Kurt Vonnegut Jr. – Oykuler

Üyesi olduğum amatör bir tiyatro topluluğu olan Kuzey Crawford Maske ve Peruk Kulübü, ilkbahar sezonunda Tennessee Williams’ın A Streetcar Named Desire adlı oyununu sahnelemeye karar vermişti. O güne kadar bütün oyunları yönetmiş olan Doris Sawyer, annesinin hasta olmasından dolayı bu sefer oyunu kendisinin yönetemeyeceğini açıklamıştı. Ve her ne kadar 74 yaşına kadar bunu başarmışsa da sonsuza kadar yaşayamayacağını belirterek kulübün başka yönetmenler de yetiştirmesi gerektiğini söylemişti. Bugüne kadar yönettiğim tek şey sattığım alüminyum pencere ve paravanalarının kurulmasıydı, ama oyunun yönetmenliği üstüme kaldı. İşte bu benim, bir pencere, kapı ve küvet kabini satıcısı. Bu yönetmenlik işinden önce bulunduğum en yüksek görev, artık hangisi daha yüksekse, kahyalık veya polislikti. Yönetmenlik görevini kabul etmeden önce şartlarımı sıraladım, en önemli şartım kulüpteki tek gerçek aktör olan Harry Nash’in, oyunda Marlon Brando’yu oynamasıydı. Harry’nin ne kadar çok yönlü bir aktör olduğu hakkında fikir vermek için, bir yıl içinde The Caine Mutiny Court Martial’da Captan Quegg’i, Abe Lincoln in İllinois’de Abe Lincoln’ü oynadığını söyleyebilirim. Harry Nash sonraki yıl Anne of the Thousand Days’de VIII. Henry’i ve Come Back Little Sheba’da Doc’u oynadı, ve şimdi de A Streetcar Named Desire (Arzu Tramvayı)’da Marlon Brando’yu oynaması için Harry’nin peşindeydim. Harry toplantıda yoktu, bu nedenle oyunda yer alıp almayacağını da söyleyemezdi. Asla toplantılara gelmezdi. Çok utangaçtı. Toplantılara katılmazdı, çünkü yapacak başka bir şeyi olurdu. Evli değildi, kadınlarla bir yerlere gitmezdi -yakın bir erkek arkadaşı da yoktu.


Bütün toplantı türlerinden uzak dururdu, çünkü senaryo olmadan hiçbir şey söyleyemez, yapamazdı. Bu nedenle ertesi gün Harry’nin tezgahtar olarak çalıştığı Miller’ın Hırdavat Dükkanı’na gitmeli ve oyunda yer alıp almayacağını sormalıydım. Ama telefon şirketinden gelen ve Honolulu’yu aramış olduğumu söyleyen telefon faturasıyla planımı değiştirmek sorunda kaldım, hayatımda Honolulu’yu hiç aramamıştım. Telefon şirketinde, veznenin arkasında daha önce hiç görmediğim güzel bir kız oturuyordu, şirketin otomatik bir faturalandırma makinesini devreye soktuğunu ve makinenin henüz görüşmeleri hatasız olarak tespit edemediğini açıkladı. Makine hata yapıyordu. Ona, “Sadece ben değil Kuzey Crawford’da hiç kimse Honolulu’yu aramamıştır ve aramaz da,” dedim. Faturadaki hatayı düzeltti, Kuzey Crawford’dan olup olmadığını sordum. Hayır dedi. Yeni faturalandırma makinesinin nasıl kullanıldığını şirkette çalışan kızlara öğretmek için geldiğini söyledi. Buradaki işi bittikten sonra başka makinelerle başka bir şehre gidecekti. “Şey”, dedim “insanlar makinelerle birlikte gelmek zorunda kaldıkça, her şey yolunda gidebilir bence.” “Anlamadım?” dedi. “Makinelerin kendi başlarına çalışacakları gün,” dedim, “bence insanların gerçekten endişelenmeye başlayacakları gün olacak.” “Oh,” dedi. Konuyla çok ilgilenmişe benzemiyordu, ilgilendiği bir konunun olup olmadığını merak ettim.

Bir çeşit uyuşukluk halindeydi sanki, neredeyse bir makine gibiydi, otomatik bir telefon-şirketi nezaket makinesi. “Kasabada ne kadar kalacaksın?” diye sordum. “Her kasabada altı hafta kalırım efendim,” dedi. Güzel mavi gözleri vardı, fakat gözlerinde pek fazla umut ya da merak taşıdığı söylenemezdi. İki yıldır kasaba kasaba gezdiğini söyledi, her zaman bir yabancı olduğunu. Ve birden aklıma parlak bir fikir geldi; oyundaki Stella’yı oynayabilirdi. Stella, Marlon Brando’nun eşiydi, Harry Nash’ın oynamasını istediğim karakterin eşi. Böylece oyun için seçmeleri nerede ve ne zaman yapacağımızı söyledim ve eğer seçmelere katılırsa kulübün bundan mutluluk duyacağını. Şaşırmış göründü, biraz da endişelenmiş. “Şey,” dedi, “ilk kez biri beni bir sosyal faaliyete davet ediyor.” “Bir oyun için, mevcut olanlardan daha iyi olabilecek hoş insanları tanımanın başka bir yolu yok,” dedim. İsminin Helen Shaw olduğunu söyledi. Beni ve kendisini şaşırtabileceğini söyledi ve seçmelere gelebileceğini. Kuzey Crawford’un, bu kadar çok oyunda yer almasından sonra Harry Nash’in oynadığı oyunlardan sıkıldığını düşünebilirsiniz. Fakat gerçek Kuzey Crawford’un sonsuza kadar Harry’i izlemekten hoşlanabileceğiydi, çünkü Harry her oyunda başka biriydi.

Karma Lise’nin spor salonunda bulunan perdeler açıldığı zaman, Harry beden ve ruh olarak senaryonun ve yönetmenin söylediği kişi olurdu. Bir zamanlar birisi gerçek hayatta da önemli ve renkli bir şeyler yapabilmesi için Harry”nin bir psikiyatriste gitmesi gerektiğini söylemişti, – böylelikle evlenebilir, Miller’ın Hırdavat Dükkanı’nda 50$ haftalıkla yaptığı tezgahtarlıktan daha iyi bir iş bulabilirdi. Fakat bir psikiyatristin, kasabanın bilmediği bir sorundan Harry’i kurtarabileceğinden emin değilim. Harry’nin sorunu henüz bir bebekken Birleşik Kilise’nin basamaklarına terkedilmiş olmasıydı, ebeveynlerinin kim olduğunu asla öğrenememişti. Miller’in yerinde oyunun yönetmenliğine seçildiğimi ve oyunda yer almasını istediğimi söylediğim zaman, bir oyunda yer almasını isteyen herhangi birine söylediği cümleyi tekrarladı – üzerinde düşünüldüğü zaman bir tür hüzün barındıran cümleyi; “Bu sefer kimim?” Onu her zaman seçmelerin yapıldığı Kuzey Crawford Halk Kütüphanesi’nin 2. katına davet ettim. Bugüne kadar bütün oyunları yönetmiş olan Doris Sawyer, tecrübesinden faydalanabilmem için seçmelere geldi. İkimiz üst katta beklerken, seçmelere katılmak isteyenler de alt katta bekliyordu. Bekleyenleri birer birer üst kata çağırmaya başladık. Kendisi için bir zaman kaybı olsa da Harry Nash de seçmelere gelmişti. Sanırım oyunda oynamaktan bir parça daha fazla bir şey yapmak istiyordu. Harry’nin ve tabi ki bizim de seçmelerden keyif almamız için, senaryoda karakterin karısını dövdüğü bölümü okuması için ona verdik. Harry, Tennessee Williams’ın yazmadığı ayrıntıları bile es geçmedi. Örneğin 1,85 boyunda ve yaklaşık 67-68 kg. ağırlığında olan Harry, senaryodan öyle anlaşıldığı için 20-25 kg.

kilo almış ve 10 cm. uzamış gibiydi. Üzerinde kendisine biraz küçük gelen bir mezuniyet ceketi ve atbaşı figürü olan biraz kirli kırmızı bir kravat vardı. Ceketini ve kravatını çıkardı, yakasını açtı, elindeki bölüme yoğunlaşarak bana ve Doris’e sırtını döndü. Gömleğinin arkasında büyük bir yırtık vardı ve oldukça yeni bir gömleğe benziyordu. Gömleğini oynayacağı bölüm için yırtmıştı, böylelikle başlangıca kıyasla çok daha fazla Marlon Brando’ya benzedi. Yüzünü bize geri çevirdiğinde, iriyarı ve yakışıklıydı ve kibirli ve acımasız. Doris karısının, Stella’nın bölümünü okudu, ve Harry bu yaşlı, yaşlı kadına sanki bir seks goriliyle evlenmiş tatlı, hamile bir kızmış gibi eziyet etti. Beni buna inandırdı. Ve ben de oyunda Stella’nın kızkardeşi olan Blanche’ın bölümünü okudum. Harry, kendimi sarhoş ve solgun bir Güneyli kadın gibi hissetmemi sağlamamışsa, Allah belamı versin. Ve sonra, Doris ve ben yaşadığımız bu yoğun duygusal deneyimden yavaş yavaş uzaklaşırken, Harry, başka bir yerden gelmiş biri gibi, elindeki kitabı bıraktı, ceketini ve kravatını giydi, ve tekrar solgun yüzlü bir hırdavat dükkanı tezgahtarı olarak bana döndü. “Oldu – oldu mu?” dedi, rolü alamayacağından emin görünüyordu. “Şey,” dedim, ” ilk okuma için fena değil.” “Rolü alma ihtimalim var mı?” dedi.

Neden her zaman rolü alması konusunda kuşkulanırmış gibi yapardı bilmiyorum, fakat yine öyle yaptı. “Oyunun büyük ölçüde sana dayanacağını kesin olarak söyleyebilirim,” dedim. Harry çok memnun olmuştu. “Teşekkürler, çok teşekkürler!” dedi, ve elimi sıktı. “Aşağıda hoş bir kız var mıydı?” dedim, Helene Shaw’ı kastederek. “Dikkat etmedim,” dedi Harry. Seçmeler için gelen Helen Shaw üst kata çağrıldı, ancak Doris ve ben açıkça hayal kırıklığına uğradık. Oysa Kuzey Crawford Maske ve Peruk Kulübü’nün en sonunda, oyunlarda genellikle genç kızların yerine kullanmak zorunda kaldığımız 40 yaşındaki kadınların yerine iyi görünümlü ve genç bir oyuncu kazandığını düşünmüştük. Fakat Helen Shaw seçmelerde çok kötüydü. Ona okuması için ne verirsek verelim, telefon faturasında bir sorun olan herhangi birine gülümseyen kızla arasında hiç bir fark olmuyordu. Doris onu yönlendirmek için elinden geleni yaptı, Stella’nın bir gorile ihtiyacı olduğu için bir gorile aşık olmuş tutku dolu bir kız olduğunu anlaması için çabaladı durdu. Fakat Helene satırları her defasında yine aynı şekilde okuyordu. Bir volkanın bile onu yerinden biraz sarsabileceğini sanmıyordum. “Canım,” dedi Doris, “sana kişisel bir soru sormak istiyorum,” dedi. “Tamam,” dedi Helene.

“Hayatında hiç aşık oldun mu?” dedi Doris. “Bu soruyu soruyorum çünkü,” diye devam etti, “eski bir aşkını hatırlamak rolü daha içten bir şekilde oynamana yardımcı olabilir.” Helene kaşlarını çattı ve bir an düşündü. “Şey,” dedi, “biliyorsunuz çok fazla seyahat ediyorum. Ziyaret ettiğim şirketlerdeki erkeklerin tamamı evliydi ve hiçbir yerde evli olmayanları tanıyacak kadar uzun süre kalmadım.” “Peki ya okuldayken?” dedi Doris. “Okulda hiç aşık olmadın mı?” Helene yeniden düşünmeye başladı ve sonra “Okuldayken bile çok fazla seyahat edierdim. Babam bir yapı işçisiydi ve nerede iş varsa oraya giderdik. İnsanlara ya merhaba ya da hoşçakal deyip durdum, ikisi arasında bir şey yaşamadan.” “Film yıldızları sayılır mı?” dedi Helene. “Gerçek hayattan bahsetmiyorum tabi, hiç birini tanımıyorum çünkü. Ben televizyonu kastediyorum sadece.” Doris bana baktı ve gözlerini çevirerek, “Sanırım bu da bir çeşit aşktır,” dedi. Ve Helene’e kırıntı halinde de olsa bir canlılık geldi. “Filmleri tekrar tekrar seyrederdim,” dedi, “ve filmin erkek yıldızıyla evli olduğumu düşlerdim.

Sadece onlar bizimle her yere gelirlerdi. Nereye gidersek gidelim, film yıldızları da orada olurdu.” “Anlıyorum,” dedi Doris. “Teşekkürler Bayan Shaw,”dedim, “Şimdi alt kata inebilir ve diğerleriyle birlikte bekleyebilirsiniz. Sonucu size bildireceğiz.” Böylece yeni bir Stelya bulmaya çalıştık. Ama kulüpte bu role uygun bir tek, bir tek kadın bile yoktu. “Bütün sahip olduğumuz Blanchelar,” dedim, bütün sahip olduğumuz oyuncu adaylarının Stalla’nın solgun kız kardeşi Blanche’ı oynayabilecek solgun kadınlar olduğunu kastederek. “İşte hayat, – yirmi Blanche’a karşılık tek Stella.” “Ve bir Stella bulduğun zamanda,” dedi Doris, “aşkı tanımadığını söylüyor.” Doris’le birlikte son bir şey deneyebileceğimize karar verdik. Helene’e, Harry Nash’le birlikte bir bölüm okutacaktık. “Harry belki biraz da olsa coşkusunun ortaya çıkmasını sağlayabilir,” dedim. “Bu kızın içinde coşkunun zerresi yok,” dedi Doris. Böylece alt katta bekleyen Helene’i tekrar yukarı çağırdık, ve birini de Harry’i bulmaya gönderdik.

Harry seçmelerde asla diğerleriyle birlikte beklemezdi, provalarda da. Oyunda yer almadığı bir dakika bile olsa, insanları duyabildiği, ama kimsenin ona görmediği gizli bir yere kaybolurdu. Kütüphanedeki seçmelerde zamanını, sözlüklerin kapağındaki farklı ülkelerin bayraklarına bakarak geçirdiği referans odasında geçirirdi. Helene tekrar üst kata geldi, ağlıyor olduğunu görmekten büyük üzüntü ve şaşkınlık duyduk. “Oh, canım,” dedi Doris, “ne oldu?” “Berbattım, değil mi?” dedi Helene, başını tutarak. Doris, amatör bir tiyatro topluluğunda ağlayan herkese söylenebilecek sözleri söyledi; “Hayır, kesinlikle harikaydın.” “Hayır değildim,” dedi Helene. “Ben yürüyen bir buzdağıyım, ve bunu biliyorum.” “Kimse seni böyle göremez ve sana böyle bir şey söyleyemez,” dedi Doris. “Beni tanımaya başladıkları zaman, söyleyebilirler,” dedi Helene. “İnsanlar beni tanıdıklarında, işte bunu derler.” Gözyaşları daha da artmıştı. “Olduğum gibi olmak istemiyorum,” dedi. “Fakat bir şey yapamıyorum, yapabildiğim sadece bugüne kadar yaşadığım gibi yaşamak. Sahip olduğum tek deneyim, film yıldızlarının çılgın düşlerinden ibaret.

Gerçek hayatta hoş biriyle karşılaşınca, ona dokunamayacağım, ne kadar denersem deneyim ona dokunamayacağım büyük bir şişenin içindeymiş gibi hissediyorum kendimi.” Ve Helene etrafında büyük bir şişe varmışçasına eliyle boşluğu itti. “Bana hiç aşık olup olmadığımı sormuştunuz,” dedi Doris’e dönerek. “Hayır- fakat olmak isterim. Bu oyunun neden bahsettiğini biliyorum. Stalla’nın ne hissettiğinin ve niye böyle hisstettiğinin varsayıldığını biliyorum. Ben, ben – ben,” dedi, gözyaşları devam etmesine izin vermemişti. “Ben -,” dedi Helene, ve tekrar hayali şişeyi itti. “Ben nasıl başlayacağımı bilmiyorum,” dedi. Kütüphanenin merdivenlerinden ağır adımlar işitildi. Sanki bir derin su dalgıcı kurşun ayakkabılarıyla basamakları çıkıyordu. Gelen, kendini Marlon Brando’ya çevirmiş Harry Nash’di. Ayaklarını yerde sürüyordu. Ağlayan bir kadını hor gören görünüşüyle, canlandırdığı karakterin kendisi olmuştu sanki. “Harry,” dedim, “Seni Helene Shaw”la tanıştırmaktan memnuniyet duyuyorum.

Helen – Harry Nash. Eğer Stella rolünü alırsan, Harry oyunda kocan rolünde olacak.” Harry, Helene’nin elini sıkmak için hir bir harekette bulunmadı. Ellerini cebine soktu, sırtını kamburlaştırdı, ve Helene’i sanki çıplakmış gibi tepeden tırnağa inceledi. Helene’nin gözyaşları tam o anda ve orada kesildi. “Kavga sahnesinde nasıl olacağınızı merak ediyorum,” dedim, “ve sonra yeniden biraraya geldikleri sahnede.” “Tamam,” dedi Harry, gözlerini kızın üzerinden çevirmeden. Bu gözler kızın üstündekilerini, onları çıkarabileceğinden daha kısa sürede yakıp küle çevirebilirdi. “Tamam,” dedi, “eğer Stell hazırsa.” “Ne?” dedi Helene. Yüzü yabanmersini suyunun rengine dönmüştü. “Stell – Stella,” dedi Harry. “O sensin. Stell, benim karım.” İkisine de birer senaryo uzattım.

Harry kendisine uzattığımı teşekkür etmeden elimden kaptı. Helene’nin elleri titriyordu, kitabı ellerinin arasına bırakmak zorunda kaldım. “Fırlatabileceğim bir şey istiyorum,” dedi Harry. “Anlamadım?” dedim. “Senaryoda radyoyu pencereden attığım bir bölüm var,” dedi Harry, “Radyo yerine ne fırlatabilirim?” Demir bir kağıt ağırlığı, radyo olarak kullabileceğini söyleyip ona uzattım ve pencereyi ardına kadar açtım. Helene Shaw ölecek bir gibi korkmuş görünüyordu. “Nereden başlamamızı istersin,” dedi Harry, ve profesyonel bir boksörmüş ve maça hazırlanıyormuş gibi omuzlarını kaldırdı. “Pencereden radyoyu attığın bölümün bir kaç satır gerisinden başlayın,” dedim. “Tamam, Tamam,” dedi Harry, maça hazırlanıyor, maça hazırlanıyordu. Bölümü gözden geçirdi. “Haydi,” dedi, “ben radyoyu fırlattıktan sonra, o kaçmaya başlayacak, ve onun peşine düşeceğim, ve ona bir yumruk atacağım.” “Evet,” dedim. “Tamam bebek,” dedi Harry Helene’e, Helene’nin göz kapakları aşağıya düşmüştü. Birazdan başlayacak olan, Ben Hur’daki savaş arabalarının yarış sahnesinden daha vahşi bir şey olacaktı. “Senin işaretinle,” dedi Harry.

“Hazırlan bebek. Şimdi!” Bölüm sona erdiğinde, Helene Shaw bir kamyon kadar ısınmıştı. Ağzı açık bir halde oturdu, başı sabit bir şekilde belli bir yöne dönmüştü. Artık şişenin içinde değildi. Onu içinde tutacak, onu emniyette ve temiz tutacak bir şişe yoktu artık. Şişe gitmişti. Harry hırıldayarak “Rolü aldım mı, almadım mı?” diye sordu bana. “Rol senin,” dedim. “Söyleyeceğini söyledin. Ben şimdi gidiyorum… Sonra görüşürüz Stella,” dedi Helene’e ve çekip gitti. Arkasından kapıyı çarptı. “Helene?,” dedim, “Bayan Shaw?” “Hıı?” dedi. “Stella rolü sizin,” dedim. “Çok iyiydiniz.” “Öyle miydim?” dedi.

“İçinde böyle bir ateş taşıdığını tahmin bile edemezdim canım,” dedi Doris. “Ateş mi?” dedi Helene. Orada mıydı, yoksa bir atın üstünde mi, hiç bir fikri yoktu. “Havai fişekler!, Füzeler! Roma kandilleri!” “Hı hı,” dedi. Söylediği tek şey buydu. Ağzı öyle açık oturduğu sandalyede sonsuza kadar oturacakmış gibi görünüyordu. “Stella,” dedim. “Hıı,” dedi. “Artık gidebilirsin.” Böylece Karma Lise’de haftada dört kez prova yapmaya başladık. Harry ve Helene öyle bir hızla çalışıyorlardı ki, oyunun sahnelenmesinde görev alan herkes daha dört prova bitmeden heyecan ve yorgunluktan yarı çıldırmıştı. Genellikle bir yönetmen oyuncularından sürekli olarak rollerini öğrenmelerini istemek zorundadır, oysa benim bu tür sorunlarım yoktu. Harry ve Helene birlikte o kadar iyi çalışıyorlardı ki, oyundaki herkes onları desteklemeyi bir görev, bir onur meselesi ve bir mutluluk kaynağı olarak görüyordu. Kesinlikle çok sanslıydım – veya öyle olduğumu zannediyordum. Her şey o kadar iyi, sıcak ve yoğun geçiyordu ve oyun planının o kadar ilerisindeydik ki, bir bölüm bitince Harry ve Helene’a, “Oyunu sahneye koyacağımız gün içinde bir şeyler bırakır mısınız lütfen? Bütün ateşinizi burada tüketeceksiniz,” demek zorunda kalıyordum.

Dördüncü ya da beşinci provada, oyunda solgun kız kardeş Blanche’ı oynayan Lydia yanımda oturuyordu. Gerçek hayatta, Miller’ın Hırdavat Dükkanı’nın sahibi olan Verne’nin karısıydı. Verne, Harry’nin patronuydu. “Lydia,” dedim, “bizim bir oyunumuz var mı veya bizim bir oyunumuz var mı?” “Evet,” dedi, “bir oyununuz var, haklısın.” Bu cümleyi sanki bir suç işlemişim gibi, berbat bir şey yapmışım gibi söylemişti. “Kendinle gurur duymalısın.” “Ne demek istiyorsun?” dedim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir