Lawrence Block – Bicak Sirti

Yazar, William Smart ile Karen’e, büyük katkıları için Cary Kimble’a ve bu kitabın yazıldığı “Virginia Center for the Creative Arts”daki herkese teşekkür etmekten mutluluk duyar. Ne zaman hatırlasam, parlak mavi gözsüzünde pırıl pırıl güneşiyle her zaman mükemmel bir yaz günü olarak hayal ederim. Yazdı elbette ama havanın nasıl olduğunu, hatta gündüz olup olmadığını bile bilme olanağına sahip değilim. Olayı anlatan kişi ay ışığından söz etti ama o da orada değildi. Belki de hayal gücü, tıpkı benim parlak bir güneş, mavi bir gökyüzü ve pamuk gibi bulutları hayal etmem gibi, ayışığını doğurmuştu. Beyaz kireçli çiftlik evinin açık verandasındalar. Bazen onları içeride, mutfaktaki çam masaya otururken görüyorum ama çoğunlukla verandadalar. Votka ve meyve suyu karışımı dolu büyük bir cam sürahi var önlerinde ve verandada oturarak votka içiyorlar. Bazen onları çiftlikte dolaşırken, el ele ya da birbirlerinin beline sarılmış olarak hayal ediyorum. Kadın çok içmiş ve bu yüzden biraz küstah, gürültücü ve adımları kararsız- Đneklere mö’lüyor, tavuklara gıdaklıyor, domuzlara nanik yapıyor ve bütün dünyaya gülüyor. Ya da onları ormanda yürürken, sonra bir nehrin kıyısında tekrar ortaya çıkarken görüyorum. Birkaç yüzyıl önce, hep çıplak ayaklı çobanlar ve doğada sıçrayıp oynayan sütçü kızlarıyla idealize rustik manzaralar çizen bir Fransız vardı. Düşgücümün bu parçasını da çizebilirdi. Şimdi çıplaklar, nehrin kıyısında, soğuk otların üzerinde sevişiyorlar. Düşgücüm bu alanla sınırlı ya da belki de yalnızca mahremiyetlerine saygı duyuyorum.


Kadının yüzünü yakın plan görüyorum. Yüzünde ifadeler oynaşıyor, rüyalardaki gazete yazıları gibi, daha okuyamadan değişiyor ve odak noktasından çıkıyor. Sonra adam ona bıçağı gösteriyor. Kadının gökleri büyüyor ve aralarında bir şeyler oluyor. Bir bulut hareket ederek güneşi örtüyor. Ben böyle hayal ediyorum ve hayal gücümün gerçek duruma çok yaklaştığını sanmıyorum. Nasıl yaklaşabilir ki? Görgü tanıklarının ifadelerinin bile güvenilmez olduğu çok iyi bilinir, ben ise bir görgü tanığı bile değilim. Çiftliği hiç görmedim. Orada bir nehir var mı, bunu bile bilmiyorum. Fotoğrafları hariç kadını da hiç görmedim. Şimdi bu resimlerden birine bakıyorum ve bana öyle geliyor ki yüzündeki ifade oyununu ve gözlerinin büyüdüğünü neredeyse görebilirim. Ama elbette böyle bir şeyi göremem. Bütün fotoğraflarda olduğu gibi görebildiğim tek şey zamanın donmuş bir anı. Sihirli bir resim değil bu. Bu resimden geçmişi ya da geleceği okuyamazsınız.

Arkasını çevirince adımı ve telefon numaramı okuyabilirsiniz ama tekrar önünü çevirdiğinizde her seferinde aynı pozu görürsünüz, dudaklar hafifçe ayrık, gözler kameraya bakıyor, ifade gizemli. Bu fotoğrafa istediğiniz kadar bakabilirsiniz, size sırlarından hiçbirini söylemeyecektir. Biliyorum. Ben yeterince çok baktım. 1 New York’ta aktörler için üç ünlü kardeşlik örgütü var. Yıllar önce Maurice Jenkins-Lloyd adlı bir aktör, dinleyen herkese bunları özetlerdi. “Oyuncular” derdi, “aktörmüş gibi davranan beyefendilerdir. Kuzular, beyefendiymiş gibi davranan aktörlerdir, Rahipler ise… Rahipler ikisi de değildir ama ikisi birdenmiş gibi davranır.” Jenkins-Lloyd’un hangi kategoriye girdiğini bilmiyorum. Onu tanıdığım zaman ayıkmış gibi davranan bir sarhoştu çoğunlukla. Eskiden Dokuzuncu Cadde’de, Elli Yedinci ile Elli Sekizinci sokaklar arasında olan Armstrong’un Yeri’nde içerdi. Dewars’s ve soda içer, bütün gün ve gece boyunca içer ama fazla belli etmezdi. Sesini hiç yükseltmez, asla çirkinleşmez, asla iskemlesinden düşmezdi. Gecenin sonuna doğru biraz dili sürçerdi ama hepsi bu kadar. Oyuncu, Kuzu ya da Rahip, hangisi olursa olsun bir beyefendi gibi içki içerdi.

Ve içkiden öldü. Yemek borusu parçalanarak öldüğünde ben de içki içiyordum. Alkolikler için akla gelecek ilk ölüm nedeni bu değil ama alkolikler dışında insanların başına gelirmiş gibi görünmüyor. Buna tam olarak neyin neden olduğunu bilmiyorum, belki yıllar boyu içki içmenin birikmiş etkisi, belki de her sabah birkaç kez kusmanın yarattığı yıpranmaydı. Uzun zamandır Maurice Jenkins-Lloyd’u düşünmemiştim. Şimdi düşünmemin nedeni, eskiden Kuzular Kulübü olan binanın ikinci katındaki bir Adsız Alkolikler (AA) toplantısına gidiyor olmamdı. Batı Kırk Dördüncü Sokak’taki şık beyaz bina birkaç yıl önce Kuzular’ın artık kaldıramadığı bir lüks haline dönüştü. Onlar da mülkü satarak kent merkezinde başka bir kulüple ortak bir yer tuttular. Binayı bir kilise satın aldı, şimdi diğer kilise faaliyetlerinin yanı sıra deneysel bir tiyatro da var orada. Perşembe akşamlan Adsız Alkolikler’in Yeni Başlayanlar grubu, toplantı odasının kullanılması için bir ücret ödüyordu. Toplantı sekiz buçuktan dokuz buçuğa kadardı. Oraya on dakika önce gidip kendimi program başkanına tanıttım. Kahve alarak gösterdiği yere oturdum. Açık bir dikdörtgen biçiminde düzenlenmiş sekiz on tane altı kişilik masa vardı, benim yerim kapıya en uzak köşede, başkanın hemen yanındaydı. Sekiz buçukta masalarda oturup plastik bardaklardan kahve içen yaklaşık otuz beş kişi olduk.

Başkan toplantıyı açtı ve giriş yazısını okudu, sonra başka birini Büyük Kitap’ın beşinci bölümünden bir parça okumaya davet etti. Birkaç duyuru yapıldı: Yukarı Batı Yakası’nda hafta sonu bir dans, Murray Hill’de bir grup yıldönümü, Alanon Evi’ndeki programa eklenen yeni bir toplantı. Dokuzuncu Cadde’deki sinagogda düzenli olarak toplanan bir grup Yahudi, bayramları nedeniyle önümüzdeki iki toplantısını iptal ediyordu. Sonra başkan, “Bu geceki konuşmacımız Basitleştir Grubu’ndan Matt” dedi. Gergindim tabii. Oraya girdiğim andan itibaren gergindim. Bir toplantıyı yönetmeden önce hep böyle olurum ama sonra geçer. Başkan beni tanıttığı zaman nazik alkışlar oldu. Alkışlar dinince, “Teşekkürler. Adım Matt ve ben bir alkoliğim” dedim. Sonra gerginlik geçti. Oturup hikâyemi anlattım. Yirmi dakika kadar konuştum. Ne söylediğimi hatırlamıyorum. Asıl olarak eskiden nasıl olduğunuzu, neler yaşandığını ve şimdi nasıl olduğunu anlatırsınız.

Ben de böyle yaptım ama her seferinde farklı bir hikâye haline gelir. Bazı insanların hikâyeleri kablolu televizyon için yeterince esinleyicidir. Doğu St. Louis’de nasıl çöktüğünüzü ve şimdi IBM’de beklentileri yüksek bir müdür olduğunuzu anlatır bu kanallar. Benim anlatacak böyle bir hikâyem yok. Hâlâ aynı yerde yaşıyor ve aynı yoldan geçimimi sağlıyorum. Tek fark, eskiden içerdim, şimdi içmiyorum, verebildiğim tek esin bu. Konuşmamı bitirdiğim zaman nazik alkışlar aldım, sonra gezdirdikleri bir sepete herkes kira ve kahve için bir dolar, bir çeyrek attı ya da hiçbir şey atmadı. Beş dakikalık bir aradan sonra toplantı bitti. Toplantılarda farklı formatlar var; burada sırayla gidiliyor ve herkes sırası gelince bir şeyler söylüyordu. Salonda tanıdığım belki on kişi, tanıdık görünen de yarım düzine kadar kişi vardı. Güçlü çene yapısı ve gür kızıl saçları olan bir kadın, geçmişteki polisliğimle ilgilendi. “Evime gelmiş olabilirsin” dedi. “Haftada bir evime polis gelirdi. Kocamla ben içip kavga ederdik, komşular da polis çağırırlardı.

Uç kez aynı polis koşarak geldi, bir baktım ki onunla ilişkiye girmişim ve gene daha ne olduğunu anlayamadan onunla da kavga ettim. Birileri de polis çağırdı. Đnsanlar benim için hep polis çağırıyordu, bir polisle birlikte olsam bile.” Dokuz buçukta dua ederek toplantıyı kapattık. Birkaç kişi yanıma gelerek elimi sıktı ve konuşmam için teşekkür etti. Birçok kişi sigara yakabilmek için hızla binadan ayrıldı. Dışarıda gece sonbahar başlangıcının serinliğini taşıyordu. Yaz çok zorlu gelmişti, şimdi serin geceler rahatlatıcıydı. Bir blok batıya yürüdüm, yolda bir adam yolumu keserek para istedi. Birbirine uymayan pantolon ve takım elbise ceketi giymişti, ayaklarında yıpranmış tenis ayakkabıları vardı ve çorabı yoktu. Otuz beş yaşında görünüyordu ama herhalde daha gençti. Sokaklar insanı yaşlandırır. Banyo yapıp tıraş olmaya ve saçını kestirmeye ihtiyacı vardı. Ona verebileceğimden çok daha fazlasına ihtiyacı vardı. Ben ona yalnızca bir dolar verdim; pantolonumun ceplerini karıştırdım, bulduğum parayı avcuna sıkıştırdım.

Teşekkür ederek Allah razı olsun, dedi. Yürümeye başladım ve tam Broadway’in köşesini dönmüştüm ki birinin adımı seslendiğini duydum. Dönünce Eddie adlı adamı tanıdım. Toplantıdaydı. Onu ara sıra başka toplantılarda da görürdüm. Şimdi bana yetişmek için hızlı hızlı yürüyordu. “Hey, Matt” dedi. “Biraz kahve içmek ister misin?” “Toplantıda üç bardak içtim. Sanırım eve gideceğim.” “Yukarıya doğru mu yürüyorsun? Seninle yürüyeceğim.” Broadway’den Kırk Yedinci Sokak’a, oradan da Sekizinci Cadde’ye yönelip sağa döndük ve yolumuza devam ettik. Para isteyen beş kişiden ikisini başımdan savdım, diğerlerinin hepsine birer dolar verdim, karşılığında da teşekkür ve dua! aldım. Üçüncüsü de bir doları alıp dua ettikten sonra Eddie, “Allahım, Batı Yakası’nın en yüzü yumuşak adamı olmalısın” dedi. “Sen nesin Matt, hayır diyemeyen bir çocuk mu?” “Bazen geri çeviriyorum.” “Ama çoğunlukla çevirmiyorsun.

” “Çoğunlukla çevirmiyorum.” “Önceki gün televizyonda belediye başkanını gördüm. Sokaktaki insanlara para vermememiz gerektiğini söylüyor. Onların yarısının bağımlı olduklarını, parayı uyuşturucuya harcayacaklarını söylüyor.” “Doğru ama diğer yarısı da yiyecek ve barınağa yatırır.” “Belediye başkanı ihtiyaç duyan herkese parasız yatak ve sıcak yemek verildiğini söylüyor.” “Biliyorum. Bu durumda neden bu kadar çok insana sokaklarda uyuyup çöp kutularından çöplendiğini merak ediyor insan.” “Belediye başkanı camları silenleri de ortadan kaldırmak istiyor. Biliyorsun, gerekli olsun ya da olmasın otomobilinin ön camını silen ve para vermeni bekleyenler. Başkan bu görüntüden hoşlanmadığını, sokakta böyle çalışanları sevmediğini söylüyor.” “Haklı” dedim. “Ayrıca sakat falan da değiller. Đnsanları soymalı ya da içki dükkânlarına gizlice girmeliler. Yani kamuoyunun gözü önünde olmamalılar.

” “Anladığım kadarıyla belediye başkanının büyük bir hayranı değilsin.” “Đdare eder herhalde” dedim. “Sanırım kuru üzüm büyüklüğünde bir kalbi var ama belki de böyle olması gerekiyor, iş tanımının bir parçası bu da. Belediye başkanının kim olduğuna ya da ne söylediğine fazla dikkat etmemeye çalışıyorum. Her gün birkaç dolar veriyorum, hepsi bu. Bu bana zarar vermiyor, kimseye de fazla bir iyiliği dokunmuyor. Yalnızca bugünlerde böyle bir şeyler yapıyorum işte.” “Para isteyen yeterince insan da var.” Gerçekten de vardı. Kentin her yerinde görüyordunuz onları: Parklarda, metrolarda, otobüs ve tren istasyonlarının bekleme salonlarında uyuyanlar. Bazıları zihinsel özürlü, bazıları da uyuşturucu bağımlısıydı. Bazıları ise büyük yarışta bir adım geriye düşen ve yaşayacak bir yeri olmayan insanlardı. Bir evin yoksa iş bulmak zordur, işe alınacak kadar düzgün görünümlü olmak zordur. Ama bazılarının işi de vardı. New York’ta apartman dairesi bulmak zor ve kiralar da çok pahalı; Kira ve Güvenlik Komisyonu’nun yardımıyla bile bir dairenin ön kapısından girmek için iki bin dolardan fazlasına gerek var.

Bir iş bulsanız bile, bu kadar parayı nasıl biriktirebilirsiniz? Eddie, “Allah’a şükür bir evim var” dedi. “Büyüdüğüm daire. Buna inanabiliyor musun? Bir blok yukarıda, iki blok yanda, Onuncu Cadde yakınlarında. Đlk oturduğum yer değil tabii. Orası şimdi yok oldu, bina yıkıldı, yeni bir lise yaptılar yerine. Ben, bilmiyorum, dokuz mu ne yaşındayken oradan taşındık. Dokuz olmalı, çünkü üçüncü sınıftaydım. Hapiste yattığımı biliyor musun?” “Üçüncü sınıftayken, yatmadın herhalde.” Güldü. “Hayır, bundan bir süre sonraydı. Ben Green Haven’dayken peder öldü, çıktığımda kalacak bir yerimi olmadığı için annemin yanına taşındım. Ev gibi değildi, giysilerimle eşyalarımı koyduğum bir yerdi ama sonra annem hastalanınca onunla birlikte kalmaya başladım, o öldükten sonra daireyi elimde tuttum. Dördüncü katta üç küçük oda. Ama biliyorsun, kira kontrollü, Matt, ayda 122.75 dolar.

Bu kentte adımını atmak isteyeceğin bir otele bir gece için bu parayı ödersin.” Şaşırtıcı ama semtin kendisi de düzelme yolundaydı. Cehennem Mutfağı yüz yıldır sert, zor bir semt olmuştu, şimdi emlakçılar buraya Clinton diyor, yıkık dökük evleri güzeli binalara dönüştürerek altı rakamlı fiyatlar istiyorlardı. Yoksulların nereye gittiğini, zenginlerin nereden geldiğini hiç anlayamadım. Eddie, “Güzel bir gece değil mi?” dedi. “Elbette daha ne olduğunu anlayamadan havanın soğukluğundan yakınmaya başlayacağız. Bir gün sıcaktan ölüyoruz, bir an sonra da yazın nereye gittiğini merak ediyoruz. Hep böyle, ha?” “Öyle diyorlar.” Eddie kırkına merdiven dayamıştı. Đnce uzundu, soluk bir teni ve uçuk mavi gözleri vardı. Saçları açık kahverengiydi ve açılmaya başlamıştı. Açık alnı ve hafif dişlekliği ona biraz tavşanımsı bir görüntü veriyordu. Onun hapiste yatmış olduğunu bilmeseydim bile herhalde bu kadarını tahmin edebilirdim, gerçi bir hırsıza benzediğini söylemenin ötesinde bunun nedenini söyleyemem. Belki de cesaretle sinsiliğin bir bileşimi, omuzlarının duruşunda ve gözlerinin oynamasında fiziksel olarak kendini gösteren bil tavırdı belki. Bunun üstünden aktığını söyleyemem ama onu ilk kez bir toplantıda gördüğümde, büyük ihtimalle paçayı kurtarmış kirli bir adam olduğunu düşünmüştüm.

Bir paket sigara çıkarıp bana ikram etti. Başımı istemem anlamında salladım. Bir tane kendine aldı ve yakmak için kibrit çakarak sönmemesi için avcuyla siperledi. Bir nefes çektikten sonra sigarayı baş parmağıyla işaret parmağı arasında tutup baktı. “Bu boktan şeyi bırakmalıyım” dedi. “Đçkiyi bırak ve kanserden öl, yüzde kaç ihtimal?” “Đçkiyi bırakalı ne kadar oldu?” “Yedi aya yaklaşıyor.” “Harika.” “Bir yıla yakındır programdayım ama içkiyi bırakmam zaman aldı.” “Ben de hemen bırakamamıştım.” “Öyle mi? Ben bir iki ay oyalandım. Sonra uyuşturucu kullanabileceğimi düşündüm, çünkü benim sorunum marihuana değildi, benim sorunum alkoldü. Ama toplantılarda duyduklarım sonunda kafama dank etti sanırım, otu da bıraktım, şimdi yedi aya yakın bir süredir tamamen temiz ve kuruyum.” “Müthiş.” “Bence de öyle.” “Sigaraya gelince… aynı anda birçok şeyi bırakmaya çalışmak iyi bir fikir değil derler.

” “Biliyorum. Bir yılı doldurduğum zaman bunu bırakma zamanı gelecek herhalde.” Sigarayı hızla içine çekti, sigaranın ucu parladı. “Ben şu tarafa gidiyorum. Biraz kahve içmek istemediğine emin misin?” “Eminim ama seninle Dokuzuncu Cadde’ye kadar yürüyeceğim.” Uzun bir blok yürüdükten sonra köşede durup birkaç dakika daha konuştuk. Konuştuklarımızı pek hatırlamıyorum. Eddie köşede, “Seni tanıttıkları zaman asıl grubunun Basitleştir olduğunu söylemişlerdi. Bu St. Paul’de toplanan grup mu?” Başımı salladım. “Resmi adı Basitleştir ama herkes St. Paul der.” “Düzenli gider misin?” “Çoğunlukla.” “Belki seni orada görmüşümdür. Ha, telefonun falan var mı Matt?” “Tabii.

Bir otelde kalıyorum, Northwestern. Resepsiyonu ararsan seni bağlarlar.” “Kimi isteyeceğim?” Bir an ona baktım, sonra kahkaha attım. Göğüs cebimde, arkasına adım ve telefon numaram yazılı vesikalık fotoğrafla vardı. Eddie, “Matthew Scudder” dedi. “Bu sensin, ha?” Resmi çevirdi. “Ama bu sen değilsin.” “Onu tanıyor musun?” Başını hayır anlamında salladı. “Kim bu kız?” “Bulmaya çalıştığım bir kız.” “Seni suçlayamam. Hazır bulmuşken iki tane olsun, birini senden alırım. Nedir bu, bir iş mi?” “Evet.” “Güzel kız. Genç, hiç değilse bu resim çekilirken gençmiş. Yirmi bir yaşında falan mı?” “Şimdi yirmi dört.

Bu resim bir iki yıl önce çekilmiş.” “Yirmi dört yaş çok genç” dedi. Tekrar fotoğrafın arkasını çevirdi. “Matthew Scudder. Bir insan hakkında en özel şeyleri öğrenmek ama adını bilmemek çok komik. Soyadını demek istiyorum tabii. Benim ki Dunphy ama belki zaten biliyorsundur.” “Hayır.” “Olsaydı ben de sana telefonumu verirdim. Bir buçuk önce borçtan kestiler. Bugünlerden birinde açtıracağım. Seninle konuşmak çok iyi oldu, Matt. Belki yarın gece St. Paul’de görüşürüz.” “Büyük ihtimalle orada olurum.

” “Ben de oraya gelmeye çalışacağım. Kendine dikkat et.” “Sen de Eddie.” Eddie yeşil ışığın yanmasını bekledikten sonra yavaş yavaş karşıya geçti. Yolun ortasında dönüp gülümsedi. “Umarım o kızı bulursun” dedi. O gece o kızı ya da başka herhangi bir kızı bulmadım. Elli Yedinci Sokak’a kadar yürüdüm. Otelimde resepsiyona uğradım. Mesaj bırakan yoktu ama Jacob kendiliğinden yarım saat arayla üç telefon geldiğini söyledi. “Üçü de aynı kişi olabilir” dedi. “Mesaj bırakmadı.” Odama çıktım, oturup elime bir kitap aldım. Birkaç sayfa okuduktan sonra telefon çaldı. Telefonu açınca bir erkek sesi, “Scudder mı?” dedi.

Evet dedim. Adam, “Ödül ne kadar?” diye sordu. “Ne ödülü?” “O kızı arayan adam sen değil misin?” Telefonu kapayabilirdim ama bunun yerine, “Hangi kızı” diye sordum. “Bir yüzünde resmi, öbür yüzünde de senin adın bulunan kız. Onu aramıyor musun?” “Nerede olduğunu biliyor musun?” “Önce soruma cevap ver” dedi. “Ödül ne kadar?” “Küçük bir ödül olabilir?” “Ne kadar küçük?” “Zenginleşecek kadar değil.” “Bir rakam söyle.” “Belki birkaç yüz dolar.” “Beş yüz dolar mı?” Fiyat fark etmezdi aslında. Bana satacak bir şeyi yoktu. “Tamam” dedim. “Beş yüz.” “Allah kahretsin. Fazla değilmiş.” “Biliyorum.

” Bir sessizlik oldu. Sonra adam, “Tamam” dedi. “Bak, şöyle yapacaksın. Broadway ile Elli Üçüncü Sokak’ın köşesini biliyorsun, Sekizinci Cadde’ye doğru taraftaki köşe. Yarım saat sonra orada buluşalım. Yanında para da olsun. Ekmeği getirmezsen gelmeye de zahmet etme.” “Bu saatte para bulamam.” “Şu bankamatik kartlarından yok mu? Boktan. Tamam, üzerinde ne kadar var? Şimdi bana biraz verirsin, gerisini de yarın tamamlarsın ama kandırmaya da kalkma adamım, çünkü piliç yarın aynı şekilde olmayabilir, ne söylediğimi çakozladın mı?” “Sandığından daha da fazla.” “Ne diyorsun?” “Kızın adı ne?” “Bu ne demek şimdi?” “Pilicin adı ne?” “Arayan sensin. Ulan adını da mı bilmiyorsun?” “Şen de bilmiyorsun, değil mi?” Biraz düşündü. “Şimdi kullandığı adı biliyorum” dedi. En aptalca kurnazlık. “Herhalde senin bildiğin ad bu değil.

” “Şimdi hangi adı kullanıyor?” “A-ha. Beş yüz dolarla satın alacağın şeylerden biri de bu.” Bir sopayla ya da belki bir bıçakla saldırı satın alacaktın herhalde. Size bir şey sunan bir insan asla ödülü sorarak konuşmaya başlamaz, sokak köşelerinde buluşmak da istemez. Usanarak telefonu kapatmak istedim ama tekrar arardı. “Bir dakika sus” eledim. “Kız bulunana kadar hiçbir ödül vermeye yetkili değilim. Satacak bir şeyin yok, benden de para tırtıklayamazsın. Seninle bir sokak köşesinde buluşmak istemiyorum ama buluşsam bile yanımda para getirmezdim. Bir silah, bir kelepçe ve polis getirir, seni bir yere götürür ve bir şey bilmediğine emin olana kadar üzerinde çalışırdım. Sonra biraz daha çalışırdım, çünkü zamanımı boş yere harcadığın için sana kızmış olurdum. Đstediğin bu mu? Benimle köşede buluşmak istiyor musun?” “Ananı.” “Hayır” dedim, “yanlış anlamışsın. Sen kendi ananı…”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir