Kolektif – Korku Oykuleri Antolojisi – Karanlikta 33 Yazar

İnsanoğlunun en eski ve en güçlü duygusudur korku. Korkuların en eski ve en güçlü olanı ise bilinmeyen karşısında duyulandır. Ateşi keşfeden ilkel insanın ilk icraatından biri çıtırdayan dalların çevresine kümelenip, dört bir yandan bastıran boğucu karanlığa sırtını dönüp, öykülerle birbirlerinin ödünü koparmaya çalışmak olmuştu hiç kuşkusuz. Dünyanın en eski öyküsünün korkutmak için anlatılmış olması kuvvetle olasıdır. Sadece bu gerçek bile korku edebiyatının ne denli sağlam ve ayrıcalıklı bir temele sahip bulunduğunu göstermeye yeterlidir. Ancak, bu tür öykülerin asıl amaç ve değerleri, sadece tüyleri ürpertmek- ten daha öteye gider. Onlar, gözle görülemeyene karşı saygı, bilinemeyeni kavramaya yönelik bir çaba, nüfuz edilemeyene sızmak isteğidir ve işte bundan dolayıdır ki Homeros, Shakespeare, Puşkin, Maupassant, Stevenson, Kipling, Maugham, Bradbury ve diğer nice büyük yazar korkuyu ve doğaüstünü hiçbir zaman gözardı etmemiştir. Kendisi de yaşamı boyunca birçok acılar tatmak zorunda kalmış olan Lord Byron şöyle der: “Yaşamın başlıca amacı, acıyla da olsa duyumsamak, var olduğumuzu hissedebilmektir.” Korkunun doğasını tam olarak belirleyebilmek oldukça zor. Korkuyu algılayış biçimimiz zaman içinde değişim geçirse de, çoğumuzun bilinçaltında uyuyan ilkel dehşetleri uyandıracak birçok ortak kaynağın varlığı yadsınamaz. Özellikle de sonlanmakta olan bu yüzyılda ve hele hele bu ülkede dehşet yelpazesinin olabildiğince açıldığı bir gerçek. Dahası, sadece kendi benliğimizden kaynaklanabilecek bir duygu olan korkunun kişisel bazı bağlantıları olması da kaçınılmaz. George Orwell Bindokuzyüzseksendört adlı yapıtında işkencehanelerin en mükemmelini, yani herkesin en güçlü korkusunun gerçeğe dönüştüğü odayı tasarlayarak, bunu açıkça gördüğünü ortaya koymuştur. İnsanın ilkel içgüdüleri, kendisini kıstırılmış bulduğu ortama karşı gösterdiği tepkilerini biçimlendirdi. Anlayabildiği neden ve sonuçlar zemininde, zevk ve acı gibi kesin çizgilerle belirlenmiş duygular ortaya çıktı.


Anlayamadığı neden ve sonuçlar zemininde ise —ki ilkel çağlarda hemen hemen tüm evrendi bu— hayranlık, huşu, dehşet gibi kavramlar oluştu, ilkel atalarımıza göre ölümcül olan ve tamamen dünya ötesi nedenlerden dolayı omuzlarına çöken bir dizi felaketin ya da nimetin kaynağını önceden bilinemeyen ve kestirilemeyenler oluşturdu ve bu olgular hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimiz ve hiçbir zaman bir parçası olamayacağımız varoluş platolarına ait oldular. Gerçek ötesinin ve tinsel alemlerin oluşturulmasına düş kurma yetimiz de aynı şekilde yardım etti. Sonuçta ilkel insanın gündelik yaşantısı doğaüstüyle o denli iç içe geçti ki bilinçaltımız bugün bile din ya da boş inançlarla dolup taşıyor. Her ne kadar bilinmeyenin sınırları gün be gün daralıyor olsa da, dış dünyanın muazzam bir kesimi hâlâ bir gizem perdesi ardında saklı halde ve bugün artık ne kadar iyi açıklanırsa açıklansın, birçok olgu ve nesneye sımsıkı yapışmış olan gizemin kalıntıları tutunmaya hâlâ devam ediyorlar. Kozmik gizemin bu karanlık yüzü, yaşanılmış acıların ve ölümcül tehlikelerin anıları, zevk ve mutluluk anılarından daha canlı kaldığı, ayrıca bilinemeyene ve baş edilemeyene yönelik duygularımız ta işin başından bu yana dinsel kurallar ya da toplumsal gelenekler biçiminde somutlandırılmış oldukları için, folklorda hâlâ önemli bir yer tutarlar. Belirsizlikle tehlikenin yakın akraba olmaları gerçeği bu eğilimi daha da güçlendirir. Böylece tam olarak anlaşılamayan her şey bir tehlikeler ve kötü olasılıklar alemine dönüşür. Buna merak ve hayranlığı da eklediğimizde, ortaya insanoğlu var oldukça var olacak yoğun bir duygular ve düşler yumağı çıkar. Çocuklar karanlıktan hep korkacak, geleneksel dürtülere yatkın yetişkinler ise evrendeki uçsuz bucaksız boşlukta gizlenen tuhaf yaşam biçimlerinin düşüncesinden bile ürkecek veya dünyalarına sadece ölülerin ve kaçıkların görebileceği lanetli ve uğursuz boyutlar ekleyeceklerdir. Lovecraft’ın, Howard’ın, Smith’in ya da Dunsany’nin öykülerinin bu kadar çok bağımlısının olmasına şaşmamalı. Böyle bir temelin var olması korku edebiyatının gelişmesini kaçınılmaz kılıyor. Bu hep böyle oldu, her zaman da olacak. Ancak, metafizik temele dayalı bu tür edebiyatı, dış görünüş itibariyle benzediği halde psikolojik açıdan tamamen farklı olan saf fiziksel ürküntü ve tiksindiricilik türünden de ayırmalıyız. Bu tür yazının da kendine göre bir yeri vardır kuşkusuz, ama onlar bilinçaltımızda yatan kozmik dehşetin parçalan değildir ve biz de bu tür yazını seçkimize dahil etmedik. Gerçek korku edebiyatında gizli cinayetlerden ve kanlı kemik parçalarından çok daha fazlası vardır.

Bilinmeyenin ve dünya ötesi güçler karşısında duyulan ürküntünün soluk kesen ve açıklanamaz atmosferidir bu. Metafizik dehşetin albenisi genellikle daha dar bir kitleye hitap eder, çünkü bu tür öyküler okuyucudan belirli bir düş gücü ve gündelik yaşantının akıntısından kopabilme yeteneğini ister. Çok az insan kalıpların ve alışkanlıkların uyuşukluğundan yakasını sıyırıp ötedekinin çağrısına kulak verebilir. Sıradan olayların öyküleri ya da bu gibi olayların duygusal düzeyde alışıldık biçimde çarpıtılmaları, çoğunluğun tercihinde ilk sırayı alacaktır. Bu da normaldir, çünkü insan deneyiminin büyük kısmını böyle sıradan sorunlar oluşturur. Ama daha duyarlı kişiler de her zaman olacaktır ve bazen en katı zihinlerin bile ücra bir köşesinde bir imgelem kıvılcımı yanacaktır. Korku öykülerinin tümünün de tek bir kuramsal modele tıpatıp uymasını bekleyemeyiz doğal olarak. İnsan yaratıcılığı değişkendir, en sağlam dokuların bile zayıf noktaları bulunabilir. Dahası, en seçkin korku yapıtları hep bilinçaltına hitap etmişlerdir,- bütünsel etkisi çok farklı bir dökümden olabilen bir yapıtın içine saçılmış unutulmaz parçalar halinde olabilir bu. Biz korku öyküsünü yazarın amacına ya da üslubuna göre değil, en sıradan noktasında yakaladığı duygu düzeyiyle ölçmeliyiz. Gerçek dehşetin biricik ölçütü budur işte: okuyucuda derinden bir ürküntü ve bilinemeyen alemlerle temas duygusu yaratıp yaratmadığı. Bir öykü bu atmosferi ne kadar güçlü yakalayabiliyorsa, türünün de o kadar seçkin bir örneği olacaktır. Dehşet ne şekilde temsil edilirse edilsin, gizem ister açıklansın ister açıklanmasın, öykünün gücü yarattığı duyguyla eş orantılıdır. Bu duygu ansızın da çıkabilir ortaya, yavaş yavaş ve sinsice de tırmanabilir zirveye doğru. Bu derlemede son iki yüzyılın en önemli yazarlarından ve en güzel öykülerinden örnekler bulacaksınız.

Yine de türün muazzamlığı karşısında yetersiz kalacağız, çünkü tüm ülkelere ve tüm yazarlara ulaşabilmek çok güç, neredeyse olanaksız. Çağın değişmesiyle birlikte insanoğlunun korkularının da nasıl değiştiğini, öykülerin örümcek ağıyla örülmüş dehlizlerle gaz ışığıyla aydınlatılmış dar sokaklardan, alışık olduğumuz çağdaş ortama ve yaşantıya doğru nasıl kaydığını göreceksiniz. Ama tüm öykülerde ortak bir nokta mutlaka olacak: Charles Beaumont’un deyimiyle “içimizdeki iblise” seslenecekler. Sönmez Güven Haziran 2000 İstanbul JOSEPH SHERIDAN LE FANU 1814-1873 Edgar Allan Poe’nun çağdaşı olan LeFanu, doğaüstü korku öyküsünün evriminde, Amerika’daki akranının oynadığı rolün neredeyse dengini Avrupa’da gerçekleştirmiş bir büyük ustadır. Kısa öyküleri, İngiltere’de, bu türün tüm potansiyelini en iyi algılayan örnekler olarak kabul edilir ve özellikle çeşitli psikozların irdelenmesiyle öne çıkarlar. LeFanu İrlanda’nın başkenti Dublin’de doğmuş ve yine aynı yerde ölmüştür. Son derece içine kapanık ve çekingen bir kişiliğe sahip olan LeFanu Trinity College’da hukuk öğrenimi görmüş ve 1839 yılında bir süre avukatlığı denemiştir. Ancak bu meslekle çok kısa bir süre uğraştıktan sonra, gazetecilikte karar kılmıştır. Eserlerinin çoğunu da İrlanda gazetelerinde ve dergilerinde isimsiz olarak yayınlamıştır. Bu gazetelerden Dublin Evening Mail ve Dublin University Magazine’ın editörü de bizzat kendisiydi. Tıpkı Poe gibi, o denli utangaç ve melankolik bir doğaya sahipti ki, karısının vakitsiz ölümünün ardından kendini toplumdan ve üç beş akrabasından tamamen soyutladı. Bir eleştirmenin gözlemiyle o, “bir hayalperestin korkunç kabuslarıyla lanetlenmiş nazik bir insandı”. Doktorunun anlattığına göre, yaşamının son yıllarında, sağlığı iyice bozulduğu vakit evinin üzerine çökmekte olduğunu düşlerinde tekrar tekrar görmeye başlamıştı. Öyle ki, hekiminin onu ölmüş durumda yatar bulduğunda, “Ev çöktü sonunda,” dediği söylenir. LeFanu otuz kadar doğaüstü öykünün dışında, çeşitli konularda on dört de roman yazmış üretken bir yazardı.

Uncle Silas — Silas Amca ve Wylder’s Hand — Wylder’in Eli bu romanların en ünlüleridir. YEŞİL ÇAY ÖNDEYİŞ Alman Doktor Martin Hesselius Tıp ve cerrahi konularında iyi bir eğitim görmüş olmakla beraber, iki meslekte de hiç çalışmadım. Ne var ki, bu uğraşlar beni hâlâ derinden ilgilendirmeye devam ediyor. Beni, daha henüz adım atmış olduğum bu şerefli meslekleri icra etmekten alıkoyan şey ne tembellikti, ne de kapris. Bir neşterin yol açtığı çok önemsiz bir çizikti. Bu küçük kaza iki parmağımın derhal kopmasına ve daha da ızdırap verici şekilde sağlığımı yitirmeme neden oldu, çünkü olayın ardından bir daha düzelemedim ve aynı yerde on iki ay geçirdiğim çok enderdi. Yolculuklarım sırasında, benim gibi bir gezgin, hekim ve mesleğine gönül vermiş bir kişi olan Doktor Martin Hesselius’la tanıştım. Benimkilerin aksine, onun gezileri tamamen kendi tercihiydi ve biz İngilizlerin değer yargılarına göre zengin bir adam sayılmasa da, büyüklerimizin “hali vakti yerinde” diyebileceği durumdaydı. Onunla ilk karşılaştığımda yaşlı bir adamdı, benden neredeyse otuz beş yaş büyüktü. Doktor Martin Hesselius’ta aradığım öğretmeni buldum. Bilgi dağarcığı engindi, vakalara karşı sezgisel bir yaklaşımı vardı. Benim gibi hevesli birini huşuya ve memnuniyete boğacak kişiydi. Ona olan hayranlığım zamanın sınavından geçti ve ölümün ayrılığına göğüs gerdi. Hayranlığımın sağlam temellere dayandığından eminim. Hemen hemen yirmi yıl boyunca onun tıbbi sekreterliğini yürüttüm.

Sayısız kağıttan oluşan birikimini düzenlemem, indekslemem ve ciltlemem için bana emanet etmişti. Bu vakalardan bazılarını tedavi şekli akıllara durgunluk vericidir. Yazılarını iki farklı karakterin ağzından yazar. Gördüğünü ve işittiğini meslekten olmayan zeki biri gibi betimler, hastayı ister kendi oda kapısından günışığına adım atarken, ister karanlığın kapılarından ölülerin mağaralarına giderken görmüş olsun, hikayesine döner, tıp sanatının dilini ve dehanın, orijinalliğin gücünü kullanarak çözümleme, tanı koyma ve örnekleme işine girişir. Vakalardan kimi, bir uzman için teşkil edebileceği tuhaflığın çok ötesinde bir ilgiyle korkutur veya keyiflendirir beni. Aşağıdakileri, daha çok dilini ve tabii ki isimleri değiştirerek aktarıyorum. Hikayeyi anlatan Doktor Martin Hesselius’tur. Bunu, onun yaklaşık altmış dört yıl önce İngiltere’ye yaptığı bir gezi sırasında karşı karşıya geldiği vakalara ilişkin tutulmuş çok sayıda notun arasında buldum. Olay, Doktor Hesselius’un, dostu Leyden’li Profesör Van Loo’ya gönderdiği mektuplarda hikaye edilmiş. Profesörün uzmanlık alanı tıp değil kimyaydı, ama kendisi tarih, metafizik ve tıp okumuş, hatta vaktiyle bir de tiyatro oyunu kaleme almış bir adamdı. Bu yüzden hikaye, tıbbi bir kayıt olarak biraz değersiz de olsa, bu konuda cahil bir okuyucunun ilgisini çekecek şekilde yazılmış. Bu mektuplar, eklenmiş bir nota bakılacak olursa, profesörün 1819’daki ölümü üzerine Doktor Hesselius’a geri gönderilmiş. Bazısı İngilizce yazılmış, bazısı Fransızca, ama yazışmaların büyük bir kısmının dili Almanca. Bilinçli ve sadık olsam da, asla iyi bir çevirmen değilim, bazı yerleri atlayıp bazısını kısaltmak dışında, metne hiçbir şey eklemedim.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir