Laura Esquivel – Aci Cikolata

Soğanın incecik kıyılmış olması gerekir. Gözlerinizin yaşarmasını engellemek için, soğan doğrarken başınızın üstüne küçük bir soğan parçası koymanızı öneririm. Soğan doğrarken ağlamaya başlamanın kötü yanı sadece gözlerinizin yaşarması değildir. En kötüsü, gözleriniz acıdığı için akmaya başlayan gözyaşlarınızın bir türlü durmak bilmemesidir. Hiç başınıza geldi mi bilmem ama doğru söylüyorum, benim başıma geldi. Hem de pek çok kez… Annem, teyzesi Tita’nın da benim gibi soğana karşı çok duyarlı olduğunu söylerdi. Tita, anneannemin karnındayken bile soğana karşı çok duyarlıymış. Annesi ne zaman soğan doğrasa, karnındaki bebek ağlamaya başlarmış. Öyle yüksek sesle ağlarmış ki, evin yarı sağır aşçısı Nacha bile rahatlıkla duyabilirmiş. Bir gün o kadar yüksek sesle ağlamış ki, bu, vaktinden önce doğmasına yol açmış. Büyük büyükannemin ağzını açıp bir şey söylemesine fırsat kalmadan, kaynamakta olan şehriye çorbasına karışmış kekik, defne, kişniş, sarmısak ve elbette soğan kokuları arasında, mutfak masasının üstünde, minicik, prematüre bir bebek olarak bu dünyaya adımını atmış. Tahmin edeceğiniz gibi, doğduktan sonra, bütün bebeklere yapıldığı gibi ağlaması için poposuna vurmalarına gerek kalmamış; Tita ağlayarak doğmuş zaten. Kim bilir, ona evlenmeyi reva görmeyen kaderinden haberi vardı belki de. Nacha’nın söylediğine göre, Tita, bu dünyaya müthiş bir gözyaşı yağmuruyla gelmiş. Doğarken öyle çok ağlamış ki, mutfağın zemini ve masanın üstü, gözyaşlarıyla kaplanmış.


Öğleden sonra, büyük badire atlatıldıktan ve güneş ışıkları yere dökülen gözyaşlarını buharlaştırıp kuruttuktan sonra, Nacha, gözyaşlarının kırmızı yer döşemesinde bıraktığı tortuları süpürerek toplamış. Beş kiloluk bir torbaya doldurdukları bu tuzu uzun bir süre yemeklerde kullanmışlar. Bu sıradışı doğum, doğduğu andan başlayarak, hayatının büyük bir bölümünü mutfakta geçiren Tita’nın mutfağa duyduğu büyük aşkın temelini oluşturmuş. Tita henüz iki günlükken, babası; yani benim büyük büyükbabam, kalp krizinden hayatını yitirince bu üzüntüyle annesi Elena’nın sütü kesilmiş. O zamanlar süttozu ya da buna benzer mama olmadığı ve sütanne bulamadıkları için, bebeğin karnını doyurmak gerçekten büyük bir sorun olmuş. Mutfak konusunda –ve şu anda söz etmeye gerek olmayan pek çok konuda– bir sürü şey bilen Nacha, bebek Tita’nın beslenmesinin kendisine bırakılmasını önermiş. Nacha hiç evlenmemiş ve çocuk doğurmamış olmasına rağmen, minik, masum bir bebeğin midesine nelerin iyi geleceği konusunda herkesten çok şey bildiğine inanırdı. Okuma yazması bile yoktu, ama mutfak konusunda kimsenin bilmediği şeyleri bildiği kesindi. Elena Anne onun bu teklifini büyük bir minnetle kabul etti. Kocasının ölümünden derin bir üzüntü duyuyordu. Üstelik çiftliği yönetmesi gerekiyordu. Çocuklarının karınlarını doyurabilmek ve onlara gerekli eğitimi sağlayabilmek için bunu yapmak zorundaydı. Tüm bunların yanında bir de yeni doğmuş bebeğin gerektiği gibi beslenmesiyle de ilgilenmek gerekiyordu elbette. Böylece o günden itibaren Tita mutfağa yerleşti. atole’ler 1 ve bitki çayları arasında son derece sağlıklı ve gürbüz bir çocuk olarak büyüdü.

Yemek konusunda çok gelişmiş bir altıncı hisse sahip olmasının açıklaması budur işte. Örneğin mama yeme alışkanlığı, mutfaktaki işlerin yapılma saatine bağlıydı. Sabahları Tita’nın burnu pişmiş fasulye kokusunu alırdı. Ya da öğleyin tavukların tüylerini yolmak için su kaynatıldığını; öğleden sonraları akşam ekmeğinin fırına atıldığını hissederdi. Mama isteme saatinin geldiğini buna göre anlardı. Bazen de sebepsiz ağlardı; tıpkı Nacha soğan doğradığı zamanlarda yaptığı gibi. İkisi de bunun nedenini bildikleri için ciddiye almazlardı. Hatta bundan bir eğlence bile çıkarırlardı. Öyle çok eğlenirlerdi ki Tita, çocukluğu boyunca gözyaşlarının ağlamaktan mı, gülmekten mi kaynaklandığını fark edemedi. Ona göre gülmek de bir tür ağlamaktı. Aynı şekilde yaşamaktan doğan mutluluk ile yemekten doğan mutluluğu ayırt edemiyordu. Hayatı mutfak aracılığıyla tanıyan biri için dışarıdaki dünyayı anlamak hiç de kolay değildi. Mutfağın kapısından başlayıp evin içine doğru açılan devasa dünyayı pek bilmezdi, ama mutfağın arka kapısının açıldığı avluyla, bahçeyle, bostanlarla ilgili şeyleri çok iyi bilirdi. Ablalarıyla taban tabana zıttı. Ablalarına göre mutfak, bahçe, bostanlar tehlikelerle dolu, korkunç yerlerdi.

Mutfakta oynamayı son derece tehlikeli ve saçma bulurlardı. Buna rağmen bir gün Tita, ablalarını kızgın pişmiş toprak tepsinin üstünde dans eden su damlalarının muhteşem gösterisini seyretmeye ikna etti. Tita bir yandan şarkı söyleyip bir yandan su damlalarının tepsinin üstünde “dans etmeleri” için ıslak ellerini ritmik bir şekilde silkelerken Rosaura, gördüklerinden şaşırmış ve sersemlemiş halde bir köşeye sinmişti. Gertrudis ise tam tersine kendini ritme, hareketlere ve müziğe kaptırmıştı. Oyuna heyecanla katılıyordu. O zaman Rosaura da kendini aynı şeyleri yapmak zorunda hissetti. Ama ellerini yeterince ıslatmadığı ve tüm bunları çok korkarak yaptığı için bir türlü istediği gibi olmuyordu. Tita ona yardım etmek istedi. Rosaura’nın ellerinden tutarak tepsiye doğru yaklaştırmaya çalıştı. Rosaura direndi. Bu didişme, sonunda Tita öfkelenip Rosaura’nın ellerini bırakıncaya kadar sürdü. O anda Rosaura’nın uyuşmuş elleriyle kızgın tepsinin üstüne düştü. Tita iyi bir dayak yemekle kalmadı, üstelik kendisine ait bu dünyada ablalarıyla oynaması da yasaklandı. O günden itibaren Nacha, onun oyun arkadaşı oldu. İkisi birlikte yeni oyunlar icat ediyorlardı.

Bu oyunların hepsi de mutfakla ilgiliydi. Bir gün köy meydanında bir adam gördüler. Elindeki uzun balonlarla hayvan figürleri yapıyordu. Bunu görünce akıllarına sosis parçalarını kullanarak benzer şekiller yapmak geldi. Sadece bilinen hayvan şekillerini yapmakla kalmadılar. Örnek vermek gerekirse kuğu boyunlu, köpek bacaklı, at kuyruklu tuhaf hayvanlar da yarattılar. Sorun bu hayvan figürlerini bozup sosisleri kızartmak isteyince ortaya çıktı. Tita çoğu zaman buna itiraz ediyordu. Sadece Noel torta’ları 2 yapılacağı zaman kendiliğinden razı oluyordu, çünkü bu torta’ları çok seviyordu. O zaman, sadece hayvan figürünün bozulmasına izin vermekle kalmayıp sosislerin nasıl kızartıldığını da eğlenerek seyrediyordu. Torta yaparken, sosisi dikkatli kızartmalı: Hem iyi pişmesi hem de aşırı kızarmaması için ateşi iyice kısmalı. Sosis kızardıktan sonra ateşten indirilir ve önceden kılçıkları ayıklanmış sardalyelerle karıştırılır. Sosislerin zarındaki yanıkları bir bıçakla kazımak gerekir. Sardalyelerle birlikte, kıyılmış soğan, biber ve ince çekilmiş yabani mercanköşk eklenir. Küçük yuvarlak kanapeleri doldurmadan önce, hazırlanmış olan bu harç bekletilir.

Tita bu dinlendirme sürecinden büyük bir keyif alırdı. Sandviçlerin içine konulmak için hazırlanmış olan bu şeylerin havaya karışan kokusu çok güzeldir. Seslerle birlikte, geçmiş zamanları yeniden yaratma özelliğine sahip olan kokular, yaşanan âna ait kokulara hiç benzemez. Tita bu kokuyu derin derin içine çekmekten ve o özel kokuyla birlikte hafızasının kıvrımları arasında yolculuğa çıkmaktan çok hoşlanırdı. Boşu boşuna bu torta’ların kokusunu ilk kez ne zaman hissettiğini hatırlamaya çalışırdı. Hiçbir sonuca varamazdı. Belki de sardalyelerle sosislerin bu tuhaf karışımı onun ilgisini çekerek göklerdeki huzur dolu âlemden vazgeçmesini, annesi olması için Elena Anne’nin karnını seçmeye karar vermesini sağlamıştır. Böylece çok gelişmiş bir yemek zevki olan ve çok özel domuz sosisleri yapmayı bilen De la Garza ailesinin bir bireyi olmuştur. Elena Anne’nin çiftliğinde sosis hazırlamak bir ayine benzerdi. Bir gün önceden sarmısaklar soyulmaya, biberler ayıklanmaya ve baharatın öğütülmeye başlanırdı. Ailenin bütün kadınları bu işe katılmak zorundaydı: Elena Anne, kızları Gertrudis, Rosaura ve Tita; aşçı Nacha ve hizmetçi Chencha. Öğleden sonraları yemek masasının etrafında otururlardı. Sohbetler ve şakalar arasında zaman hızla geçerdi. Ortalık kararmaya başlayınca Elena Anne, “Bugünlük bu kadar yeter,” derdi. Anlayana az söz de yeter, derler.

Böylece bu cümleyi duyan herkes, ne yapması gerektiğini çok iyi bilirdi. İlk önce masayı toplarlardı. Sonra, yapılması gereken işleri paylaşırlardı: Biri tavuklarla ilgilenirdi, diğeri kuyudan su çekerek kahvaltıda kullanılmak üzere hazır ederdi. Bir başkası sobada yakılacak odunları hazırlardı. O gün ütü yapılmaz, nakış işlenmez, dikiş dikilmezdi. Bütün işler bitince herkes odasına çekilir, kitap okur, dua eder ve uyurdu. Bu öğleden sonralardan birinde, Elena Anne masayı toplayabileceklerini söylemeden hemen önceydi. O zamanlar Tita on beş yaşını dolduruyordu. Korka korka, titrek bir sesle, Pedro Muzquiz’in annesiyle konuşmak üzere geleceğini söyledi. Tita’yı korkutan uzun bir sessizliğin arkasından Elena Anne, “Bu bey benimle hangi konuda konuşmak için gelecekmiş?” diye sordu. Tita güçlükle duyulan bir sesle cevap verdi: “Bilmiyorum.” Elena Anne aile üzerinde yıllardır otorite kurmasını sağlayan bakışlarıyla Tita’ya baktı. Sonra, “En iyisi o beye söyle,” dedi, “seninle evlenmek istediğini söylemek için gelecekse hiç gelmesin. Kendi de boşa zaman kaybeder, bana da zaman kaybettirir. Çok iyi biliyorsun ki, kızlarımın en küçüğü olarak sen, ben ölünceye kadar bana bakmak zorundasın.

” Elena Anne bunları söyledikten sonra yavaşça ayağa kalktı, gözlüklerini önlüğünün cebine koydu ve buyurgan bir sesle sonucu bildirdi: “Bugünlük bu kadar! Konu kapanmıştır!” Tita evin içindeki iletişim kurallarını çok iyi biliyordu. Bu kurallarda diyaloğa yer yoktu. Yine de hayatında ilk kez annesinin emirlerine karşı bir şeyler söylemeye çalıştı. “Ama ben düşünüyorum da…” “Sen hiçbir şey düşünmüyorsun! Benim ailemde kuşaklar boyu hiç kimse bu geleneğe asla karşı çıkmadı! Bunu yapan da benim kızlarımdan biri olmayacaktır!” Tita başını eğdi. Gözlerinden akan yaşlar masanın üstünü nasıl kaplıyorsa kaderi de aynı hızla onun üzerine örtülmüştü. O andan itibaren Tita da masa da kendilerini mecbur eden bu bilinmez güçlerin akışını değiştiremeyeceklerini biliyorlardı. Biri Tita doğduğu andan beri üzerine akıttığı acı gözyaşlarını kabul ederek onun yazgısını paylaşmaya devam edecek, diğeri bu saçma kararın gerektirdiklerini yapacaktı. Elbette ki Tita, annesiyle aynı fikirde değildi. Aklına bir yığın soru geliyordu. Örneğin, biri çıkıp da bu aile geleneğini kimin başlattığını kendisine söyleyebilse minnet duyacaktı. O parlak zekâlı kişiyle bir tanışsa, ona kadınların yaşlılıklarında rahat etmeleri için düşündüğü bu mükemmel planın bir dizi kusuru olduğunu söyleyecekti. Eğer Tita evlenmeyecek ve çocuk sahibi olamayacaksa, yaşlandığı zaman ona kim bakacaktı? Bu konuda bir çözümü var mıydı? Yoksa, annelerine bakmak zorunda olan kızların, annelerinin ölümünden sonra çok yaşamaları beklenmiyor muydu? Peki, evlenmiş ama çocuğu olmamış kadınlar ne olacaktı? Kim bakacaktı onlara? Bilmek istediği bir şey daha vardı: Hangi araştırmalar sonucu anneye bakmak için en büyük kızın değil de, en küçük kızın uygun olduğuna karar verilmişti? Bundan etkilenen kızlara bir kez olsun ne düşündükleri sorulmuş muydu? Madem evlenmelerine izin verilmiyordu, en azından aşkı tanımalarına izin veriliyor muydu? Yoksa bu da mı yasaktı? Tita bütün bu soruların, yanıtı olmayan sorular listesinde yer alması gerektiğini biliyordu. De la Garza ailesinde sadece itaat edilirdi, o kadar! Elena Anne, Tita’nın ne hissettiğini hiç umursamadan öfkeyle mutfaktan çıkıp gitti. Bir hafta boyunca da ona tek bir sözcük bile söylemedi. Bu durum, Elena Anne’nin evdeki kadınların diktikleri elbiseleri tek tek gözden geçirdiği güne kadar sürdü.

Tita’nın diktiği elbisenin diğerlerinden daha mükemmel dikilmiş olmasına rağmen teyellemeden dikildiğini fark etmişti. “Seni kutlarım,” dedi. “Dikişler çok mükemmel olmuş. Ama teyellemeden diktin, değil mi?” Tita, “Hayır, teyellemedim,” diye cevap verdi. Annesinin kendisiyle yarım yamalak da olsa konuşmaya başlaması onu şaşırtmıştı. “O zaman bunu sökmek zorundasın. Teyelliyorsun, yeniden dikiyorsun, bittiği zaman da görmem için bana getiriyorsun. Üşengeçlerin aynı yolu iki kez yürümek zorunda kaldıklarını unutmayasın diye!” “Ama bu, işlerini hatalı yaptıkları zaman olur. Biraz önce bunun çok mükemmel olduğunu siz kendiniz…” “Yine mi dikkafalılık ediyorsun? Kurallara uymadan dikerek yeterince isyankâr davrandın zaten!” “Özür dilerim anneciğim. Bir daha yapmam.” Tita bu sözlerle Elena Anne’nin öfkesini yatıştırmayı başarmıştı. “Anneciğim” sözcüğünü yerinde ve uygun bir ses tonuyla telaffuz etmeye çok dikkat etmişti. Elena Anne’ye göre, “anne” sözcüğü kulağa hoş gelmiyordu. Kızlarını küçüklüklerinden beri kendisine “anneciğim” diye hitap etmeye zorlamıştı. Buna karşı direnen ya da uygun olmayan bir ses tonuyla söyleyen tek kızı Tita’ydı.

Bu yüzden yediği tokatların sayısı belli değildi. Ama o anda ne güzel söylemişti! Elena Anne, en küçük kızının karakterini değiştirmeyi başarmış olduğunu umarak biraz rahatladı. Yazık ki bu umut çok uzun sürmedi: Ertesi gün Pedro Muzquiz, babasıyla birlikte Tita’yı istemek üzere çıkageldi. Onların bu beklenmedik ziyareti evde büyük bir şaşkınlık yarattı. Günler önce Tita, teklifinden vazgeçmesi için Pedro’ya, Nacha’nın erkek kardeşiyle bir not göndermişti. Nacha’nın kardeşi notu Pedro’ya verdiğine yeminler ediyordu. Ama Pedro ile babası aynı teklifle evlerine gelmişlerdi işte. Elena Anne onları salona aldı ve çok nazik bir dille Tita’nın neden evlenemeyeceğini açıkladı. “Ama Pedro mutlaka evlenmek istiyorsa diğer kızım Rosaura’yla evlenebilir. Tita’dan sadece iki yaş büyük. İyi yetişmiş bir kız ve evliliğe tam anlamıyla hazır.” Chencha bu sözleri duyduğu anda az kalsın elindeki tepside bulunanları Elena Anne’nin üzerine dökecekti. Don Pascual’a ve Pedro’ya ikram etmek üzere kahve ile kurabiye getiriyordu. Özür dileyerek hızla mutfağa kaçtı. Tita, Rosaura ve Gertrudis orada merakla ve heyecanla onun getireceği ayrıntılı haberleri bekliyorlardı.

Chencha telaşla mutfağa dalınca hepsi de yapmakta oldukları işi bıraktılar. Anlatacaklarının tek kelimesini kaçırmak istemiyorlardı. Noel torta’larını yapmak için üçü de mutfaktaydılar. Adından da anlaşılacağı gibi, bu torta’lar, Noel yaklaşırken yapılır. Ama o sırada, Tita’nın doğum günü için hazırlıyorlardı. 30 Eylül’de on altı yaşına basacaktı. Doğum gününü en sevdiği yemeği yiyerek kutlamak istiyordu. “Ay! Aman! Ne bileyiim… Böylem şey mi olurmuş? Hanımım, sankim tabağa konulmuş yenmeyi bekleyen enchilada’dan 3 söz eder gibim evliliğe hazır, diyo… Bununla şu aynı şey değil ya! Enchilada isteyen birine taco verilir mi?” Chencha biraz önce tanık olduğu sahneyi kendine özgü bir şekilde anlatırken bu tür yorumlar katmaktan da geri kalmıyordu. Tita, Chencha’nın ne kadar yalancı olduğunu ve her şeyi abartmayı pek sevdiğini bilirdi. Bu yüzden anlatılanların kendini etkilemesine izin vermek istemedi. Duyduklarının doğru olabileceğini kabul etmek istemiyordu. Sakin görünmeye çalışarak küçük esmer ekmekleri kesmeye devam etti. Ablaları ve Nacha bu ekmeklerin içine hazırlanmış harcı dolduracaklardı. Bu torta’ları evde yapmak daha iyidir. Ama yapılamıyorsa mahalledeki ekmek fırınına küçük ekmek siparişi verilebilir.

Büyük ekmekler bu tarif için uygun değildir. Torta’ların içini doldurduktan sonra fırında on dakika ısıtın ve sıcak servis yapın. En güzeli, torta’ları doldurduktan sonra bezlere sarıp bir gece açık havada bekletmektir. Gecenin nemi ve sosisin yağı torta’ya sinince harika olur. Tita hazırlanmış torta’ları, ertesi gün yenmek üzere bezlere sarmayı bitirdiği anda Elena Anne mutfağa girdi. Pedro’nun Rosaura’yla evlenmeyi kabul ettiğini açıklamak için gelmişti. Tita haberin doğrulandığını duyduğu anda birdenbire kış gelmiş gibi hissetti. Soğuk, sanki bir kırbaç gibi bütün vücudunu dövüyordu. Bu o kadar kuru bir soğuktu ki yanaklarını alev alev yakmış, kızartmıştı. Yanakları önündeki elmalar gibi kıpkırmızı olmuştu. Bu dondurucu soğuk uzun süre, hiç azalmadan onu etkilemeye devam etti. Hatta, Don Pascual ile Pedro’yu çiftliğin kapısına kadar geçirmiş olan Nacha dönüp de duyduklarını anlattığı zaman bile… Don Pascual ile Pedro yavaş yavaş yürürlerken aralarında konuşuyorlardı. Nacha onların ortasında, bir adım önde yürüyordu. Don Pascual öfkesini bastırmaya çalışarak alçak sesle, “Bunu neden yaptın, Pedro?” dedi. “Rosaura ile evlenmeyi kabul ederek bizi gülünç duruma düşürdün.

Tita’ya duyduğun büyük aşk üzerine ettiğin yeminler nerede kaldı? Verdiğin sözden mi dönüyorsun?” “Dönmüyorum elbette,” dedi Pedro. “Âşık olduğunuz kadınla evlenme isteğiniz, kesin bir dille reddedilse ona yakın olabilmek için tek çareniz ablasıyla evlenmek olsa, siz aynı şekilde davranmaz mısınız?” Nacha verilen cevabı duyamadı. Çiftliğin köpeği Pulque, koşarak çıktı ve kedi zannettiği bir tavşana havlamaya başladı. “O zaman âşık olmadan mı evleneceksin?” “Hayır baba, ben Tita’ya duyduğum büyük ve ölümsüz aşk için evleneceğim.” Ayakkabılarının altında ezilen kuru yaprakların çıkardığı hışırtı yüzünden sesleri giderek duyulmaz oldu. O zamanlar kulakları daha da ağır işiten Nacha’nın bu konuşmaları duymuş olduğunu söylemesi çok tuhaftı. Tita yine de anlattığı şeyler için ona şükran duydu. Ama o zamandan sonra Pedro’ya karşı soğuk bir saygıyla davranmaya başladı. Derler ki, sağır duymaz ama uydururmuş. Nacha belki de, akıllarından geçmiş ama hiçbir zaman konuşulmamış olan sözleri duymuştu. O gece Tita hiç uyuyamadı. Hissettiklerini açıklamaya sözcükler yetmezdi. Ne yazık ki o zamanlar uzaydaki kara delikler henüz bilinmiyordu. Eğer bilseydi göğsünde büyük bir kara delik açıldığını hissettiğini söylemesi kolay olurdu. Bu kara delikten sürekli gelen soğuk içine işliyordu.

Ne zaman gözlerini kapasa bir yıl önceki o Noel akşamını yeniden yaşıyordu. Pedro ile ailesini ilk kez evlerine, akşam yemeğine davet etmişlerdi. Keskin bir soğuk vardı. Aradan geçen zamana rağmen Tita sesleri, kokuları, yeni elbisesinin cilalanmış zemine hışırdayarak sürtünmesini, Pedro’nun, omuzlarının üstünde hissettiği bakışlarını tüm ayrıntılarıyla hatırlıyordu. O bakışlar! Tita, elindeki pötifur tepsisiyle masaya doğru yürürken birden omuzlarında derisini yakan bir bakış hissetti. Kafasını çevirdiği anda gözleri Pedro’nun gözleriyle buluştu. O anda, lokma tatlısı yapılırken kaynamakta olan sıvıyağa atılan hamurun neler hissettiğini çok iyi anladı. Duyduğu korku karşısında bütün vücuduna dalga dalga bir sıcaklık yayıldı. Bu sıcaklık o kadar gerçekti ki sıvıyağda kızaran hamur parçasının her tarafını kaplayan köpükçükler gibi bütün vücudundan, yüzünden, karnından, kalbinden, göğüslerinden, her yerinden kabarcıklar fışkırdı. Tita bu bakışlara karşı koyamayacağını fark ederek gözlerini indirdi. Salonun öteki ucuna, piyanoda Ojos de Juventud 4 adlı valsi çalmakta olan Gertrudis’in bulunduğu köşenin tam aksi yönüne doğru yürüdü. Elindeki tepsiyi bir sehpanın üzerine bıraktı. Farkında olmadan, orada bulunan bir kadeh Noyó likörünü eline aldı. Komşu çiftliğin sahibesi Paquita Lobo’nun yanına oturdu. Pedro’dan uzaklaşmak hiçbir işine yaramamıştı.

Kanının damarlarını yakarak dolaştığını hissediyordu. Yanakları kıpkırmızı olmuştu ve ne kadar uğraşsa da nereye bakacağını bilemiyordu. Paquita ondaki tuhaflığı fark etti ve büyük bir endişeyle sordu: “Çok lezzetli bir likör, değil mi?” “Efendim?” “Çok dalgın görünüyorsun, Tita, iyi misin?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir