Kinley MacGregor, Yagmur Yavas – Cazibenin Efendisi

Günah kadar yakışıklı vc şeytandan daha tehlikeli olan Braden MacAllister’ın hayatta tek bir derdi vardı. Bütün kadınlara bayılıyordu. Yirmi yılda, sayılamayacak kadar çok kalp çalmış ve gökteki yıldızlardan daha fazla sayıda kadını etkilemişti. Hatta söylentilere göre, doğum anında ebesi bile henüz doğan bebek Braden’m oyunbaz havasından etkilenip büyülenmişti. O güne dek yaklaşık altmış bebeği doğurtan kadın, onun gibi birine abayı yakacak kadar aptal bir genç kız gibi Braden’a mahkûmiyetini anında ilan etmişti. Çocuğun içinde bir şeytan vardı. Bu, gören herkes için açıktı. Braden, kadınların kendisinden neden bu kadar çok etkilendiğini bilmiyordu. Sadece hepsine bayıldığını biliyordu —genç, yaşlı, bekâr ya da evli, güzel ya da sıradan. Fark etmiyordu çünkü her kadının içinde genç adamın da-yanamadığı özel bir ateş vardı ve karşılığında da, kadınlar ondan büyüleniyorlardı. Her gittiği yerde, kadınlar kafa kafaya veriyor ve iç geçirip kıkırdayarak genç adamın ününden bahsediyorlardı. Bradeıı’m yataktaki becerilerine doğrudan tanık olanlar, dolaylı yoldan bilenlere tepeden bakıyorlardı. Braden karşılaştığı kadınlara her zaman çapkın bir tebessümle yanıt veriyordu. Hiçbir zaman, istekli kadınlarla birkaç dakika geçirmeyecek kadar meşgul olmazdı. Gerçekten zevk düşkünüydü.


Partnerine zevk verirken kulağına fısıldanan kadınsı, yumuşak inlemeler için yaşıyordu. Partneri üç veya dört kez doyuma ulaşmadan kendini hiçbir zaman rahatlamış hissetmezdi. Ve Braden tam anlamıyla doyuma ulaşmayı severdi. Ailesi bunun korkunç bir bağımlılık olduğunu ileri sürüyordu. Genç adam, yaşamı boyunca kadınlarda kendisini böy-lesine büyüleyen şeyin ne olduğunu anlamamıştı. Belki kokularıydı; kadınların yumuşak, esnek kollarının ve bacaklarının, kendi çıplak teninde kaydığını hissetmekti. Hayır, dedi kendi kendine. Kadınlarda en sevdiği şey tatlarıydı. Ve tam şu an, dikkatini çekmek için yarışan üç kadın tarafından kuşatılmıştı. Ghent kardeşler. Tamam, sadece ikisi hâlâ Ghent’lerdendi. Diğer kız kardeş, Piety, geçen kış Nottinghamlı Rufus’la evlenmişti. Ve Braden yaşlı Kont’u oldukça sevmesine rağmen, böyle-sıne hayat dolu genç bir kadının kendinden üç kat yaşlı bir adamın boyunduruğuna girmesini gerçekten üzücü buluyordu. Özellikle de adanı, güzel karısının üzerine titremek yerine, atmacaları ve av köpeklerinin eğitimiyle daha fazla zaman geçirince… Braden, erkek kardeşini ziyaret etmek ve İngiltere’deki toprakları için Kral II. Hcnry’ye yeminini sunmak üzere üç ay önce İngiltere’ye geldiğinden beri, Piety ona asılıp duruyordu.

Genç adam, elinden geldiğince İngilizlerle tatsızlık yaşamamak için Picty’nin baştan çıkarıcı davranışlarından ve entrikalarından ustalıkla kaçıyordu. O gün erken vakitte, Rufus’tan bir mektup almıştı. Kont, satmayı düşündüğü İskoçya’daki bazı araziler hakkında konuşmak için Braden’ı evine davet ediyordu. Braden mektubun üzerine pek düşünmemiş ve yola çıkmış, oraya vardığında ise evde yalnızca üç kadının olduğunu, Kont ve erkek kardeşlerinin o sabah Fransa’ya doğru yola çıktıklarını öğrenmişti. Braden’ın ilk eğilimi çekip gitmek olmuştu. Ama hangi ölümlü erkek, kelimenin tam anlamıyla gözlerinin önüne serilen böylesine cennet meyvelerini reddedebilirdi ki? Bu kesinlikle Braden’m karşı koyabileceğinden fazla cazipti. Onun gibi haz meraklısı birinin şeytana uymak için çok fazla bir şey yapmasına gerek yoktu. Eğer kadınlar genç adamı baştan çıkarmaktan memnunlarsa, o zaman o da baştan çıkarıldığı için kesinlikle memnundu. Üç kadın onu yatağa itip kendi zevkleri için genç adamın vücudunu özgürce kullanmaya başladı. Braden gevşedi ve leydilerin bedenini idare etmelerine iziıv vererek sadece sunduklarının keyfini çıkardı. “Lordum.** diye mırıldandı Patience koyu mavi cüppesini yere bırakırken. “Kilgarigon Ejderhası’nı nasıl öldürdüğünüzü bize tekrar anlatın.’* Prııdence, Braden’ın sağ ayağındaki çizmesini ve çorabını çıkarana kadar çekiştirdi. “Ben, Londra’ya giderken karşınıza çıkan eşkıyayı halletme hikayenizi tercih ederim.

Pietv ellerini Braden’ın uyluklarından kalçalarına kaydırdı. Elleriyle genç adamın kalçalarını avuçlarken, “Ben de hemen buracıktaki bu popoyu tercih ediyorum/* dedi. “Ah. leydiler, leydiler,” diy re iç geçirdi Braden hoşnut bir şekilde. “Nereden başlasam?” Piety’ elbisesini kaldırdı, çıplak kalçalarının nefis manzarasını gözler önüne sererek bacaklarını açtı ve ata biner gibi Braden’ın beline oturdu. Kalçalarını genç adamın üstünde edalı edalı oylattıktan sonra sarı kumaşı etrafına yerleştirdi. Elbisesinin bir parçasını geri çekerek yuvarlak hatlı dolgun kalçasını açıkta bıraktı. “Neden buradan başlamayalım?” dedi ve sol göğsüne dokundu. “Evet, başlamak için iyi bir yer gibi görünüyor,” dedi Braden boğuk bir sesle. Ama henüz Kontes’e lütufta bulunamadan odanın kapısı aniden açıldı. “Pıety!” diye öfkeyle kükreyen bir ses geldi. Braden. dirseklerinin üstünde doğrulduğunda Ru-fııs’un kapıda durduğunu gördü. Kont dudaklarını sıkmış, beyaz sakalı korlaşmış ateşten bile daha kırmızı yüzünde iyice belirginleşmişti. Braden’ın boğazından alçak bir homurtu çıktı.

Ötkeli bir baba, koca veya erkek kardeş içeri dalmadan ve olay çıkmadan bir erkek biraz olsun eğlenemez miydi’ Kadınla evlenirsen böyle bir sorunun olmaz, kardeşim. Aklına Sin’in alışılmış sözleri gelince Braden irkildi. Kardeşi bu konuda ne biliyordu ki? Kutsal evlilik bağından Sin de Braden gibi kaçıyordu. Pietv öfkeli bir çığlık atarak Braden’ın kucağından aceleyle inerken, diğer iki kadın telaşla köşeye çekildi. Duvarda titreşen gölgelerine odadaki ateşin ve mumların ışığı vuruyordu. Braden üzüntüyle iç geçirdi. Rufus gelene kadar halinden oldukça memnundu. Yurtdışma gideceklerini söylemelerine rağmen gitmeyen kocalara ne demeliydi? Bir erkeğin, karısının odasına haber vermeden paldır küldür dalmayacak kadar saygılı olması gerekirdi. Ru-fus’un yaptığı kesinlikle kabalıktı. “Buna nasıl cüret edersin!” diye hırladı Rufus, karısının odasına fırtına gibi girerken. Piety, elleri kalçalarında, odanın orta yerinde Rufus’u karşıladı. “Sen nasıl cüret edersin!” diye bağırarak öfkeli kocasının karşısına dikildi. Rufus’u yatağa yaklaşırken cüppesinden yakaladı ve çekerek kendisine doğru çevirdi. A‘Bana gidiyorum diyorsun, tam birazcık eğleneceğim sırada hemen geri dönüyorsun. Sırf eve gelip avladığım adamı nıızraklamak için bana yalan söylediğini düşünmeye başlıyorum!” Braden bu sözler üzerine kaşlarını kaldırdı.

Acaba Kontes kaç erkek avlamıştı? Rufus öfkeyle gözlerini kısıp karısına baktı. “Lanet kat \ din! Yomiıı ederim, eğer baban zengin olmasaydı ve onun ölümcül bir düşman olmayacağını bilseydim, seni daha evliliğin ilk haftasında kapı dışarı ederdim veya pes edene kadar döverdim.” “Peki o zaman, seninle evlenmem iyi olmuş. Sonuçta iyi bir çevren var.” Eliyle Braden’ın hâlâ yattığı yatağa doğru işaret etti. “Sadece hıncını almak için genç erkekleri şişlemekten hoşlandığını düşünmeye başladım.” Rutus öfkeyle göğsünü kabarttı. “Önce o seni şişlememiş olsaydı, onu şişlemem için hiçbir sebep olmazdı!” Keşke o kadar ileri gitmiş olsaydım, diye düşündü Braden üzüntüyle. Ne yazık ki Kont’un berbat bir zamanlaması vardı. Doğruyu söylemek gerekirse, Braden genç kadını öpme-mişti bile. Yatakta yavaşça doğruldu. “Sanırım gitmeliyim.” “Sanırım ölmelisin,” dedi Rııfus, karısını itip kendisine yol açarak. Braden, kendisini bu ve buna benzer durumda birçok kez bulduğu için en doğru davranış şeklinin paniğe kapılmamak olduğunu biliyordu. Aslında, soğukkanlılıkla yapılan mantıklı bir açıklama, başının omuzlarından ayrılmamasını sağlayabilirdi.

Ve istediği son şey, İngiliz topraklarında ölmekti. Eğer ölmesi gerekiyorsa, o zaman tüm kutsal şeyler adına, İskoç topraklarında ölmeliydi. Ve, tercihen, kulağına inleyen bir İskoç kızıyla. “Eğer senin için de aynı şey geçerliyse, Rufus, yaratanımla buluşmadan önce birkaç yıl daha beklemeyi tercih ederim. ” “O zaman ellerini karımın üzerinden çekmen gerekiyor.” Aslında okşanan kişi Braden’dı ama görünüşe göre şu an, bunu belirtmenin zamanı değildi. Ayrıca Piety’yi daha fazla riske atmanın hiç de centilmence olmayacağı açıktı. Braden tüm arsızlığına rağmen Piety’yi severdi ve onun herhangi bir şekilde zarar görmesini hiç istemiyordu. Rufus kılıcını kınından çıkarırken Piety kardeşleriyle birlikte köşeye sığındı. Braden rakibini ölçüp biçti. Beş erkek çocuktan en küçüğü olan Braden, eline ilk kılıç aldığından bu yana bir savaşçı olmuştu. Tüm yaşamı boyunca, çatışmalarda onunla sadece kardeşleri rekabet edebilmişlerdi. Ve karşısındaki akılsız İngiliz, onun için çok zayıf bir rakip olacaktı. Kavgada adam öldürmekten hiçbir zaman kaçınmamasına rağmen, böylesine sıradan bir mesele için kan akıtmak Braden’a hiç uymuyordu. Bir kadın, bir erkeğin hayatına değmezdi.

Şimdi sadece Kont’u ikna etmesi gerekiyordu. Braden kollarını iki yana açtı. “Hadi mantıklı ol, Rufus. Benimle çarpışmayı gerçekten istemiyorsun.” “Sence çarpışmak istemiyorum, öyle mi, Highland’lı 1 barbar herif? Yaptıklarından sonra hem de? Seni ait olduğun cehenneme yolcu edeceğim. İlkel, uğursuz herif.” Braden kahkahasını bastırdı. Ne etkileyici ama! Hakaretler… Kont’un biraz daha pratiği olmaması çok kötüydü. Braden’ın kardeşleri, diliyle çileden çıkarıp can acıtma yöntemleri konusunda ona pekâlâ öğretmenlik yapabilirlerdi. “Bu konuda daha olgun davranamaz mıyız?” diye sordu Braden, Kont’a. “Olgun… öyle mi, seni mankafa?” dedi Rufus öfkeyle. Daha sonra, hiçbir uyanda bulunmadan kılıcıyla Bra-den’a saldırdı. Braden, kolayca yana kaçtı ama kılıcın ucu boğazından sadece birkaç santim uzağa geldiği için, Kont’la ilişiği kesmenin tam zamanı olduğuna karar verdi. “Gel hadi, Rufus,” dedi Braden. Açık balkon kapılarına doğru yavaş yavaş hareket ederken adamın dikkatini dağıtmaya çalışıyordu.

“Benimle denk olmadığını biliyorsun. Senin gibi bir düzine adamla çarpışabilirim ben.” Rufus şüpheli bir tebessümle geri çekildi. “O zaman, üç erkek kardeşimi de getirmem iyi olmuş.” Sözü edilen kardeşler odaya girmek için o anı seçtiler ve kılıçlarını kınlarından çıkardılar. Bunu ille de söylemem gerekiyor muydu, diye düşündü Braden alaycı bir şekilde. Ve sonra yeni durumunu değerlendirdi. Hepsi en az kırk yaşındaydı. Yine de, kılıçlarını tutma şekillerinden onların eğitimli silahşorlar olduklarını, Ingiliz krallarına askerlik yapmak yerine vergi ödeyen hanım evlatları olmadıklarını görebiliyordu. Bu adamlar çok savaşmışlardı ve hâlâ savaş konusunda eğitimliydiler. Gerçekte bunun önemi yoktu, şövalyelerden korkmuyordu. Bir İskoçyalının yere serilebileceği bir gün asla olmayacaktı. Ama Braden hiç de aptal değildi ve dört eğitimli şövalyeye karşı yarı çıplak, silahsız bir İskoçyalı üzerine bahse girmek alışık olduğu bir durum değildi. Kont’ıın iyi İngiliz soyuna oynamaya karar verdi. Bu eşitsizlik pek sportmence değil.

” “Kocayı boynuzlamak da öyle.’’ Eh, sportmenlik için oldukça fazlaydı. Rufus tekrar hamle yaptı. Braden yataktan bir yastık kapıp kılıçtan onunla kurtuldu. Yatağa sıçradı, Rufus kılıcı omzuna doğru indirirken yatağın üzerinde yuvarlandı. Kılıç, saçlarını sıyırarak yatak örtülerine dolandı. Braden yatağın karşı tarafında ayağa kalktı ve Kont’un kardeşlerinin bulunduğu yöne göz attı. “Braden! ” Yastığı indirip döndüğünde köşede kendi kılıcını tutan Prudeııce’ı gördü. Genç kadın kılıcı kabzasından öpüp Bradeıı’a fırlattı. Genç adam kılıcı yakaladı ve Kont’un kardeşlerinden biri hücum etmeden önce hemen ona teşekkür etti. Adamın darbesini kolaylıkla geçiştirdi ve dönerek köşeden çıktı. Verandaya ulaşamadan bir anda hepsi tarafından saldırıya uğradı. Braden iyi bir gösteri yaptı ama bir ayağı çizmeli, diğeri çıplak olduğu için sıçramak giderek zorlaşıyordu. İngıliz-lere garip giysileri yüzünden lanet okudu. Evde, bu tarz rahatsız çizmeler veya giysiler yüzünden hiç sıkıntı yaşamamıştı.

Geçmişi, sevgili İskoç kardeşlerini düşündü. En azından bir İskoç erkeği rahatlık ve sağlık için nasıl giyineceğini bilirdi. Ve en önemlisi, beklenmedik randevular için. Kont dövüşürlerken dengesini kaybetti ve tökezleyerek Braden’a İngiliz kanı dökmeden kaçması içiıı gereken t»r-satı verdi. Braden duvara doğru kıvrılarak avizenin kablosunu kesti. Kont ve kardeşleri hızla koşup birbirlerinden ayrılırlarken avize yere düştü ve incecik mumlar etrafa saçıldı. Adamlar koşuşarak küçük ateşleri yok etmeye çalışırlarken, Braden üç kadının sokulduğu köşeye koştu. Patien-ce’dan tuniğini, Piety’deıı pelerinini kaptı. “Hoşça kalın, güzel leydilerim,” dedi tebessümle. Piety’nin yanağına dokunup hafifçe okşadı. “Eğer İskoç-ya’ya gelirseniz…” Kendisine doğru yönelen adamlara baktı. “Kocaları evde bırakın.” Ve sonra açık kapıdan verandaya koşup zarafetle aşağıdaki avluya atladı. Avludan verandaya göz attığında üç kadının kendisine baktığını gördü. “Bizi güzel hatırla,” diye seslenen Prudence zarifçe el sallıyordu.

“Her zaman sevgililerim,” dedi Braden gülümseyerek. Onlara bir öpücük yolladıktan sonra çizmesini giydi ve ahıra doğru yol aldı. Kont ve kardeşleri peşine düşmeden önce çıkmak için çok az zamanı vardı. Onlardan korkuyor değildi, hatta bu histen oldukça uzaktı. Gerçekte hepsini öldürebilirdi ama sorun da burada yatıyordu. Cilveleşme yüzünden adam öldürmeyi reddediyordu. Kadınlar eğlenceliydi. Braden’ın varoluş nedeniydi. Bununla birlikte, hiçbir kadın ne kendi hayatına ne de başka bir erkeğin canını almaya değerdi. Bunu yıllar önce çok zor bir şekilde deneyimlemişti. Ayrıca eve gitme zamanı gelmişti. İngiliz kadınları belli bir süreliğine eğlenceliydi ama neticede en çok özlem duyduğu İskoç kızlarıydı. Nazik, şehvetli, hoş sesleri ve canlı tebessümleriyle, dünyanın mücevherleriydiler. Onlara ve açılmış kollarına dönme zamanı gelmişti. Diğer özelliklerinin yanı sıra İskoç kızları genç adama açılmaktan fazlasıyla mutlu oluyorlardı.

Braden bu düşünceyle gülümsedi. Eğitimli bir savaşçının süratiyle atına bindi ve Kont peşine düşemeden ahırdan çıktı. Aslında adam daha avluya ulaşmadan Braden kapıdan geçmişti. Hızlıca uğraması gereken bir yer daha vardı. Sonra işi bitecek ve kuzeye yönelecekti. “Atıl, Deamhan,” dedi siyah atına. “Hadi, yol boyunca başka ne zorluklarla karşılaşacağımızı görelim, tamam mı?” Bölüm 2 Kilgarigon, İskoçya Üç hafta sonra Lochlan MacAJlister pratik bir adamdı. Çoğuna göre mantıklı biriydi. Kabilesinin liderliğini yaptığı için öyle olmak zorundaydı. Ama bu… bu olay yirmi sekiz yıllık yaşamında gördüğü her şeyi gölgede bırakmıştı. Lochlan, Robby MacDouglas’la kavgasına son verinceye kadar Kilgarigon’daki hiçbir kadın erkeğiyle yatmayacak ve onlara yemek pişirmeyecekti! Lochlan, kadınların bu mantıksız istekleri yüzünden hâlâ çile çekiyordu. Kadınlar deliydi. Hepsi. Ama hiçbiri Maggie ingen Blar kadar deli değildi. Aslında Lochlan kadınların elebaşısını bizzat gırtlaklamaya hazırdı.

Ve böyle düşünen tek kişi kendisi değildi. Kabilesindeki erkekler, merhamet sınırını aşmak üzereydiler. Lochlan, onların Maggie’nin peşine düşeceklerine dair söylentiler duymuştu. Aslında her sabah Maggie’nin, içkalesinin ön kapısına çivilenmiş ya da mazgallara asılmış perişan, çürüyen cesedini bulmayı bekliyordu neredeyse. Öfkelenip büyük salonuna göz gezdirdi. Erkek kardeşi Ewan masaya oturmuş, kısa süre önce Lochlan’ın pişirmeye çalıştığı sığır etini kesiyordu. Gerçekte, deri çizmelerini tuzlayıp kurutsa daha iyi olurdu. Çünkü derinin tadı etten daha kötü olamazdı. Lochlan, durum zor ve ciddi olmasa uzun bacaklarını masanın altında tutmaya çalışan Ewan’m görüntüsüne gülerdi. Kabilede Ewan’ın iki metrelik boyuna ulaşan sadece birkaç erkek vardı. Ve Ewan zayıf olmasına rağmen, en güçlü kişiyi bile korkuyla yutkunduracak kadar kaslıydı. En fazla korkutan tarafı, boyutlarından ziyade vahşi tavırlarıydı. Ewan nadiren gülümserdi. Aslında çoğu kişiden tamamen kaçınır ve ev dediği tepelerdeki mağarasından nadiren çıkardı. Yine de, tüm bu yabaniliğinin yanında, meselenin doğrudan özünü görme ve adlandırma becerisine sahipti.

Lochlan onu bu yüzden inziva yerinden çağırmıştı. “Ben ne yapacağım?” diye sordu Ewan’a. Ewan eti çiğnemeye çalışıyor, Lochlan’ın tanıdığı savaşçıdan ziyade, geviş getiren bir ineğe benziyordu. “Pişirmeyi öğren, yoksa açlıktan öleceksin.” “Ewan,” diye homurdandı Lochlan. “Ben ciddiyim.” “Ben de öyle,” diye mırıldandı Ewan. Ahşap servis tabağını iterek uzaklaştırdıktan sonra, ağzındaki yanık sığır eti tadını gidermek için bir yudum bira aldı. “Bu şekilde yemek yemeye devam edersen kesinlikle bir haftadan fazla yaşamazsın.” “E\van…” Kardeşi onun uyaran sesini duymazdan geldi. “Bence bunun kolay bir çözümü var.” “Nedir?” “Kilisenin avlusuna gir, Maggie ingen Blar’ı omzuna alıp oradan çıkar ve bize yenilebilir bir yemek pişirmesi için zorla.” Lochlan içini çekti. “Bunu düşünmedim mi sanıyorsun? Ama kadın kutsal bir alanda. Böyle bir kutsallığı ihlal edemem.

” Evvan yavaşça masadan kalktı. “O zaman ben yapacağım. Bir kadın beni küçük düşürmeyi başarana kadar şeytanın alevleri buz keser.” “Oldukça doğru,” dedi tanıdık bir ses. “Yüce Tanrı beni bu yüzden yarattı.” Lochlan dönünce en küçük kardeşi Braden’ın salon kapısında durduğunu gördü. Braden uzun süredir at sürüyor gibiydi, kara saçları darmadağındı. Siyah ve yeşil ekose İskoç kumaşını gelişigüzel bir şekilde sol omzuna atmıştı ve bakışları her zamanki gibi muzurdu. Lochlan iki haftadan bu yana ilk kez güldü. “Vay vay vay, çapkın adam geri dönmüş,” diyerek vefasız ve maceraperest kardeşini karşıladı. Braden’la aynı hizaya gelir gelmez kardeşinin arkasında, gölgelerin arasında sessizce duran adamı gördü. Donarak olduğu yerde kaldı, yüzündeki tebessüm silindi. Hayır, bu olamazdı… Ama olmuştu. Lochlan inanamayarak gözlerini kırpıştırdı. Üvey abisi Sin’i görmeyeli yıllar olmuştu.

Çocukken bile Sin, Evvan’daıı daha ciddiydi ve Lochlan’ın idrak edemediği kadar nefretle doluydu. Sin, babalarının delicesine nefret ettiği İngiliz kralına zorla yollandığı zaman, bir daha asla Hadrian Kapısı’nın kuzeyine ayak basmamaya yemin etmişti. Lochlan, Sin’in fikir değiştirmesi için ne olduğunu hayal edemiyordu ama geri dönmesine kesinlikle memnun olmuştu, çünkü abisini severdi ve onu çok özlemişti. Sin, insanın doğrudan ruhunu görüyormuş gibi hissettiren delici ve neşesiz bakışlara sahipti. Ewan ve Bra-den’ınkiyle aynı tonda siyah saçları vardı ve oldukça şaşırtıcı bir şekilde, saçlarını İngilizler gibi kısa değil, İskoçlar gibi uzun bırakmıştı. Ama giysileri tamamen farklı bir meseleydi. Siyah cüppesi, zırhı, çorapları ve çizmeleri tamamen İngilizdi. Ve işin garibi, üstlerinde hiçbir işaret yoktu. “Bu da ne?” diye sordu Lochlan şaşkınlığından kurtularak. “Ingiltere’den dönerken misafir mi getirdin?” Elini Sin’e uzattı. Sin tokalaşmadan önce bir an ona dikkatle baktı. Lochlan, abisinin sırtına vurdu. “Seni gördüğüme sevindim, kardeşim. Çok uzun zaman oldu.” Sin’in gergin yüz hatları bir dereceye kadar yumuşadı ve Lochlan onun geri dönüşünün nasıl karşılanacağıyla ilgili endişeleri olduğunu ancak o zaman fark etti.

“Braden’ı yalnız bırakmaktan korktum,” dedi Sin kolunu Lochlan’ıııkinden çekerek. “İngiltere’de birkaç kez kıl payı kurtulduktan sonra zavallı bir baba veya koca tarafından mızraklanmadan eve asla dönemeyeceğinden korktum.” E\van. Siıı’i fark ediııcc seslendi. Odayı geçip Sin’i ayı gibi kucaklayarak yerden kaldırdı. Sin, Ewan’]n kollarının arasında söylendi. “Beni yere bırak, seni koca çirkin dev!” “Tamam, tamam,” dedi Ewan, Sin’i tekrar yere bırakarak. “Mirasını hatırlıyorsun. Sırtındaki o giysilerle eve gelenin abim mi yoksa Braden’ın ele geçirdiği başka biri mi olduğundan emin değildim.” Braden her zamanki gibi azarlamayı doğal karşılayıp üstünde durmadı ama Sin’in bakışları ölümcül bir hal almıştı. “Ele geçirmekten söz etmişken,” diye araya girdi Braden, “kadınlar nerede? MacAllister topraklarına girdiğimden beri tek kadın görmedim.” “Hayır!” Ewan soluk soluğa Braden’a döndü. “Braden tüm bir saati kadınsız geçirmeyi başarmış olabilir mi? Lochlan, çabuk ol. Braden kadınsızlık yüzünden hastalanmadan önce bir şifacıya haber gönder. ” Braden damağını şaklattı.

“Bu bir şaka konusu değil. Bir erkek için uzun süre kadınsız kalmak iyi değildir. Salgıları geri gider ve daha anlayamadan aksi, kötü huylu bir varlığa dönüşür.” Braden gözlerini büyüterek Ewan’a baktı. “İşte sana olan da bul Gel,” dedi bir kolunu Ewan’ın omzuna atarak. “Daha kötü bir hal almadan sana hemen bir kadın bulsak iyi olur.” Ewan dudaklarım büktü, yüzünü ekşitip Braden’ın kolunu omzundan indirdi. “Şu saçmalığı keser misin?” Sin’e döndü. “Onu delik deşik etmeden İngiltere’ye geri götür-sen iyi olur.” Lochlan, kardeşlerinin neredeyse rutinleşmiş şakalaşmalarını duymazdan geldi. Ewan ve Braden birbirlerine hakaret etmeden iletişim kuramazlardı. Lochlan, Sin’e baktı. “Eve geldiğine sevindim. İskoç-ya’ya son gelişinden bu yana çok uzun zaman geçti.” Sin başını sallayarak onayladı.

“Bu kahrolası yerde tek özlediğim sen, Kieran, Braden ve Ewan. Alınmayın ama İngiliz lüksünü bu yabani yaşama tercih ederim.” “Gerçek bir İngiliz gibi konuşuyorsun,” dedi Ewan. Dudakları tiksintiyle kıvrılmıştı. Sin bu hakaret üzerine gözlerini kıstı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir