Kerem Isik – Toplum Bocegi

“Ne yapalım efendim?” diye sordu fıçı göbekli, boyalı saçlı andropoz bombası. Mülakatın başında kendisini Hilmi Bey diye tanıtmıştı. İşaretparmağını sesinin karşı tarafa gitmesini sağlayan kırmızı düğmenin üzerinden çekip bekledi. Kısa süren hışırtılı sessizliğin ardından hoparlör titreyerek kendine geldi. “…issin…” Hilmi Bey bir süre anlamsızca boşluğa baktıktan sonra, “İssecekmişsin,” dedi yarım ağızla. “Ne?” Dikdörtgenden ziyade bir yamuğu andıran şekilsiz mülakat odasının orta yerindeki yuvarlak masada Hilmi Bey’in karşısında oturan sarı saçlı, sarı bıyıklı bana nedense civcivi anımsatan sapsarı adam oturduğu yerde doğruldu. “İşi aldım sanırım?” “Bilmiyorum,” diye yanıtladı Hilmi Bey. “İssecekmişsin.” Civciv adam yumruk yaptığı sağ elini havaya kaldırarak bize, halen devam etmekte olan iş görüşmesinde sıranın gelmesini bekleyen zavallılara döndü. “İşiniz bitti!” diye haykırdı düşmanca bir tavırla. “Boşuna beklemeyin. Duydunuz, işi aldım!” Bu beklenmedik gelişme karşısında, şekilsiz mülakat salonunun arka tarafında görüşme sırasının gelmesini bekleyenler için yan yana dizilmiş rahatsız yemekhane koltuklarında oturan, aralarında benim de bulunduğum kalabalık gürültülü bir şekilde inledi. Hep bir ağızdan konuşmaya başlayan adam ve kadınlardan bazıları oturdukları yerde dizlerini göğüslerine kadar çekmiş ileri geri sallanıyor, bazılarıysa haklarını aramak istercesine ileriye doğru uzattıkları işaretparmaklarını tehditkâr bir biçimde sallayarak olur olmaz yerleri işaret ediyorlardı. Tüm bu kakofoni arasında yuvarlak masanın üzerindeki hoparlör cızırdayarak bir kez daha canlandı: “Gitsin!” Hilmi Bey bir süre anlamsızca boşluğa baktıktan sonra, “Gidecekmişsin,” dedi yarım ağızla, “Demek işi almadın.” Siyah çerçeveli gözlüğünü takıp önündeki deftere bir şeyler karaladı.


(şimdi düşünüyorum da Hilmi Bey o güne dek tanıdığım en aldırmaz adamdı). Dehşete kapılma sırası civciv adamdaydı. Hışımla ayağa fırlayıp ağlamaklı, titrek bir sesle konuştu: “Fakat… Nasıl olur!” “İşi almadın,” diye yineledi Hilmi Bey, ardından bize doğru dönüp, “Sıradaki!” diye haykırdı. Olan biten anlaşılıncaya dek karmaşa bir süre daha devam etti. Ağıtlar yakarışlara, çığlıklar haykırışlara karışırken hemen önümde ayağa kalkıp sağ eliyle boşlukta daireler çizerek böğüren beysbol şapkalı dev anası yüzünden sıra numaralarının listelendiği ekranı göremiyordum. Ayağa kalkıp atlayıp zıplayarak kabarık, yağlı saçlı kadının Boğaz köprüsü genişliğindeki omuzlarının üzerinden önce ekrana sonra saatlerdir elimde tuttuğum buruş buruş olmuş kâğıt parçasına baktım: 187 Evet. Hem ekranda hem de elimdeki kâğıdın üzerinde aynı rakam vardı. 187 “Çekilin!” diye bağırarak önümdeki kadına bir omuz atıp yanından geçtim. Elimdeki kâğıt parçasını havada sallaya sallaya koşarken kalabalığın uğultusu gitgide yükseliyordu. Mülakat alanı olarak kullanılan fabrika yemekhanesinin orta yerindeki platforma güçbela tırmanıp avazım çıktığı kadar bağırdım. “SIRA BENİM!” Hilmi Bey hiç istifini bozmadan yalnızca gözlerini hareket ettirerek gözlüğünün üzerinden önce bana ardından önündeki kâğıt yığınına baktıktan sonra oturmam için civciv adamın önünde durduğu sandalyeyi işaret etti. “Buyurun oturun lütfen.” Doğrusu yanından ustaca bir hareketle sıyrılıp sandalyeye oturduğumda civciv adamın surat ifadesi görülmeye değerdi. Olan bitene inanamadığı her halinden belliydi, bir sağa bir sola bakarken onu içine düştüğü bu utanç verici durumdan kurtaracak ilahi bir müdahale bekliyora benziyordu. Çok geçmeden üç tane irikıyım güvenlik görevlisi platforma çıkıp civciv adamı yaka paça uzaklaştırdı.

Zavallı adam yemekhanenin geniş, çift kanatlı kapısının ardında gözden kaybolurken hâlâ, “İŞİ ALMIŞTIM AMA!” diye haykırıyordu. “Merhaba…” Hilmi Bey gayet soğukkanlı bir tavırla gözlüklerini düzeltip kucağındaki kâğıt tomarının en üstündeki sayfaya baktı. “Arif Bey.” Gözlerini özgeçmişim olduğunu düşündüğüm kâğıt parçasından ayırmaksızın sözlerine devam etti. “Oldukça deneyimlisiniz.” Birkaç kez üst üste öksürdüm. Boğazıma sekiz on tane kuru yaprak tıkıştırılmış gibi hissediyordum. Sadece, “Evet,” diyebildim. “Üstelik evli değilsiniz. Güzel.” Bir yandan Hilmi Bey’in hakkımda ne tür düşüncelere kapılarak böyle bir cümle sarf ettiğini düşünürken öte yandan az önce yaşanan tatsız olayların sebep olduğu huzursuz havayı dağıtabileceğimi düşünerek, “Siz onu bir de anneme sorun,” diyerek aptalca sırıtır sırıtmaz boşboğazlık ettiğimi anladım. Sert bir ifadeyle gözlüklerinin üzerinden bana bakan Hilmi Bey’in laubalilikten hiç hoşlanmadığı her halinden belliydi. Boyunbağımı hafifçe gevşetip gülümsemeye devam ettim. “Özgeçmişinizden gördüğüm kadarıyla satın alma alanında epey çalışmışsınız.” “Evet.

” Az önce devirdiğim çam yüzünden ne kadar az konuşursam şansımın da o denli yüksek olacağına karar vermiştim. Hilmi Bey gözlüğünü çıkartıp hemen önündeki masaya yerleştirdikten sonra ellerini kucağındaki kâğıt tomarının üzerinde kavuşturup arkasına yaslandı. “Bahsedin o halde; son işinizde neler yaptınız?” Civciv adam neredeyse zor kullanılarak yemekhaneden dışarı atıldıktan sonra süt dökmüş kediye dönen kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Bu önemli bir işti. Son on yıl içinde muazzam bir büyüme hızı yakalayarak dünyanın sayılı şirketlerinden biri haline gelmiş olan ŞiBuMi firmasında Pazarlama ve Satın Alma Müdürü olmayı kim istemezdi ki? O an orada bulunan herkes ‘şanslı’ kişinin kendisi olacağına inanıyor olmalıydı. Derin bir nefes alıp konuşmaya başladım: “Satın alma bölümünde şef konumundaydım…” Ve sonra, gereğinden uzun süren konuşmam boyunca beyannamelerden, gümrük mevzuatlarından, satın alma politikalarının ithalat-ihracat bölümlerini zora koşmasından, aldığım eğitimlerden ve katıldığım uluslararası konferanslardan bahsettim. Ben konuşurken Hilmi Bey ne önündeki kâğıttan başını kaldırdı ne de ağzını açıp tek kelime etti. Hatta proaktiflik ve kuantum başarı [1] kavramlarından bahsettiğimde uyuyup kaldığını bile düşündüm. Konuşmama yalnızca birkaç kez, önümdeki yemekhane masasının üzerinde duran bardağı doldurup kana kana su içmek için ara verdim. Civciv adamı yaka paça dışarı atan güvenlik görevlilerinin gözleri sabırsız kalabalığın üzerinde olduğundan mülakat sırasını bekleyenlerden de ses çıkmıyordu. Neden sonra konuşmamı bitirip derin bir nefes aldığımda Hilmi Bey başını kaldırdı, kucağındaki kâğıt tomarını yemekhane masasının üzerine bırakıp gözlerimin içine bakarak şöyle dedi: “V-yaka mı yoksa bisiklet yaka mı?” “Anlayamadım?” Gerçekten anlayamamıştım. Profesyonel bir iş görüşmesinde böylesine saçma bir sorunun anlamı ne olabilirdi? Yoksa yanlışlıkla tekstil sektöründeki bir pozisyona mı başvurmuştum? “Gayet açık bir soru: v-yakayı mı tercih edersiniz yoksa bisiklet yakayı mı?” Terlemeye başladım. Hilmi Bey gözlerini üzerime dikmiş öylece bakıyordu. Yanıt vermekten başka şansım yok gibi görünüyordu. “Şey…” dedim oturduğum yerde rahatsız bir şekilde kıpırdanarak.

“Bisiklet yaka…” Bunun üzerine yemekhane masasının üzerindeki hoparlörden kıkırdamaya benzer bir ses duyuldu. Hilmi Bey öfkelenmişe benziyordu. Çok geçmeden hoparlör yine devreye girdi: “Son soruya geç!” Bu kadar kısa sürede nasıl olup da son soruya ulaştığımı düşünürken Hilmi Bey eğilip masadaki not defterine bir şey yazdıktan sonra arkasına yaslandı. “Sağ ayağınızın üzerinde dururken sol elinizde tutmakta olduğunuz bir topu yerde sektirip aynı anda da sağ elinizle bilgisayar klavyesi kullanabilir misiniz?” “Efendim?” Hilmi Bey ya benimle kafa buluyordu ya da bu, şimdiye dek bir iş mülakatında karşılaştığım en tuhaf soruydu. Ben daha bu soru karşısında nasıl davranmam gerektiğini kestiremeden masanın üzerindeki hoparlör bir kez daha cızırdadı: “Soruya yanıt vermek için beş saniyesi var!” Hilmi Bey gayet sakin bir şekilde kol saatine bakıp yüksek sesle geri saymaya başladı: “5!” “Fakat ben…” “4!” “Bu sorunun ne gibi bir…” “3!” Her yanımı ter basmıştı. “2!” Kaybedecek bir şeyim yoktu. “1!” “EVET!” diye bağırdım. Hilmi Bey hoparlörün yanındaki kırmızı düğmeye basıp, “Yapsın mı?” diye sordu. Kendimi takım elbiseyle tek ayak üzerinde durmuş, bir yandan top sektirip öte yandan bilgisayarla cebelleşirken hayal edebiliyordum ve bu hiç hoşuma gitmiyordu. Hoparlör bir kez daha cızırdadı: “Gerek yok! Bu kadar yeter.” Boncuk boncuk terliyor olmama rağmen sakin ve kendinden emin bir tavırla gülümsemeye devam ettim. Hilmi Bey masaya doğru eğilip not defterine bir şeyler daha yazdıktan sonra boğazını temizleyip, “Teşekkürler. Pazartesi işe başlayabilirsiniz,” diyerek eliyle kapıyı işaret etti. 2 Hayatımda katıldığım en tuhaf iş görüşmesinin ardından yalnızca birkaç soruyla işe alındığımı duyan kalabalık galeyana gelerek yemekhanenin altını üstüne getirmeye başladığında ben çoktan iriyarı güvenlik görevlileri tarafından kordona alınarak çıkışa yönlendirilmiştim. Doğrusu saçma sapan bir görüşme sonucunda böylesine önemli bir göreve getirilmiş olduğuma ben de inanamıyordum fakat elbette ki durumdan son derece hoşnuttum.

Görüşme çarşamba günü yapılmıştı ve pazartesiye kadar, işe başlamadan önce gerekli belgeleri hazırlayıp dinlenmek için önümde uzun bir zaman vardı. O an kendimi dünyanın en şanslı adamıymış gibi hissediyordum. Dolgun sayılabilecek maaşımla alınacaklar ve boş zamanlarımda arkadaşlarımla birlikte yapılacaklara dair zihnimde daha şimdiden listeler hazırlamaya başlamıştım. Dört gün bu şekilde göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Pazartesi sabahı erkenden hazırlanıp ŞiBuMi’nin şehrin en gösterişli semtindeki görkemli merkez binasının yolunu tuttum. İçi lüzumsuz yığınla evrak (ikametgâh, nüfus cüzdanı fotokopisi, vesikalık resimler vs vs) dolu çantamı sallaya sallaya ŞiBuMi’nin ana kapısından geçerken güvenlik görevlisi beni durdurup kol saatimi kendisine vermemi istedi. “Kim olduğumu bilmemeniz normal…” burada yaka kartından adını öğrendim, ”Tevfik Bey. Ne de olsa bugün ilk…” “Kim olduğunuzu biliyorum Arif Bey,” diye araya girdi güvenlik görevlisi. “Fakat yine de saatinizi almam gerekiyor. Hilmi Bey’in talimatı var. Onun yerine şunu takmalısınız.” Tuhaf görünümlü, deri kayışlı bir saat uzattı. Daha ilk günden sorun çıkarmamak için istemeye istemeye kendi saatimi Tevfik Yaltacı’ya teslim edip onun uzattığını koluma taktım. Yeni bir saat takan herkes gibi kaçı gösterdiğine baktım. Onu on geçiyordu.

“Pardon ama bu yanlış,” diyerek güvenlik görevlisine doğru ilerledim. “Saat daha sekizi on geçiyor fakat burada…” Tevfik Yaltacı tuhaf bir şekilde sırıtarak asansörü işaret etti. “Hilmi Bey size gerekli bilgiyi aktaracaktır.” Aklım karışmış bir vaziyette Hilmi Bey’in odasının bulunduğu en üst kata çıktım. Beni odasının kapısında bekliyordu. “Geç kaldın!” dedi sinirli bir ifadeyle duvar saatini işaret ederek. “Ama saat daha sekizi on geçiyor,” dedim şaşkınlık içinde. “Mesai sekiz buçukta başlamıyor mu?” Dönüp hâlâ işaret etmekte olduğu duvar saatine baktım. Onu çeyrek geçiyordu. Tekrar kol saatine baktım: 10:15. “Ama nasıl…” “ŞiBuMi’de gün içerisinde saatler işlerin yetişme durumuna göre düzenlenir. Örneğin bugün ihracat müdürümüzün saat on birde önemli bir toplantısı var fakat kendisinin hâlâ yetiştiremediği bazı raporlar mevcut. Bu nedenle saati mümkün olduğunca on bire yaklaştırarak iyice paniğe kapılmasını sağlıyoruz. Böylelikle saat gerçekten on bir olduğunda işlerini çoktan yetiştirmiş oluyor.” Dâhice bir buluştan bahsediyormuşçasına bir süre kasıla kasıla gülümsedikten sonra kendini toparlayıp hemen arkasındaki kapıyı işaret etti.

“Şöyle geçin lütfen.” Altın harflerle Hilmi Tezcan yazılı kapıdan geçerek oldukça geniş ve muazzam bir manzaraya sahip odasına girdim. “Oturun lütfen.” Yüksek arkalıklı, kabarık deri koltuklardan birini işaret etti. Dediğini yaptım fakat aklım hâlâ şu saat meselesiyle meşguldü. “Pardon ama eğer saatler gün içinde değişip duruyorsa kendi işlerimizi neye göre ayarlayacağız?” “Endişe etmeyin lütfen. Uygulama yazılımı aracılığıyla önem sırasına koyarak kaydettiğiniz toplantı ve işlerinize göre sistemimiz yalnızca o toplantı ve işle ilgili olan kişilerin saatlerini ayarlar. O da geçici bir süreliğine. Yani dışarıda gördüğünüz duvar saati aslında yalnızca bu kat için geçerli çünkü ihracat müdürümüzle birlikte aynı toplantıya genel müdürümüz de katılacak. Başka katlarda yahut başka bölümlerde çalışanlar için şu an saat ikiyi beş geçiyor ya da gece on bir olabilir.” Hilmi Bey ayrıntılı bir şekilde anlattıkça konu daha da çetrefilleşiyordu. En iyisi bu duruma alışmayı zamana bırakıp susmaktı. Sessizce başımı aşağı yukarı salladım. Hilmi Bey arkasına yaslanıp gülümsedi. “Başka sorunuz var mı?” “Henüz yok.

” “Güzel. O halde Engin Bey’e haber verebiliriz. Kendisi sizinle bizzat tanışmak istiyor.” İş görüşmesi esnasında yalnızca sesini duyabildiğimiz Engin Bey artık tam anlamıyla küresel bir şirketler topluluğu halini almış olan ŞiBuMi’nin yönetim kurulu başkanıydı. Hemen her gün farklı bir ekonomi kanalında ahkâm kesip, magazin programlarında elinde golf sopası ağzında puro boy gösterip, sanat camiasından birtakım insanlarla birlikte tuhaf isimli gece kulüplerinden çıkarken paparazzilere görüntü verdiğinden televizyonla biraz olsun haşir neşir olan herkes onu mutlaka tanırdı. Doğrusu programının yoğunluğuna rağmen benimle tanışmak için vakit ayıracak olması gururumu okşamıştı. Oturduğum koltuğa biraz daha yayılıverdim. Bu esnada Hilmi Bey telefon ahizesini kulağına dayamış muhtemelen Engin Bey’in yanıt vermesini bekliyordu. En sonunda telefona yanıt verilip de Hilmi Bey konuşmaya başladığında o günkü ikinci şaşkınlığımı yaşadım. “Alo. İge Roket. Arif şimbu. Ok!” Son derece hızlı bir şekilde sarf edilen bu anlamsız heceler topluluğu [2] bana göre unutulmaya yüz tutmuş kadim bir Afrika kabile dilinden farksızdı. Hilmi Bey yüz ifademden neler düşündüğümü anlamış olmalıydı ki gülmeye başladı. “Ah Arif Beyciğim, şimdi eminim bu adam nece konuştu böyle diye düşünüyorsunuzdur.

Elbette ki çok haklısınız, tamamen benim hatam. Size ilk önce bundan bahsetmem gerekirdi.” Bahsedeceği şeyin ne olduğunu çok merak ettiğimden tek kelime dahi edip konuyu bulandırmak istemiyordum. Hilmi Bey gülümsemeye devam ederek masif çalışma masasının yan çekmecesinden bir kitap çıkartıp bana uzattı. “Buyrun lütfen.” “Bu… nedir acaba?” diye sordum çekinceli bir şekilde kitabı alırken. Kapağında ŞiBuMi Ofisçesi yazılıydı. “Bu ŞiBuMi ailesi olarak ofisçe diye adlandırdığımız bize özel bir dilin sözlüğü. Merak etmeyin; öğrenmesi son derece basit, kullanmasıysa bir o kadar eğlencelidir. Tamamen Engin Bey tarafından geliştirilmiştir. Kendisi her konuda olduğu gibi dil konusunda da akıl almaz bir dehaya sahiptir.” Kitabı evirip çevirdikten sonra merakıma yenik düşerek rastgele sayfalar açarak göz atmaya başladım. Gördüğüm yazılardan bir kısmını anımsıyorum: FaÇe – Faks Çekmek İmÇı – İmzaya Çıkarmak ToGelNo – Toplantıya Katılmayacağım ToGelYe – Toplantıya Katılacağım BeBe – Bekleyen Beyanname Ben şaşkınlık içinde ofisçe sözlüğünü karıştırırken Hilmi Bey araya girdi. “Alışana kadar biraz güçlük çekebilirsiniz fakat bir kez alıştıktan sonra bunun ne kadar faydalı bir buluş olduğunu eminim siz de anlayacaksınız.” Söylediklerini sindirebilmemi beklermişçesine arkasına yaslanıp bir süre bana bakarak gülümsedikten sonra konuşmaya devam etti.

“Diyelim ki acil bir işiniz var ve aynı zamanda sizden bir toplantıya katılmanız bekleniyor. Toplantıya katılamayacağınızı bildirmek için ilgili kişiyi arayıp önce şirket sisteminde kimliğiniz yerine kullanılan takma adı söyleyip ardındansa ToGelNo dedikten sonra telefonu kapamanız yeterli olur. Böylelikle manasız hatır sorma sohbetlerinden ve gereksiz uzun cümlelerden tamamen kurtularak yılda yaklaşık 10 güne varan bir tasarruf sağlamak mümkün oluyor. Ofisçe olmasa boşa gidecek olan 10 koca gün… Harika değil mi?” “Ben. Şey…” Ne diyeceğimi bilemiyordum. Daha önce hiç buna benzer bir uygulamaya rastlamamıştım ve dil öğrenme konusundaki beceriksizliğim düşünülecek olursa beni zorlu bir sürecin bekliyor olacağını kestirmem güç değildi. Yine de onaylamaktan başka çarem yoktu. “Evet. Evet, gerçekten harika. Ama anlamadığım bir şey var.” Yalan söylüyordum. Anlamadığım çok şey vardı. “Nedir?” “Şu takma isimler. Sahiden gerekli mi?” “Elbette ki Engin Bey daha ayrıntılı bilgi verebilir ancak takma isim gerekliliğini en kısa yoldan şöyle anlatabilirim. ŞiBuMi gün geçtikçe büyüyüp gelişen bir yapıya sahip.

Tüm çalışan alımları büyük bir gizlilik içinde yapıldığında başka bir şubenin başka bir bölümünde çalışan ve asla yüz yüze karşılaşmayacağınız bir şirket çalışanı sizin akrabanız ve hatta kardeşiniz bile olabilir. Bu durumun ortaya çıkarabileceği tatsızlıklara engel olmak için gerçek isim yerine takma isim kullanıyoruz. Örneğin benimki Alfa Bir. Bu takma isim sistemi sayesinde Bey ve Bayan yapmacıklıklarından kurtulup kime nasıl hitap etmenin daha doğru olacağını düşünmek yerine yalnızca yapacağımız işe odaklanabiliyoruz.” Hilmi Bey duraksayıp saatine baktı. “Engin Bey neredeyse gelmek üzeredir. Dilerseniz vakit kaybetmemek için kendisini kapıda karşılayalım.” Ayağa kalkıp ofisinin kapısını işaret etti. “Bu arada konusu açılmışken hemen belirteyim. Tüm ŞiBuMi çalışanlarının kimi temsil ettiğini bildiği tek takma isim Engin Bey’inkidir. Kendisi şirket camiasında Roket olarak bilinir.” “Roket, öyle mi?” “Roket.” “Roket,” diye tekrarladım ayağa kalkarken. “Roket,” diye yineledi Hilmi Bey kapıya doğru ilerlerken. Böylelikle ilkokul yıllarından bu yana kullanmadığım roket kelimesini birkaç saniye içinde iki kez kullanmış, üç kez de duymuş oldum.

Tam önden gidip kapıyı açmak üzereyken koridordan şen şakrak kahkaha sesleri geldiğini duyunca dönüp Alfa Bir’e –bir an önce alışabilmek için takma isimleri kullanmaya başlamak en iyisi– baktım. “İşte geliyor. Roket geliyor!” Hilmi Bey çocuklar gibi şendi. Ellerini heyecan içinde çırparak benden önce uzanıp kapıyı açtığı gibi beni omuzlayarak kendini koridora attı. “Roket!” diye bağırarak çılgınca el sallarken boşta kalan eliyle ceketinin düğmelerini iliklemeye çabalıyordu. Engin Bey –yani Roket– boşluğa doğru bir kahkaha daha atıp bize yöneldi: “Ha ha ha hayyy!” Kalınca bir sargı beziyle sarılmış olan sağ elini de havada sallayıp duruyordu. “Merhaba Alfa Bir!” “Merhaba Roket!” Engin Bey bana bakıp gülümsedi. Elimi sıkmak istermişçesine sağ elini uzatıp hemen geri çekti. “Dalgınlık işte!” diyerek kahkahayı bastı. “Ha ha ha hayyy!” Bunun üzerine Hilmi Bey de kendini kapıp koyverdi. “Ha ha ha ha hayyyyy!” Henüz kim olduklarını bilmediğim takım elbiseli birkaç adam da yanımızdan geçerken başlarını geriye atıp kahkahalarla güldüler. Koridor bir anda panayır alanına döndü. Bense ne yapacağımı bilemeden öylece duruyordum. Sağıma dönünce iyice açılmış bir ağzın içindeki dolguları, sol yanıma baktığımdaysa göbeğini tutup kızarıncaya dek gülen birtakım insanları görüyordum. Bir tepki vermem gerektiğini düşünerek sırıtmakla yetindim.

Orada öylece durup aptal gibi sırıtarak sağa sola bakmaya devam ettim. Bir süre sonra Engin Bey kendini toparlayıp bana baktı ve, “Siz Arif Bey olmalısınız,” dedi. “Evet.” “Çok güzel. Harika!” dedi Engin Bey. “Muhteşem,” diye onayladı Hilmi Bey. “Tam zamanında geldiniz,” dedi Engin Bey. “Tam zamanında,” diyerek başını aşağı yukarı salladı Hilmi Bey. “Bundan daha iyi bir zamanlama düşünülemezdi,” dedi Engin Bey. “Bundan daha iyi bir zamanlama olamazdı,” dedi Hilmi Bey. Kısa süren sessizliği bozan yine Engin Bey oldu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir