Kolektif – Barnabas İncili

Ey kitap ehli! Dininizde aşırılığa kaçmayın. Ve Allah üzerine Hak’tan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Isa Mesih ancak Allah’ın Resulü ve O’nun kelimesidir. Meryem’e attığı ve kendinden bir ruhtur. Allah’a ve resullerine iman edin ve “Üçtür” demeyin. Vazgeçin, bu hayrmızadır. Muhakkak Allah tek bir ilâhtır. Uzaktır. O kendisinin oğlu bulunmasından; O’nun içindir ki göklerde ve yerde olanlar. Vekil olarak, şahit olarak Allah yeter. Mesih, Allah’a kul olmaktan asla çekinmez ve yaklaştırılmış meleklerde. Allah Meryem oğlu Mesih’tir diyenler; andolsun ki kâfir olmuşlardır. Meryem oğlu Mesih’i, annesini ve yerde olanları hep helâk etmek irade etse, kim Allah’tan bir şeye malik olabilir. Andolsun ki Allah, Meryem oğlu Mesih’tir diyenler kâfir olmuşlardır. Oysa Mesih; ey Israiloğulları Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin, öyle ki kim Allah’a şirk koşarsa m uhakkak Allah ona cenneti haram etmiştir ve onun varacağı yer ateştir.


Ve zalimlerin yardımcısı yoktur, demişti. Muhakkak Allah; üçün üçüncüsüdür diyenler de and olsun kâfir olmuşlardır. “Ben onlara sadece ‘Benim ve sizin rabbiniz olan Allah’a ibadet edin’ diye bana emrettiğini söyledim, içlerinde bulunduğum sürece onlar üzerine şahittim. Ne vakit ki beni vefat ettirdin, sen üzerlerinde gözetleyici oldun. Ve sen her şey üzerinde şahitsin.” “Muhakkak Allah katında Isa’nın durumu Âdem’in durum u gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra Ona ‘01’ dedi ve oluverdi.” (Kur’an-ı Kerim’den) Barnabas İncili diğer Incil’lerden ayrı bir özelliğe sahiptir. Uzun bir araştırma neticesinde tercümeye ilâve olarak önsöz ve dipnotları koyduk ve diğer Incil’lerle karşılaştırma yaptık. 1982-1983 yıllarında Doğu Anadolu yöresinde bir mağarada Hz. Isa aleyhisselama inmiş olan Incil’in orijinal dili olan Aramice olarak yazılmış bir nüsha bulundu. Bulunan bu nüsha basma yansıyınca, önce emniyet el koymuştu, çünkü basın bahsedince malum olan oldu. Türkiye’de ihtilal olmuş, askerî hükümet iş başına geçti. Batı dünyası Türkiye ile her zaman olduğu gibi bu dönemde de her yönüyle çok yakından ilgilenmektedir.

O tarihlerde Emniyet Genel müdürlüğü yapmış olan ve yakinen tanıdığım zatı muhterem bu eserin ilk iki sayfasını incelettirmek üzere Boğaziçi Üniversitesi’ne gönderir. Üniversitede kitabın dili ve içeriğinden ziyade kullanılan malzemenin tarihi laboratuvar incelemeleri neticesinde kâğıt ve mürekkebin yaklaşık 1800 yıllık olduğu tespit edilir. Bunun bir de içeriğini inceletelim derler. Malumdur ki o dönemin yaşayan dillerini dünyada çok az insan bilir. Beraber çalıştığımız Almanya’da profesör olan aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nin de Arapça, Süryanice, Ibranice birçok dillerin anası olan Aramice’yi bilen Hamza Hoca ile beraber incelediğimizde şu yayımladığımız eserin aslı olduğu kanaatimizdir. Esere daha sonra Genelkurmay Başkanlığı el koymuştu. Ne kadar uğraştık ise bir mikro filmini alalım diye başarılı olamadık. Değerli okuyucularımız, şimdi Hristiyanlık tarihi, Barnabas İncili ve diğer İncillerle ilgili geniş bilgiyi, kitabın önsöz, dipnot ve sonsöz açıklamalarında bulacaksınız. Editör: Seyfettin Oğuz ÖNSÖZ YERİNE I HRİSTİYANLIK1, DÖRT KANONİK İNCİL ve BARNABAS İNCİLİ insanın yeryüzü hayatı ‘ferdî’ ve ‘toplumsal’ -toplumsal derken, İnsanî ve tabii tüm çevreyi kastediyoruz- olmak üzere iki yön arzeder. Ferdî yön, her ferdin tek tek kendi içinde olgunlaşmasını, İslâmî tabirle, dıştan içe, nefisten ruha hicreti ve bu uğurda mücahedeyi ifade eder. Bu yüzden beşerî olsun, İlâhî olsun, her iki din (veya, nicel çokluklar nedeniyle ‘dinler.’) Öncelikle insanın bu yönüne eğilirler. Çünkü toplum tek tek fertlerden oluşan canlı ve dinamik bir varlıktır, yani bireylerinin canlılığı ve dinamikliliği oranında toplum da canlı ve dinamiktir. Şu hâlde, her şeyden önce hedeflenen topluma göre, ferdi yetiştirmek büyük bir öneme sahiptir. El-Islâm’a göre insan ruh, beden ve nefis üçlüsünden oluşur.

Bu üçlü birbiriyle öylesine girift bir bağlantı içindedir ki, biri diğerinden ayrıldığında insan ‘kâmil insan’ olma özelliğini yitirir. Ve bu üç unsurun karşılığında insanda üç meleke vardır: El-akl (kalb), irade ve kelâm, insandaki bu üç melekeye Allah’ın öncelikle şu üç sıfatı hitap eder: Ilâhlık, rablik, meliklik. Son olarak, El-Islâm’m da üç mertebesi, üç basamağı, üç tamamlayıcı öğesi vardır: Ihsan, iman, İslâm. 1 T em elde her resulün getirip tebliğ ettiği din; El-Islâm ’dır. Hristiyanlık; b u n u n son rad an aldığı şeklidir. Biz açıklık bakım ından ‘H ristiyanlık’ kelim esini kullandık. insanı bu üç noktadan eğitip, kâmil hâle getirmek için görevlendirilen mürşidlerin nitelik ve görevlerini ve kâmil insan toplum unun oturduğu temelleri Kur’an’m şu iki âyetinde görürüz: “İşte, size kendinizden size âyetlerimi okuyan, sizi arıtan ve size Kitabı ve hikm eti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten bir resul gönderdik”(Bakara 2/151) “Andolsun, resullerimizi apaçık delillerle gönderdik ve beraberlerinde insanlar tam bir adaletle ayakta kalsınlar diye Kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik; Allah gıyabda kim in kendine ve resullerine yardım ettiğini bilsin diye. M uhakkak Allah güçlüdür, azizdir”(Hadid 57 /25) Demek ki, insanın öncelikle ‘âyetler’e ihtiyacı vardır; bu âyetler, Kur’an’m ifadesiyle ‘afaki’ ve ‘enfüsî’dirler. Yani, Kâinat nefsinden ruhuna, yerlerden göklere, fizikten fizik ötesine hicret etmeye, bu uğurda mücahede etmeye hazır insanlar için bir yol, bir merdivendir. Kâinattaki her nesne, her olay, her olgu, kısaca ‘Meşiet-i Ilâhî’nin ürünü olan her şey bu yolun işaretleri, bu merdivenin basamakları durumundadır. Bundan ayrı olarak, Allah’ın insanın ‘fıtrat’ma yerleştirdiği ‘âyetler’, yani ‘enfüsî’ âyetler tıpkı kâinattakiler gibi insan ruhuna, Rahman’m Arş’m a ulaşmada işaret ve basamak görevi yaparlar. Dıştaki, âfâktaki seyri enfüsteki, seyir anlamlandırır ve tamamlar. Bu yüzden, her resulün, her yol göstericinin, her mürşidin birinci ve aslî görevi insana bu âyetleri tanıtmak, Kur’anî ifadeyle âyetleri okumaktır. insan, Kur’an’m sık sık vurguladığı gibi Allah’a kul olabildiği ölçüde; ilâh, rab ve melik olarak Allah’ı kabul edebildiği gibi, hevasım; şeytanın ve şeytanî niteliklerinin etkisiyle aslında dünya hayatını yaşamasının öğeleri olan birtakım ihtiyaçları tutku hâline getirerek nefsini ve arzularını ilâh, bunun sonucunda birtakım insanları da rab ve melik kabul edebilir.

Onun hevası doğrultusunda attığı her adım âyetlerin kalbe giriş pencereleri olan işitme (sem’a) ve görme (basiret) melekelerini kapar ve âyetler karşısında insanı sağır ve kör hâline getirebilir. Bu yüzden, âyetlerin insan üzerinde etkili olabilmesi, bir başka deyişle fıtratla özdeş enfüsî âyetlerin âfâkîlerle birleşip özdeşleşebilmesi için insanı tutkularından, heva ve hevesinin iğvalarmdan alıkoymak gerekir. Her yol göstericinin yaptığı ve yapması gereken budur, bu olmuştur, insan, hevasma kapılmadan, tutkularına kul olmadan ve âyetleri dinleye dinleye kendini, nefsini arıtır, arındırır. Bunun yolları namazdır, duadır, zikirdir, tefekkürdür, murakabedir, infak, sabır, şükür, zühd, vera, oruç vs.dir. Kısaca, El-Islâm önce bir tasdik ve kabul niteliğinde ‘im an’la insanlara sunulduğunda her şeyden evvel noktalar üzerinde durur ve ayrıca şunları da emreder: “Ebeveyne ihsan; akrabaya, miskine ve yol oğluna (yolda kalmışlara) hakkını verme, saçıp savurmama, cimrilik etmeme, çocukları öldürmeme, zinaya yaklaşmama, kimseyi öldürmeme, kimsenin malına yaklaşmama, ahde vefa, yalan söylememe, ölçü ve tartıda asla hile yapmama, ilmi olmayan konuda söz söylememe, böbürlenmeme, sözün en güzelini söyleme” vs. Bu şekilde âyetlerle ve sürekli bir ‘m ücahede’yle nefsini arıtan insana bundan sonra Kitabın, hikmetin ve daha başka bilmediklerinin bilgisi sunulur. Bir ekine benzetebileceğimiz ilim, ancak arınmış nefislerde, ‘natıka’ hâline gelmiş nefislerde, kısaca kirletilmemiş kalplerde kök salar ve yemesi tatlı meyveler verir; hatta, ancak böylesi kalpler ilmi alabilir ve ilimle insanlara yararlı olabilir. Böylece arınmış ve ilmi kazanmış insanlardan bir toplum meydana geldiğinde, Allah onlarla ‘malları ve canları’ karşılığında cennet vermekle bir alışverişe girer. Bunun adı Kur’an’da ‘biat’tır. Biattan sonra insan hayatını toplumsal açıdan yönlendirici hükümler inmeye başlar ki, bu dönem Kitabın Demir tarafından mizan çerçevesinde uygulanma dönemidir. Şu kadar ki, birinci dönemde gerekli olan ‘ameller’in bazıları bu dönemde de asla geçerliliğini yitirmezken, bazısı m utlaka uyulması gerekli ‘ahkâm’ hâlini alır. Sözgelimi, ‘akrabaya, yol oğluna, miskine hakkını verme’ mutlaka yerine getirilmesi zorunlu bir göreve dönüşür. Zina, karşılığında had (İlâhî ceza) gerektiren bir suça dönüşür. ‘Kati’; kısas gerektiren bir başka suça dönüşür.

Bir başkasının malına yaklaşma, karşılığında yine had gereken bir başka suça dönüşür vs… Bu dönemde bu ‘ahkâm’m titizlikle uygulanması gerekir. Bu noktada, tarihte ufak bir farklılığa rastlıyoruz ki, bazı dönemlerde bazı şeyler haramken bazen haram olmayabiliyor veya suçlar karşısındaki cezalarda ufak tefek değişiklikler olabilir; ama bunlar temelden çok, fürûa (dallara, ayrıntıya) taalluk eden meseleler olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. Bu şekilde kurulan Islâm binasının devamı için, yine birinci dönemdeki âyetlere kulak verme ve tezkiye olmuş nefislerin yeniden kirletilmemesi işi çok daha büyük bir önem kazanmaktadır. O kadar ki, insanların gerek ikinci dönemde ahkâmı uygulamakla ve gerekse bu dönemde ahkâmı korumakla ilgili ulaşmaları gereken kemal noktasını Kur’an şöyle açıklar: “İm an eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp im an ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp im an ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınm adan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra im an ve iyi amelde sebattır.) Allah iyi ve güzel yapanları sever. ” (Mâide 5/93) işte, Islâm binasını ahkâmla kurmak kadar, belki ondan daha da çok, onu korumak zordur. Bu dönemde gelen fetihlerin alttan ve üstten nimetler yağdırmaya başlamasıyla iğvalara ve günahlara sabırla nimetlere şükür, ilk dönemdeki işkencelere sabırdan daha güç hâle gelir. Bu bakımdan, özellikle bu dönem de asıl olana ilişkin âyetleri dinleme ve tezkiyeye ilişkin kurallar daha bir önem kazanır. Çünkü, Kur’an’m da ifadesiyle, dinin tamamlanmasıyla kâfirler dinden üm itlerini kesmiş olurlar; artık korkulması gereken kâfirler değil, Allah’tır. (Mâide 5/3) Yani ‘ihsan’ mertebesini kazandıran üçüncü derecede takva ve imanı, bütünüyle işler hâle gelmiş aklı (kalp) koruma bu zamanda son derece önemlidir. Israiloğulları’nm Hz. Musa’nın risaleti döneminde Mısır’da ve çölde geçirdikleri “namaz ve sabırla istiane” dönemleri ‘kanun’ anlamına gelen ‘Tevrat’ın alınmasıyla ‘ahkâmı uygulama’ dönemine intikal etmiş ve ardından Yuşa bin Nun, Hz. Davud ve Hz. Süleyman bin Davud zamanları da fetihlerle nimetlerin saçıldığı dönem olmuştu.

Bundan sonra gelen peygamberlerin, rabbanilerin ve ‘ahbar’m görevi Tevrat’ı, Kitabı korumak ve onunla hükmetmek, bu amaçla da “emr bi’l-m a’ruf ve nehy an’il-münker”e azami riayet etmek, müslümanlarm (Israiloğulları’nm) görevi de bunların izinde Kitaba uymak ve günahlara dalmamak, nefislerini heva ve şeytandan korumaktı. “M uhakkak Biz kendisinde ve nur olan Tevrat’ı indirdik. İslâm olmuş nebiler Yahudi olanlara onunla hükmederlerdi. Rabbaniler ve ahbar da Allah’ın Kitabından korunmasına m em ur olduklarıyla (hükmederlerdi) ve onun üzerine şahittiler. İnsanlardan korkmayın, Ben’den korkun ve âyetlerimi az bir fia t karşılığı satmayın. Kim Allah’ın indirdiğiyle hü kmetmezse, işte onlar kâfir olanlardır”(Mâide 5/44). Tevrat’la hükmetmemek, hükmetmeyeni küfür sınırına taşıyan bir suçtu; ahkâmın böylesine önemi vardı Israiloğulları’nda. Ne var ki, zamanla Kitabı koruması gereken ahbar (âlimler, aydınlar) bozuldu; dünyevî çıkarlar karşılığı Kitabı uygulamamaya, onun hükümlerini az bir fiyat karşılığında değişmeye başladılar. Nebilerinin sözlerini dinlemedikleri gibi, halkla ve hatta puta tapıcılarla bir olarak pek çoklarını katlettiler. “Şeriatı değiştirdiler, herkese aynı şekilde uygulamadılar; kendileri ona hiç m i hiç uymadılar; keyiflerince yorum ve tahriflerde bulundular. Helâl ve haram sınırlarını çiğnediler, lıelâli haram, haramı helâl yaptılar. Bunlara uyan halk da bu noktada onları ‘rab’ kabul etme ve dolayısıyla Allah’a şirk koşma durum una düştüler.” (Tevbe 9/31). Ve, bunun sonucunda Allah’ın lânetine ve gazabına m üstahak oldular. “Onlardan çoğunun haram işlerde, düşm anlıkta ve haram yemede koşuştuklarını görürsün.

Ne kötüdür yaptıkları!”(Mâide 5/62). “Rabbaniler ve ahbar onları haram olan sözlerinden ve haram yemelerinden nehyetmeli değil miydi? Ne kötüdür işledikleri!”(Mâide 5/63). “İsrailoğulları’ndan küfredenler Davud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlendiler. Bu isyan etmelerinden ve aşırı gitmelerindendi. Yaptıkları münkerden birbirlerini nehyetmezlerdi. Ne kötüydü yaptıkları!”(Mâide 5/78-79). “Ey im an edenler! Ahbar ve ruhbandan çoğu, insanların mallarını batıl olarakyerler ve Allah’ın yolundan alıkorlar. ” (Tevbe 9/34). Hz. Isa da geldiği zaman onların durumlarını şöyle açıklıyordu: “Ey engerekler nesli, siz kötü olduğunuz hâlde nasıl iyi şeyler söyleyebilirsiniz? Çünkü ağız yüreğin taşmasından söyler. iyi adam, iyi hâzinesinden iyi şeyler çıkarır ve kötü adam, kötü hâzinesinden kötü şeyler çıkarır. (Matta, 12:34-35). Sakının da, Ferisîler ve Sadükiler ham urundan kaçının (Matta, 16:6; az değişik şekliyle: Markos, 8:15). Yazıcılar ve Ferisîler M usa’nın kürsüsünde otururlar. Bundan dolayı size söyledikleri bütün şeyleri yapın ve tu ­ tun; fakat onların işlerine göre yapmayın; çünkü söylerler ve yapmazlar.

Evet, onlar ağır ve taşınması güç yükler bağlayıp insanların om uzlarına korlar. Kendileri ise parmaklarıyla onları kımıldatmak istemezler. Fakat onlar bütün işlerini insanlara görünmek için yaparlar. Çünkü, onlar ham aillerini genişletip, esvaplarının saçaklarını büyük yaparlar. Ziyafetlerde üst yeri ve havralarda baş yerleri ve çarşı meydanlarında selâmlanmayı ve insanlar tarafından ‘rabbi’ diye çağırılmayı severler. Lâkin vay ‘başınıza’ yazıcılar ve Ferisîler, ikiyüzlüler! Çünkü siz göklerin melekûtunu insanların yüzüne kapatıyorsunuz; zira kendiniz girmiyorsunuz, girenleri de bırakmıyorsunuz ki, girsinler. Vay başınıza, yazıcılar ve Ferisîler, ikiyüzlüler! Zira bir mühtedi yapmak için denizi ve karayı dolaşırsınız ve olunca, siz onu kendinizden iki kat cehennem oğlu edersiniz. Siz kör kılavuzlar, vay başınıza! Nanenin, anasonun ve kimyonun ondalığını (öşrünü) veriyorsunuz ve şeriatın daha ağır işlerini, adaleti, merhameti ve imanı bırakıyorsunuz. Onları yapmalı idiniz, bunları da bırakmamalı idiniz. Ey kör kılavuzlar! Siz küçük sineği süzerek ayırırsınız, fakat deveyi yutarsınız… Siz bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz, fakat onların içi soygunculuk ve taşkınlıkla doludur… Siz badanalı kabirlere benzersiniz ki, dıştan güzel görünürler, fakat içten ölü kemikleri ve her türlü murdarlıkla doludurlar… Siz peygamberlerin kabirlerini yaparsınız, salihlerin türbelerini donatırsınız. Fakat, peygamberleri öldürenlerin oğulları olduğunuza kendiniz şahitlik edersiniz…” (Matta, 23:2-8,13-15.16. 23-26,27,29, 31). işte, Hz. Isa geldiğinde dinin ruhu gitmiş, sözde âlimlerin elinde halkı soyma ve din adamlarının ceplerini doldurma aracı hâline gelmiş, şeriat adıyla yalnızca âlimlerin keyiflerine göre, uyguladığı basit şekillerden ibaret birkaç kanun kalmıştı.

Böyle bir zamanda tabii olarak Hz. Isa şeriatın -o zamana göre- neshedilen, Kur’an’m ifadesiyle, bazı haramların helâl kılınmasıyla ufak bir nesh olayı yaşayan şeriatın yeniden ruhuyla yaşanabilmesi için öncelikle sarsılan imanların düzelmesi, kirlenen nefislerin tezkiyesi üzerinde duracak ve evvelemirde risaletinin bütün ağırlığını bu noktaya teksif edecekti. Bu durum Kur’an’da ve Inciller’de şöyle ifade edilmektedir: “Benden önce gelen Tevrat’ı tasdikedici ve üzerinize haram kılınanların bazısını helalleştirici olarak size Rabbiniz’den bir âyetle geldim; o hâlde Allah ’tan korkun vebana itaat edin. ” (Âl-iImran3/50) “Onların izi üzerine Meryem oğlu İsa’yı kendinden önceki Tevrat’ı tasdik edici olarak gönderdik ve ona, kendisinde hidayet ve nur bulunan ve kendinden önceki Tevrat’ı doğrulayıcı ve müttakiler için hidayet ve öğüt olarak İncil’i verdik. İncil ehli Allah’ın onda indirdiğiyle hükmetsin. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlarfasık olanlardır. ” (Mâide 5/46-47) “Her nerede olursam olayım beni m übarek kıldı ve yaşadığım müddetçe bana nam azı ve zekâtı emretti ve anneme iyilik eden bir kimse kıldı. Hem beni zorba ve asi yapmadı. ” (Meryem 19/31-32) Yukarıdaki âyetler Hz. Isa’nın salt ‘tezkiye’ye yönelik kurallarla gelmediğini ve tüm resuller gibi asıl amacının fertleri tezkiye ve ilimle yetiştirdikten sonra adaleti gerçekleştirmek ve Allah’ın o zaman için birtakım değişiklikler yaptığı -bazı haramları helâl kılmak gibi- Tevrat’ı uygulamak olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim yukarıda Matta Incili’nden alıntılayarak verdiğimiz ifadeler de bunu doğrulamaktadır. “Nanenin, anasonun ve kimyonun ondalığını (öşrünü) veriyorsunuz ve şeriatın daha ağır işlerini, adaleti, merhameti ve imanı bırakıyorsunuz.” Yine, Luka Incili’nde nakledildiğine göre, Isa Peygamb e rin kitabından kendisinin niçin gönderildiğini şöyle ifade etmektedir: “Rabbin ruhu üzerimdedir,

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir