağını, kolunu bacağını er meydanında bıraktığı pek akla getirilmiyordu. — Cenk hâlidir, öyle olur. — Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir. — Ölene Allah rahmet eyleye… Öyle bir mertebe ele mi geçer yahu! — Doğru kardaş… Bu ölümlü dünyada… Yaşa yaşa, sonun toprak… Gittiler de cennetin baş sedirine yanladılar, ne mutlu… Alaya kavuşunca Çorumlular çok şaştılar, biraz da bozuldular. Karşıdan gelenler savaş gazilerine değil, kalabalık çingen takımına, düzensiz bezirgan kervanına benziyordu. Öbek öbek, davar, inek, keçi, manda sürüleri… Deve, katır, at eşek katarları imanına yüklü… Yiğitleri biraz güneş yakmış ama hepsi güzelce semirmiş… Her birinin giderken götürdüğü silâhlar, birken beş olmuş, her birinin eyer kaşında üçer, dörder savatlı kılıç asılı… Düşmandan algı aldılar denilse, heriflerin burunlan bile kananı amış… Böyle kârlı bir cenge gitmeyenler, «Eyvah» diyerek donakaldılar. Ötekiler: — Nedir hey Allah! «Bu ne biçim bir savaş dönüşü?» demeye fırsat bulamadan Kambur Kadı’nın gür sesi gökkubbeyi inim inim inletmeye başladı: — Ömr-ü devletinle bin yaşaaa… Bin yaşaaa… 20 Medrese mollalan da, önceden belletilmiş olacak, hiç arasını sineden yırtınıyorlardı: — Yaşm uzun olaaaa… Uzun olaaaa… Dilâver ağa, mal bolluğundan alay düzememiş, araya kanş-Rllftı. Altındaki bin altınlık yağız atı tepikleyip sezdirmeden öne |Bçmeye çabalarken bir yandan da, karşı çıkanlara selâm sarkıtıyordu. Gelenler yol yorgunu olduklanndan, o gün çarşıya pazara sıkamadılar. Yerliler yerlerine gitti, yeri yurdu olmayanları, I >ılâver’ ağa konağına kondurdu.

Meraktan uyuyamayanlar, ertesi sabah askeri çevirdiler, skerler, sanki Allahtan emir almışlar gibi, nasıl gittiklerini, nasıl ldiklerini, anlatıyorlardı da lafı bir türlü Silistire kalesine ğlamıyorlardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir