Kemal Tahir – Yol Ayrimi

Murat, yemek dönüşü kravatı çözüp masanın üstüne atmış, kahveyi bitirince de kendisini çalışmaya zorlamak için gömleğin kollarını sıvayıp kâğıtları önüne çekmişti. Kâğıtlar: Başta birinci sayfanın planı… Sekiz tane boş sütun… Bunların şurasına burasına konulacak fotoğrafların yerlerini gösteren, küçüklü büyüklü birkaç dörtgen… İç haberleri gibi dış haberleri de incir çekirdeği doldurmaz, Anadolu Ajansı bültenleri… Çoğu telefonla alınıp kahve köşelerinde değiş tokuş edildikten sonra, birbirine benzemesin diye zorla karıştırıldığı için anlamsız hale gelen özel (!) havadisler… Anlaşılan, yarınki 9 Ağustos 1930 Cumartesi günü Vakit gazetesi gene başlıksız çıkacaktı. Evet, habersizlikten kırılıyordu bütün gazeteler… Oysa isyan vardı memlekette… İki aydır Ağrı Dağı’nda vuruşuluyordu. Aslına bakılırsa, umurunda değildi Murat’ın, gazeteler başlıklı veya başlıksız çıkmış… Haftada bir gece, izinli sekreterin yerine bakıyordu. Hiç de sevmiyordu sekreterlik işlerini… Röportaj yazarlığına geçti geçeli kurtulmuştu çok şükür, punto, katrat, “Yazı eksik, yazı fazla” hesaplarından… Pencerenin esintisi yüzünü alev gibi yalayıp geçince, yaz gecesinin ağır sıcağını, arkasından gürültüsüz sokulmuş birinin varlığı gibi duydu. Serinlik başlayacağına, demek ki gece ilerledikçe sıcak artıyordu. “Kızgın fırına dönmüş burası yahu!” Fırın duygusu veren, herhalde sekreterlik odasının döşemesi gibi tavanın da kesme taştan örülmüş olmasıydı. Saate baktı, dokuz buçuk… Neredeyse ajansın son bültenleri gelmeye başlar. Bir-bir buçuk saat sonra birinci sayfa da girer makineye… Bu gece de bu iş, hayırlısıyla biter burada… “Telefon etmeli gazetelerdeki arkadaşlara… Uzanmalı Boğaz’a… Bu gece yatılmaz, sabah serinliği başlamadan…” Duvardaki saat, askıdaki ceket, şapka… Masanın üstündeki telefon… Camlı dolaptaki ciltli kitaplar, bütün eşya sanki katılıklarını yitirip cıvıklaşmışlar, bulundukları yerlerde pelte gibi yayılmışlar… Kâğıtları karıştırdı. Dünkü gazete, maliyenin derlenip toplanması için Müller adında bir yabancı uzmana hazırlatılan büyük raporun tam olarak yayımlanacağını bildirmişti. Kaç kişiyi ilgilendirir Mösyö Müller’in raporu? Kaç kişi okur bunu, okuyanlardan kaçı ne anlar? İsyancılar İran topraklarından yararlandıkları için Ağrı isyanı hemen bastırılmayınca, röportajlar yapmak üzere gönderilmesini patronlara teklif etmişti. Çok uygun buldular, sevindiler, gereken izni mutlaka alacaklarını da sandılar. Halk Fırkası’nın en nüfuzlularından iki mebus… Ayrıca İsmet Paşa’nın yakınları… Çoğu akşam yemeklerini Gazi Paşa’nın sofrasında yiyenlerden Hakkı Tarık, Âsım Bey kardeşler… Başvekil İsmet Paşa, belki de bizzat Gazi böyle bir röportajdan hiçbir sakınca görmedikleri halde Mareşal Fevzi Çakmak’ın “Olmaz”ı bir türlü aşılamadı. Nedeni de gizli değil! Ordunun geri hizmetlerindeki karışıklık… İsyanın aylardır bastırılamaması göstermiyor mu aksayan yönler olduğunu? Nasıl saklanır bu kadar açık bir gerçek? Niçin? Dalgınlıkla ayak seslerini duymamıştı. Kapıda apansız peydahlanan Hademe Hıdır Onbaşı’yı görünce umursamadan sordu: “Nedir o? Ajans kâğıdı mı?” “Yok Murat Bey’im… Telgraf kâğıdı…” “Ver bakalım! Nereden?” “Yalova’dandır telgrafımız. Âsım Bey’imizdendir ve de gayet önemlidir ki, bana kalırsa…” “Daha söyleniyor! Ver şunu…” Aldı. Açılmıştı. Kaşlarını çatarak okudu: “Birinci sayfa basılmayacak stop… Mürettiphane tam kadro beklesin stop… Geliyorum. Çoruh Mebusu Âsım…” Murat sevindi. Sudan haberlerle birinci sayfa tertiplemekten kurtulmuş, çok ağır bir yükü sırtından atmış gibi hafiflemişti. Yüzüne merakla bakan Hademe Hıdır Onbaşı’ya takılmak için suratını astı: “Açık mı geldi bu böyle?” “Açık mı? Telgraf kâğıdımızı mı sordun?” Hademe Hıdır Onbaşı birden pirelenmiş, her çeşit sorumluluğu önleyecek en uygun karşılığı bulmak için telaşla yutkunmaya başlamıştı. “Biz açtık ki Murat Bey’im… Üstünde Vakit gazetesi yazılı olduğundan açtık. Yanlış olmasın ki, başkasına gitmesin!” “Yanında kimse var mıydı açarken? Telgrafçının getirdiği sırayı sordum.” “Kim, kimse mi? Kim olur bu saatta?” “Bilmem! Yabancının biri… Öteki gazetelerden?” “Yok hayır! Yoktu yabancımız… N’arasın gecenin bir vakti… Ferah ol!” “Biri bulunmalıydı ki… Ah n’olaydı, olaydı… Ben sana sormalıydım ferah olmayı…” Murat, Çorumlu olan Hıdır Onbaşı’ya takılmak istediği zaman böyle Çorum ağzıyla konuşuyordu. Hıdır Onbaşı bunu bildiğinden hemen rahatlamıştı. Gazeteye, saray şoförü Çorumlu Dadal Efendi tarafından yerleştirilmiş, işe girdiğinin haftasında –askeriyenin bölük eminliğinden kalma yatkınlıkla– patronların ispiyonu kesilmişti. Bütün ispiyonlar gibi kendini öteki çalışanların üstünde görüyor, Murat’a karşı gösterdiği alçakgönüllülük, Dadal Efendi’nin ahbabı olmasından, bir de yaman yumrukçuluğunu gözleriyle gördüğündendi. Şakaya koşularak ürkmüş gibi boynunu büküp yılıştı: “Aman beyim… Vay başımaaa! Demek bu telgraf kâğıdı… Ne demeye gelmekte oh Murat Bey’im? ‘Birinci sayfa basılmasın,’ demiş Âsım Bey’imiz… Sakın bu laf, askeriyenin gece nöbeti parolası gibi… Ne demeye gelmekte peki? Gizlisi nedir bunun?” “Gizlisi… Gazete kısmının gidişatı askeriyeden hiç farksız değil midir? Şuncacık şeyi belletmedi mi Yazı İşleri Müdürümüz? Gazetenin gizlisi korunmazsa n’olur bakalım?” “Nedir bunun gizlisi aman beyim? Az biraz çıtlatmalı ki kimden korunacağı bilinmeli…” “Kimden he mi? Vay ki yazık senin takındığın onbaşı nişanlarına! Ya bura nere sefil Hıdır? Bura İstanbul değil mi? Ya İstanbul’dan başka İstanbul var mıdır akılsız? İstanbul’a kurban olmalı! Başkaca burası eskinin Babıâli’si olup adı, Gazi Paşa’mızca geçenlerde Ankara Caddesi’ne çevrilmedi mi? Burda kimler eğleşir bakalım, fetvazlar eğleşmez mi? Görmeden sezinleyen ve de sezinlemesiyle gizlimizi tuzsuz yağdan kıl çeker gibi çekip alan nice nice köpoğlu köpek buraya birikmiş değil midir?” “Fetvaz olmakla… Bizim bilemediğimiz gizlimizi… Yabanın fetvazı… Hayır, sezinleyemez koca Tanrı’ya şükür…” “Şundan sezinler ki akılsız Hıdır… Telgrafın gelmesinden bile sezinler. Bir gazeteye telgraf kolayına mı gelir? Hayır, gayet zoruna gelir ve de zorlu durumlarda gelir. Hele ki Vakit gazetesine telgraf büsbütün önemli olduğundan gelir! Sağ olsunlar, var olsunlar ve de koca Tanrı bizim kazancımızdan alsın, onların kazancına katsın! Patronlarımız, kendin bilmez değilsin ya, cimri pinti değillerse de, eli sıkı ve de kolayına para harcamaz bilinir ve de bunun yalanı ve de şakası hiç yoktur. ‘Âsım Bey Yalova’dan telgraf çekti’ ne demek? Paraya kıydı ve de sanki canını ortaya attı demek… Çünkü bizim, dünya durdukça durası patronlarımızda mal canın yongası değil, belki de can malın yongasıdır. Bu sebeple temeline tükürdüğüm bu Babıâli Yokuşu’nda ve de Ankara Caddesi’nde bütün gazetecilerin gözü, ortalık karardıktan bu yana, Vakit gazetesinin kapısındadır. Bunlar buraya telgrafçının girmesini görmeleriyle ossaat bir bokluk olduğunu kestirirler ve de benim aklıma geleni işlerler.” “Aman Murat Bey’im nedir senin aklına gelen?” “Benim aklıma gelen Hıdır Ağa, eski gazeteleri önüme çekip yumulmak, hangi olayın azıp, azgınlaşıp, kabarıp, taşıp birinci sahifeye hopladığını arayıp bulmaktır. İşte bu sebeple… Sen… Allalem… Cümle kapımızı kilitlemeden ve de ardına kol demirlerimizi dayamadan çıktın geldin! Tüh yüzüne derbeder Hıdır! Dur, eğlen… Sözün gerisini dinlemeden nereye? Seğirt Başmürettip Haydar Baba’ya… Hemen gelsin… Bu dakkadan sonra, içerdeki içerde, dışardaki dışardadır. Sinek girip çıktı mı bittin bil! Yallah…” Hıdır Onbaşı kapıyı açık bırakmış olmalı ki, topaç gibi dönüp pervazlara çarparaktan çıkmıştı. Murat cigara yaktı. Telgraftan önemli bir haber olduğu anlaşılıyordu. “Millet Meclisi yaz tatilinde… Gazi çoktandır Yalova’da dinleniyor. İsmet Paşa da geldi geçende… Nolabilir peki?” Gözlerini kısarak son günlerin haberlerini hatırlamaya çalıştı. “Hayrola Murat Bey? ‘Birinci sayfa basılmayacak,’ dedi Hıdır ayısı… ‘Mürettiphane beklesin!’ diye telgraf çekmiş patron… Doğru mu?” “Evet…” “Ne dersin?” “Ermedi aklım…” “Patronu Saray’dan mı çağırdılardı, kendi mi gittiydi Yalova’ya?” “Bilmem.” “Ağrı işi bitti, desem… Ya da herifleri kovalamak için İran topraklarına girdik de… çarpışma filan mı?” “Haklısın. N’olabilir?” “Anlarız birazdan… Nerdeyse gelir Âsım Bey… Musahhih Selim Bey’e söyleyin lütfen… Bizim gazetenin ağustos sayılarını getiriversin bana…” Uzakta, yukarda bir yerde, haldır haldır çalışan baskı makinesi, medrese hücrelerine benzeyen taş odaları, kalelerin gizli su yollarını hatırlatan daracık taş merdivenleriyle Vakit gazetesi idarehanesinin garip yapısını temellerinden çatısına kadar belli belirsiz sarsıyordu. Murat kapıdan çıkmak üzere olan Başmürettip Haydar Baba’ya seslendi: “Bakın n’apalım Haydar Baba… Fazla basalım gazetenin ikinci yüzünü… Bana epey önemli geliyor bu iş… Telgraf çekmezdi yoksa bizim patron paraya kıyıp… Hele Yalova’yı bırakıp hiç gelmezdi gece vakti…” “Basmak kolay ama… İyi düşün… Benim bildiğim Âsım Bey, hiç bakmaz, kâğıt parasını keser aylığından… Elektrik parasını… Mürekkep parasını bile hesaplayıp keser…” “Kessin! Sorumluluk benim. Bak bakalım senin tezgâhta yetişen Murat oğlunun gazetecilik sezisi… koku almak gücü nasılmış? Durdurma baskıyı…” Haydar Baba çıktı. Murat eli çenesinde açık kapıya daldı. Kızgın havada petrol, kötü mürekkep, makine yağı kokusu vardı. Ayaklarının ucuna bastığı için ses çıkarmadan yürüyen Hademe Hıdır omzu üstünden arkasına bakarak gizli bir işe gelmiş gibi boynunu uzatıp fısıldadı: “Kahve gelsin mi Murat Bey’im? Gelsin mi az şekerli?” “Hay çok yaşa Hıdır Ağa!” “Dedim ki… Kahvenin sırasıdır, dedim…” Hep öyle ayaklarının ucuna basıp omuzu üstünden arkasını kollayarak masaya yaklaştı: “Bak ne geldi benim aklıma… Dadal Efendi hemşerimizin geçenlerde dediği çıktı mı sakın?” “Neymiş Dadal Efendi’nin dediği?” “Dediği… Vay ki vay… Evet, şimdi iman ettim, ‘Saray şoförü’ dedin mi on dakka düşüneceksin! Ne demektir Saray şoförü? Pire zıplasa haberli demektir. Çünkü Gazi Paşa’mızın yanındadır. Başkaca, dem denilse demiri bilir kurnazlardandır. Ne fayda ki, vakti gelmediğinden açıklamadı büsbütün… Lafı dolandırdı biraz… Anlayana sivrisinek saz, demeye getirdiydi. ‘Sen bu Ağrı işinin uzamasını salt Ağrı işi belleme Hıdır Onbaşı,’ dediydi.” “Ya?” “‘Benim sezinlediğim, dünyalar durdukça durası Gazi Paşamız uygun kertesini gözlemekte ve de saatini, dakkasını şavullamakta,’ dediydi. Demek… Evet, Gazi babamız, yıldızları yıldızcısına gözletip, bakıcısına bakım baktırdı ve de düşe yatıcıları düşlere yatırıp hüddam sahiplerine hüddamları yoklataraktan hayırlı zamanı aratıp buldurdu. Buldurmasıyla ‘Ağrı Dağı’nın kuyruklu Kürt’ünü kırmaktan bir şey hasıl olmaz. Fesadın başını ben bilirim,’ dedi.” “Kimmiş fesadın başı?” “Şuncacık şeyi bilirsin ya, gazeteci olduğundan bilmezden gelirsin! Fesadın başı… Acem… Evet, dinim gibi bilmekteyim… Telgrafımızın gizlisi: Gazi Paşa’nın Acem’e daldığı haberidir. Koca Tanrı’ya şükür, derbeder Acem Şahı’ndan, Tebriz’imizi ve de Şiraz’ımızı ve de çevresi cennet bağına benzer Urumiye gölümüzü çekip alsa gerektir. Seferberlikte Enver Paşa’mızın kardeşi Nuri Paşa’mızla ve de emmisi Halil Paşa’mızla gezdik, gördük biz oraları… Müslüman yatağı yerlerdir ki, Kızılbaş Acem’in akılsız başına dünyayı dar eden aşiret Müslümanı yatağı bir yerlerdir. Hahahay ki ne kadar güzel! Evet, bunun sonunda Gazi Paşamız, Şah’ın sarayını başına yıkıp, hazinesini askerine yağmalatıp, tacını tahtını belki de top kâküllü avradını omuzlayıp getirse gerek! Bunlar böylecene olmalı ki, ben kas kas gülmeliyim. Çünkü seferberlik sırasında, dini gevşek, imanı bozuk takımı ‘Olmaz öyle şey!’ dediydi. Ya bizim alay müftümüz ne buyurduydu buna karşı? ‘Enver Paşa’mızın bu yolda fermanı vardır, hemi de geri alınmaz tuğralı fermandır.’ buyurduydu. ‘Bu kez olmasa da hiç değeri yok, yüz yıl sonra Osmanlı’yı toplanıp birikti bil, bir uğurdan yumulup fermanın buyruğunu yerine getirdi bil,’ dediydi. Bugünü gördüm ya, Murat Bey’im, bundan böyle kötü Hıdır ölse de gam değil…” Hıdır Onbaşı’nın biraz önce Başmürettip Haydar Baba’nın söylediği birkaç kelimeyi kullandığı, böylece Murat’ın ağzını da yoklamak istediği anlaşılıyordu. “Ağzından cevahir taşı saçmaktasın ya, olur mu dersin Onbaşı?” “Olur mu ne demek? Oldu bile… Çünkü benim sezinlediğim… Aslan sütü şişede durduğu gibi durmayıp… Gazi Paşa’mız, şişeyi ikileyip üçleyince köpürüp taşıp… Bildiğin keyfe binip… Enver Paşa kardaşının fermanı aklına gelmesiyle… Hiç bakmamıştır ve de İsmet Paşa’mızın ‘Aman olmaz!’ demesine hiç kulak asmamıştır. Evet bu kez, Gazi Paşa’mız, ‘Acem’i senden isterim!’ fermanını Külahı Eğri Salih Paşa’ya ulaştırdı. Eğri Külah Salih Paşa’mızsa bu kadar arkayı bulmasıyla ne demiştir bana sorarsan? ‘Ben Acem’i bitireyim de dilerse İsmet Paşa beni ipe çeksin!’ demiştir. Evet, emri almasıyla üç kez öpüp başına götürüp, ‘Vaktine hazır ol ey Acem Şahı! Vardım,’ demesiyle… Askeri çekmediyse de çekmesine çok bir şey kalmamıştır. Yumulup yetişecektir, dinim gibi bilmekteyim ki, hiç aman zaman vermeyip…” “Peki… Külahı Eğri Salih Paşa daldı tuttu, vurup Acem’i çökertti diyelim, ya buna karşı İngiliz n’apar?” “İngiliz mi? Böyle hayırlı bir işe İngiliz n’apacak? Akıllıysa, ‘Olmuş işin kötüsü olmaz. Olmasa iyiydi ya… Olmuş bikez,’ diyecek! Biz öyle biliriz. Olmuş işin kötüsü olmaz, olsa olsa az biraz ceremesi olur. Onu da kırar sarar, bulur toplar, ‘Paranı bil ve de edebini bil,’ diyerekten önüne atıverdin mi…” “Ya tependeki Moskof?” “Moskof mu? Moskof’a boşver! Hayır, İngiliz’in hay hay dediğine Rus ağzını bile açabilemez. Acem’i bitirmiş Türk’ün uğrunu keseyim der demez, başına göklerin çökeceğini kestirir ki, kötü Moskof, ossaat kestirir.” “Demek senin hesapça, Külahı Eğri Salih Paşa salt Acem’i bitirmemekte, İngiliz’le Moskof’u da birden bitirmekte… Ne demektir bu? Dünyayı dümdüz ettik demektir.” “Haşşunu bileydin! Türk kalkmayınca, azıp kudurup, ‘Ya Allah! Yaa Piir!’ diyerekten kılıca sarılmayınca bu köpoğlu dünyanın kağşamış çivisi yerini bula mı bilir gerisin geri? Vay ki Gazi Paşa… Vay ki, dünyalar durdukça durası Gazi Baba’mız… Sonunda bu oyunu da mı ettin adalı İngiliz gâvuruyla Bolşevik Moskof’a… Oh ne güzel! Hahahaay! Hıdır’ın kaçtır gördüğü hayırlı düşler geldi çıktı desene… Bu gece gecelerden nasıl bir gece? Aynı bir leyleyi kadir gecesi… Evet, kahve benden… Dilersen taze çay gelsin! Hayır dedin mi hiç olmaz. Kahve gelecektir ve de Hıdır Onbaşı’dan gelecektir. Eli keseye attın mı canım sıkılır ki, gör nasıl sıkılır.” “Kahve kolay Onbaşı… Selim Efendi hemşerin gelecekti. Nerde kaldı? Sesle gelsin!” “Aman iyi… Müjdeyi versem olur mu Murat Bey’im? Bunun müjdesini Selim Efendi’ye biz veriversek…”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir