Kolektif – Revizyonizmin Revizyonu

Günümüzde en sık duyulan sözcükler, hiç kuşkusuz, “glastnost” ve “perestroyka”dır. Bunlar SBKP’nin 27. Kongresi’nde kabul edilen “tezler” olmaktan öte, uluslararası planda birçok ilişkinin yeniden tanımlanmasına ve yeniden biçimlenmesine yol açan genel bir anlayışı ifade etmektedirler. SBKP’nin 1956’daki 20. Kongresi’nden bu yana geçen otuz yılı aşkın süre içinde dünya çapında pek çok değişiklikler ortaya çıkmıştır. Ancak SBKP’nin bu değişikliklere ayak uydurabildiğini söyleyebilmek de zordur. Dolayısıyla SSCB’deki “anti-stalinist” bir görünüm altında ve Stalin uygulamalarına bir tepki niteliğinde 1 uygulamaların içte ve dışta önemli darboğazlarla karşılaştığı ve bu darboğazların büyük bunalımlara yol açtığı bir evrede “glastnost” ve “perestroyka” ortaya çıkmıştır. SSCB’nin dış ilişkilerinin genel hedeflerini belirleyen “glastnost” ile iç ilişkilerinin genel niteliğini tanımlayan “perestroyka”nın Marksizm-Leninizm açısından doğru olup olmadığından çok, bu uygulamaların SSCB’deki iç ve dış sorunları çözüp çözmeyeceği her şeyin önünde bulunmaktadır. Doğal olarak bu noktada, iç ve dış sorunların neler olduğu, “çözüm”den ne anlaşıldığı ve ne beklendiği birinci dereceden önem kazanmaktadır. Marksist-Leninist teorinin ikincil plana konduğu bir ortamda, tek başına kullanılan araçların kendisine bakarak, genel bir yargıda bulunmak yanlış ve aldatıcı olacaktır. Öyle ki, böylesine yalın ve araçsal değerlendirmeler, çoğu durumda önemli eksiklikleri de beraberinde getirecektir. Bu konuda Lenin’in “devlet kapitalizmi” konusunda söylediklerini anımsamak yeterli olacaktır. Diyebiliriz ki, SSCB’deki yeni kararlar ve uygulamalar, asıl olarak sorunların niteliğine ve bu sorunların niçin ve neden çözümlenmesi gerektiğine bakarak değerledirilmelidir. Bu nedenledir ki, kararların ve uygulamaların uzun vadede sosyalizmin inşası ve dünya sosyalist devriminin gerçekleştirilmesi perspektifi ile ne derece uyumlu olduğu, ne derece bu gelişmelere katkıda bulunduğu ya da engellediği büyük bir öneme sahiptir. Bunun açık ifadesi ise, SSCB’deki gelişmelerden kimin ne beklediği sorularının, karar ve uygulamalara bakış açısını belirlediğidir.


Bu uygulamalardan ve kararlardan herkes birşeyler beklemektedir. Emperyalistlerin en önemli beklentisi, 1917’den beri sürekli daralan pazarlarda yeni bir gelişmenin ortaya çıkmasıdır. 1974 “detant” dönemine kadar, özellikle de “soğuk savaş” döneminde, emperyalizm, bir bütün olarak yitirdiği pazarları tekrar ele geçirmeyi hedefliyordu. Ancak gerek emperyalistler arası uzlaşmaz çelişkilerin durumu, gerek emperyalizm ile ulusal ve halk kurtuluş savaşları arasındaki mücadelede ikincilerin ağır basması, gerekse nükleer silahların varlığı, emperyalistlerin nihai amaçlarını bir bütün olarak kısa vadede geçekleştirmelerini olanaksız kılmıştır. Bu nedenle emperyalizm, özellikle de Amerikan emperyalizmi 1971’den itibaren düzenli ve sistemli bir biçimde sosyalist ülkelerin dünya ticaretine tedrici olarak açılması yönünde çaba göstermeye başladı. Bunun anlamı ise, bu ülkelerin emperyalizmin meta pazarı haline getirilmesinden başka birşey değildir. 1971’de dolarını istemiye istemeye devalüe eden ABD emperyalizmi önemli bir ekonomik buhranla yüz yüzeydi. Özellikle tarım ürünleri üretiminde ortaya çıkan fazlalık Amerikan ekonomisi üzerinde genel bir buhran baskısı yapmaktaydı. Bu koşullar altında öncelikle fazla tahılın pazarlanması gerekiyordu. İşte SSCB’de tarımsal üretimde gerekli artışların sağlanamaması, tarımsal üretimde göreli bir düşüşün olaması, Amerikan tahılı için gerekli ve yeterli bir pazarın ortaya çıkmasını sağlamıştı. 1974-80 arasında emperyalist ülkelerin tarım ürünleri fazlası bağlamında ortaya çıkan sosyalist ülkelerin emperyalist-kapitalist pazar alanı haline gelmesi, bu dönemde revizyonizm tarafından sınırlı bir amaçla benimsenmişti. Ancak kapitalizmin 1980 dünya ekonomik buhranı, emperyalist ülkelerde sanayi metaları fazlası sorunu ortaya çıkarmıştır. Zaten buhranın asıl şiddetini de bu aşırı-üretim oluşturuyordu. Bu koşullar altında emperyalizm için, sosyalist ülke pazarlarına girme, asıl olarak sanayi ürünlerinin satışı olarak biçimlenmek ya da bu yönde gelişmek zorundaydı. Dünya pazarlarının 1/3’ünü yitirmiş emperyalizmin, yeni-sömürgecilik yöntemleriyle elinde tuttuğu ülkelerde meta ekonomisini geliştirmek ve buralardaki kapalı ekonomik birimlerini pazara açmak yönünde gösterdiği çabalar, sermayenin birikim oranı açısından yeterli olmaktan uzak olduğu gibi, pazarların alabildiğine geniş olması kapitalizmin bir yasasıdır da.

“Kapitalizmin gelişme ritmi kapitalist pazar tarafından belirlenir” olduğu için, gerek yeni-sömürgecilik uygulamalarında gelişme ve hızlanma, gerekse sosyalist ülkelerin emperyalist pazar ilişkisine (sınırlı da olsa) çekilmesi önemli ve temel bir sorun durumunda bulunuyordu. İşte bir bütün olarak emperyalizmin SSCB’deki yeni karar ve uygulamalardan beklediklerini bunlar belirlemektedir ve daha geniş bir pazar olanaklarına sahip olmayla nitelenir. Ancak emperyalizmin bir bütün olarak sosyalist ülkelerin pazarına bakış açıları bu olmakla birlikte, her bir emperyalist ülkenin kendi içinde özgün beklentileri bulunmaktadır. Ve ayrıca emperyalistler, sosyalist ülke pazarlarını kendi aralarında bir çeşit “açık kapı” politikasıyla paylaşmak durumundadırlar. Bugün net olarak görülen paylaşıma göre, Polonya asıl olarak Amerikan emperyalizminin, Macaristan emperyalist Almanya başta olmak üzere AET’nin emperyalist ülkelerinin “nüfus” alanı olarak belirlenmiştir. Polonya pazarı üzerinde İngiltere’nin de önemli bir beklentisi bulunmakla birlikte, Amerikan emperyalizmi ile aralarındaki ilişkinin boyutları bunu özel bir sorun haline getirmemektedir. Diğer sosyalist ülkeler ise (Bulgaristan, Demokratik Almanya ve Çekoslovakya) kesin belirlenmiş alanlar olmamakla birlikte, genel paylaşım hedefleri içinde bulunmaktadır. Çin, bu açıdan Japon ve ABD emperyalizminin pazarı olarak düşünülmekte ise de, gerekli gelişmeler henüz yeterince sağlanamamıştır. 2 SSCB ise, bu bağlamda, ABD’nin ana ilgi alanı olarak özel bir yere ve ilişkiye sahiptir. SSCB ve diğer sosyalist ülkelerin beklentileri ise, doğrudan otuz yıldır meydana gelen üretim daralmalarına ve nüfus artışına oranla düşen tüketim sorununa belirli oranda çözüm bulmaktır. Sosyalist ülkelerde kitlelerin tüketim ürünlerine olan taleplerindeki olağanüstü artışlar, ülke içinde yeni yatırımlar için gerekli kaynak bulma sorununu öne çıkarmıştır. 1950’lere kadar sosyalist devlet uygulamalarıyla ve zorunlu-gönüllü çalışmalarla sağlanan kaynaklar, 1956’dan itibaren giderek azalmaya ve nükleer silah üretimi ile uzay çalışmaları nedeniyle verimsizleşmeye başlamıştır. Kitlelerin tüketim mallarına olan taleplerindeki artış ile tüketim malları üretimindeki artış arasındaki fark, giderek bu ürünlerin başka alanlardan ya da ülkelerden temin edilmesini zorunlu kılmıştır. Bu farklı alanlar ve ülkeler, ilk anda diğer sosyalist ülkeler olarak belirlenmiş ve COMECON ilişkileri içinde oluşturulan bir “işbölümü” ile bu tüketim malları temin edilmeye çalışılmıştır. Ancak gerek temin edilen ürünlerin yetersizliği, gerekse temin edilen ülkelerde iç tüketim arzının azalmasına yol açması, bu uygulamanın uzun vadeli olamayacağını göstermiştir.

Tüketim malları üretiminde artışlar sağlamak için mevcut kaynaklar sınırlıdır. Genel olarak proletarya iktidarlarının kullanabileceği kaynakların başında zorunlu tasarruflar gelir. Ancak kitlelerin tüketim taleplerindeki artışlar karşısında böyle bir kaynağın artırılması olanaksızdır. Dolayısıyla SBKP revizyonizmi bu kaynağı kullanabilecek durumda değildir. Zaten anti-Stalinist propagandayla kitlelerin tüketim talepleri artırıldığı gibi, enternasyonalizmden uzaklaşılmasıyla Sovyet halkının 50-60 yıldır yaptığı “fedakârlıkların” artık yeterli olduğu, “dünya devrimi”nin daha uzun bir süre gerçekleşmeyeceği teorileriyle daha da artırılmıştır. Dünya devrimi için bir kuşağın “yitirildiği” (!), ama ikinci kuşağın da “yitirilmesi” gerekmediği propagandasını yapan revizyonizm, kaçınılmaz olarak kitlelerin tüketim malları talebinin güçlendiricisi ve özendiricisi olmuştur. Bu durum, bir yandan kitlelerin tüketim malları talebini artırırken, diğer yandan zorunlu tasarrufu engellemiştir. Böylece tüketim malları üretimi için gerekli yatırımlar için kaynak bulunmasında zorunlu tasarrufların artırılması revizyonizmin kendi iç mantığıyla ortadan kaldırılmıştır. Kullanılabilir ikinci kaynak ise, doğrudan nükleer silah üretimi ile uzay çalışmalarında kullanılan kaynaklara ilişkindir. Bunlar ise, bilimsel araştırmalardan vazgeçmeksizin ve emperyalizmin nükleer şantajına boyun eğmeksizin kullanılabilinecek kaynaklar değildir. Doğal olarak bilimsel ve teknolojik devrime revizyonist yaklaşım ile revizyonist savaş kavrayışı ön plana geçmektedir. Emperyalizmin III. bunalım döneminin ilişki ve çelişkilerini tam olarak tahlil edememiş olan revizyonizm, emperyalizmin ekonomisini askerileştirmesi olgusundan gerekli sonuçları da çıkaramamıştır. Doğal olarak emperyalist ekonominin askeri üretim artışlarıyla gelişmelerin yarattığı bir “silahlanma yarışı”, SSCB’nin birincil sorunu haline gelmiştir. Emperyalizmle bu alanda yapılan her rekabet, emperyalist ekonominin aşırıüretim buhranlarının şiddetini azaltırken, sosyalist ülke ekonomilerinde ters yönde etkide bulunmuştur.

Yeni bir savunma anlayışı geliştirilmesi gerekirken ve devrimlerden güç alınması önem taşırken, nükleer silahlanmada öne geçmeye dayalı bir savunma konsepti, artan oranda kaynakların bu alanlara kaydırılmasını gerekli kılmıştır. Diğer taraftan uzay çalışmaları temelinde sürdürülen bilimsel ve teknolojik araştırmalar, kitlelerin tüketim taleplerindeki artışlara denk düşmeyen alanlarda ürünler vermiştir. Amerikan emperyalizminin uzay çalışmalarından elde ettiği verileri, kapitalist bağlamda tüketim malları üretimine yöneltmesi ve tüketim malları haline dönüştürmesi karşısında SSCB’deki çalışmalar, sadece genel insanlık düzeyindeki bilimsel gelişmeler ortaya çıkarmakla belirlenmiştir. Böylece emperyalizm bilimsel araştırmalardan tüketime giden bir köprü oluşturmuş iken, SSCB böyle bir bağlantı oluşturamamıştır. “Uzmanlaşma”nın revizyonist kavranışı, bilimsel çalışmalarda bulunan kesimler ile üretim ve tüketim malları üreten sanayi kesimleri arasında doğru bir ilişki kurulmasını da önlemiştir. Uzmanlaşmaya dayalı genişletilmiş bir işbölümünün kazanımları kadar, olumsuzluklarını da aşmak için elde bulunan iki büyük güç kullanılamamıştır. Poli-teknik eğitim ve merkezi planlamanın gücünü etkisizleştiren SBKP revizyonizmi, kaçınılmaz olarak “uzmanlaşma”nın getirdiği sorunlarla daha da zor duruma düşmüştür. 3 Poli-teknik eğitimin gücü kullanılamamıştır. Çünkü revizyonizm, bu eğitim sistemini geleneksel eğitime dönüştürmüş ve bu bağlamda bir mesleki eğitim olarak düzenlemiştir. 1950 sonrasında meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmeler karşısında eğitim sistemi içinde özel olarak “uzmanlık” eğitimleri öne geçirilmeye çalışılmıştır. Sonuç ise, sosyalist eğitimin tüm temel ilkelerinin terk edilmesidir. Diğer büyük güç olan merkezi planlama da kullanılamamıştır, çünkü merkezi planlamanın çözücü olma gücü, revizyonizmin otuz yıldır uyguladığı politikalarla sürekli azaltılmıştır. Yerel cumhuriyetlere ve yerel üretim birimlerine daha fazla “özerklik” tanınması, merkezi planlama tarafından kullanılabilinecek merkezi fonun gücünü azaltmıştır. 4 Merkezi yönetimin kaynak temini, dağıtımı, gerekli emek-gücünü sağlaması ve düzenlenmesi, bu yolla gerilemiştir. Dolayısıyla merkezi planlamanın gücü etkili olmaktan çıkmıştır.

Bu durumda revizyonizmin bulduğu çözüm doğrudan emperyalizmle bağlantılıdır. Revizyonist anlayışa göre, eğer dünya çapında sosyalist ülkeler ile emperyalist ülkeler arasında bir savaş tehlikesi azaltılabilinir ya da ortadan kaldırılabilinirse, nükleer silah üretiminde kullanılan kaynaklar ve emek-gücü (ki zihni-emeğin ağır bastığı bir emekgücüdür), üretim alanlarında, özellikle de tüketim malları üretiminde kullanılabilinecektir. Böylece revizyonistler, sosyalist üretim alanından elde edilen ürünlerle tüketim talebini karşılayabileceklerini hesaplamışlardır. Ancak çözüm sadece ve hatta esas olarak sosyalist ülkelere bağlı değildir. Çözüm, doğrudan emperyalizme bağlıdır ve emperyalizmin III. bunalım döneminde ekonomisini askerileştirmesiyle belirlenmiştir. Böylece artan üretim talebini karşılamak için, bir yandan sosyalist ekonominin planlanmasında tüketim ürünleri üretiminin önemini yeniden keşfeden revizyonizm, öte yandan yeni-sömürgeciliğin “militarizm” olmaksızın var olabileceği şeklinde teoriler üretmeye yönelmiştir. 5 Şüphesiz nükleer silahlanma “yarışı”nın sınırlandırılması ya da tümüyle ortadan kalkması koşullarında, SSCB’nin sağlayacağı ek kaynaklar –ki bu kaynaklar kullanılan kaynakların yarısına yakındır–, üretimin artırılmasında büyük bir yere sahiptir. Fakat aynı durum, askerileştirilmiş bir ekonomiye sahip emperyalist ülkeler için ters yönde sonuçlar doğuracaktır. Üretim malları üretimi sektöründe aşırı-üretim buhranlarının şiddetini azaltmak için askeri üretime yönelmiş, yani devlet müdahalesiyle ekonomik buhranın şiddetini azaltmak durumunda bulunan emperyalist ülkelerde, “silahsızlanma”, bir yandan aşırı-üretim buhranlarını şiddetlendirirken, diğer yandan sosyal ve siyasal buhranı derinleştirerek devrimci bir durumun ortaya çıkmasına yol açabilecektir. Bu durumun emperyalistlerce bilinmediğini düşünmek safdillik olur. Bu açıdan SBKP revizyonizmi, tezlerini “global” ölçekte üretmek durumundadır. Bu “global” ölçek, kaçınılmaz olarak emperyalistlerin sorunlarına da çözümler üretilmesini gerektirmektedir. Bu açıdan SBKP revizyonistleri, Amerikan ekonomisinin “sivilleştirilmesi”nden söz etmektedir. Ancak söylemedikleri ise, böyle “sivilleştirilmiş” ekonominin gereksinme duyacağı kapitalist pazarın uzun vadeli ve düzenli bir biçimde nasıl garanti altına alınacağıdır.

Ve emperyalizmin de ancak böyle bir garanti koşullarında bazı askeri sektörlerini “sivilleştirme”si olanaklıdır. 6 Bu garantiler verildiği takdirde sonuç açıktır: Emperyalizm kaybettiği pazarlarına yeniden girecektir. Eğer kitlelerin tüketim taleplerinin karşılanmasını herşeye rağmen birincil plana koymuşsanız ve eğer bunun için gerekli kaynakları nükleer silahsızlanma yoluyla temin edeceğinizi belirlemişseniz, emperyalizmin böyle bir pazar gereksinmesine karşı çıkamazsınız. SBKP revizyonizminin bugün geldiği nokta işte tam burasıdır. Ve bugün yapılmış anlaşmalar tam olarak açıklanmamış da olsa, belirli bir oranda bu şekilde gerçekleştiği bilinmektedir. SBKP revizyonistlerinin, genel olarak emperyalistlere, özel olarak Amerikan emperyalizmine verdiği ya da vermeyi tasarladığı güvenceler ikilidir. Birinci güvence, sosyalist ülke pazarlarının düzenli ve sistemli olarak emperyalist metalara açılmasıdır. Bu konuda yapılabilecek sınırlamalar, bazı ağır sanayi tesisleri ile stratejik sektörler düzeyindedir. Bunun dışında kalan tüketim malları sektörü ile tarım temel alan olarak sunulmaktadır. Böylesine sınırlı bir pazar açımı, yeni-sömürgecilik koşullarında emperyalizmin çıkarına uygundur ve kendi işleyişinin rasyonelleştirilmesini sağlayacaktır. Yeni-sömürgecilik yöntemlerini olağanüstü geliştirmiş bulunan emperyalizm, bu sınırlı alanda önemli kârlar sağlayabilecektir. İkinci güvence ise, emperyalizmin mevcut pazarlarının daralmasına yol açacak gelişmelerden (özellikle devrimci mücadelelerden) SBKP’nin uzak duracak olmasına ilişkindir. Artık SBKP, eski tarzda da olsa devrimci mücadeleleri maddi olarak desteklemeyeceği gibi, ideolojik olarak da onaylamayacaktır. Bunun diğer yönü ise, SBKP revizyonizminin “toplumsal ilerleme” tezlerini daha fazla savunacağıdır. Kendi dillerinde “yerel” çatışmaların “bölgesel” çatışmalara dönüşmemesi için SBKP elinden gelen her türlü çabayı göstereceğini emperyalizme taahhüt etmektedir.

Buna karşılık olarak emperyalizmin verdiği tek güvence, mevcut sistem dışı ülkelerin, dolaylı ya da doğrudan emperyalist müdahaleler tehdidi altında tutulmasından, belli koşullarla vazgeçeceğidir. Bu ise, pratikte Nikaragua ve Afganistan olaylarında ABD’nin desteğinin en aza indirilmesi demektir. Bu güvence, SBKP revizyonizmi için belirli bir dönem “istikrar” sağlanması anlamına gelmektedir. (Tabi emperyalizm bu tek güvencesiyle birlikte, silahlı mücadeleye başvurmayan ve SBKP çizgisini izleyen “komünistler”e yerel oligarşilerin daha yumuşak davranmalarına katkıda bulunabileceğini de söylemektedir.) 7 Sosyalist ekonomide ortaya çıkan sorunların çözümünde kullanılabilecek üçüncü kaynak ise, tarıma ilişkindir ve tarımsal üretimdeki artışlara bağlı olarak sanayi için yeni ve artan bir talep yaratılmasıdır. Bu ise, doğrudan sosyalist ülkelerde tarım politikalarının değiştirilmesi, proletaryanın köylülükle ilişkilerinin yeniden tanımlanmasını da gerektirebilmektedir. Bu açıdan revizyonizm, köylülüğün, 1920’lerde olduğu gibi, “pazar” ilişkilerine sokulması temelinde politikalar önermektedir. Çayanov’un yıllar sonra yeniden keşfedilmesinin ardında bu politika yatmaktadır. Tarımsal üretime bağlı olarak ortaya çıkacak kaynağın revizyonizmin konusu haline gelmesinin temelinde, ülke içinde köylülüğün istenildiği ve beklenildiği düzeyde sosyalist üretim ilişkileriyle bütünleşmelerinin ve onunla birlikte değişmelerinin gerçekleştirilememiş olması yatmaktadır. Küçük-üreticiliğin aradan geçen 70 yıla rağmen, hâlâ SSCB’de yaygın bulunması ve bunların sanayi ürünlerine sınırlı oranda talepte bulunmaları kaçınılmaz olarak revizyonizmin yeni tarım politikaları üretmelerine yol açmıştır. Sosyalist bir ekonomi için bütünsel bir işleyiş ve merkezi bir düzenleme zorunludur. Bunun tarımsal üretimle sanayi üretimi arasında sürekli ve düzenli bir ilişkinin geliştirilmesiyle sağlanabileceği açıktır. Bir ülke ekonomisinde, kentlerdeki proletaryanın gıda gereksinmelerinin tarım kesiminden sağlanması kadar, talep artışlarının da tarımsal üretimdeki artışlarla karşılanması da zorunludur. Bu gereksinmelerin dışsal olarak, yani ithalat yoluyla sağlanması, ancak sosyalist sistem bağlamında gerçekliği bulunmaktadır. Tabi bunun gerçekleşmesi, revizyonizmin 30 yıllık uygulamalarıyla olanaksız olduğu koşullarda, işleyiş daha farklı olacaktır ve öylede olmuştur.

1970 sonrasında Polonya ve Macaristan’ da görülen yüksek ithalat rakamları, bu değişimin somut ifadesidir. Ancak Polonya ve Macaristan deneyimi göstermiştir ki, böyle bir ithalat uygulaması, kısa sürede büyük devlet borçlarının ortaya çıkmasına yol açmakta ve giderek kapitalist ekonomilerden transfer edilmiş bir enflasyon oluşturmaktadır. Özellikle SSCB’de çeşitli sovyet cumhuriyetlerinin sosyalist sanayi ürünlerine yönelik taleplerinin yeterince artırılamaması “yeni” tarım politikalarının çıkış noktasını oluşturmuştur. Artık kitlelerin tüketim malları talebi ön plana çıkarılarak, küçük üreticilerin sanayinin ürettiği tüketim mallarına talebini artırmak istenmektedir. Bir çeşit kapalı üretim birimlerinin, proletarya devletinin gücüyle sosyalist üretim ilişkilerine çekilmesi uygulaması, bu bağlamda, sona erdirilmektedir. Revizyonizm, “kapitalizmden öğrenerek”, emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinden dersler çıkarmıştır. Bu “dersler”e bağlı olarak, küçük üreticilerin “pazar” için üretime yöneltilmesi ve aynı pazarda sanayi ürünlerine talep oluşturması sağlanmak istenmektedir. SSCB’de tarımsal üretim için gerekli sanayi ürünleri, geçmiş dönemde, büyük ölçüde traktör vb. makinelere dayanıyordu. Tarımdaki küçük-üreticilerin sanayi ürünlerine talepleri de bu makinelerin satın alınması şeklindeydi. Ancak zaman içinde tarımda makineleşmenin büyük ölçüde tamamlanması, bu tür ürünlere olan talebi büyük ölçüde azaltmıştır. Öte yandan sosyalist sanayinin bu tür tarımsal makinelerin üretiminde gösterdiği ilerlemeler, eldeki donatımın daha uzun dönemde değiştirilmesini olanaklı kılmıştır. Kapitalist anlamda bir üretim aracının ekonomik ömrü belirlenmediği için, üretilen tarım makinelerinin dayanıklılığı esas alınmaktadır. Böylece yeni topraklar tarımsal üretime sokulmadığı sürece ya da küçük çiftliklerin birleştirilerek kolektif çiftlikler haline gelmeleri sağlanmadıkça, bu tür sanayi ürünlerine olan talebi artırmak olanaksız olmaktadır. Emperyalist ülkelerde bir tarımsal makinenin ekonomik ömrünün 10 yılla sınırlı olduğu bir dünyada, 20-25 yıl dayanıklı tarım makinelerinin üretilmesi, kaçınılmaz olarak, bu makineleri üreten sanayi kuruluşlarının atıl kalmasına yol açmaktadır.

Bu ataletin giderilmesinin tek yolu, bu ürünlerin ihraç edilmesinden geçmektedir. Ancak emperyalist sanayinin bu alandaki teknolojik üstünlükleri, sosyalist sanayinin bu ürünlerinin sosyalist ülkeler dışı ülkelere ihracını engellemektedir. Dolayısıyla emperyalist sanayi ürünleriyle “rekabet” edebilecek nitelikte ve maliyette üretim yapılması kaçınılmaz olmaktadır. Tabi bu kaçınılmazlık, böyle bir yola girmişseniz ve bu yolda devam etmekte ısrarlıysanız vardır. Bu nedenle, bugün sosyalist ülkelerde mevcut sanayi ürünlerine küçük-üreticilerin taleplerini artırmak, mevcut donanımın yenilenmesiyle sağlanamaz. Mevcut haliyle “ihraç” yoluyla da sanayi ürünlerine talep yaratmak aynı ölçüde olanaksızdır. 8 Doğal olarak tarımda çalışan nüfusun yeni tip tüketiciler haline getirilmesi gündeme gelmektedir. Bu, kentlerdeki tüketim normlarının kırsal alanlara yayılması demektir. Ancak, bunun da kırsal yerleşim sisteminin topyekün değiştirilmesi sağlanmadığı sürece geçerli olması olanaksızdır

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir