Lawrence Block – Buzkiracagi Cinayetleri

Geldiğini görmedim, Armstrong’un Yeri’nde her zamanki arka masamda oturuyordum. Öğle kalabalığı dağılmış, gürültü azalmıştı. Radyoda çalan klasik müziği artık rahatlıkla duyabiliyordunuz. Dışarıda hava kapalıydı, acı bir rüzgâr esiyordu, yağmur yağacak gibiydi. Dokuzuncu Cadde’deki barlardan birinde pineklemek, burbonla tatlandırılmış kahve içip, kaçığın tekinin Birinci Cadde’den gelip geçenleri doğraması hakkında Post’ta çıkan bir haberi okumak için harika bir gündü. “Bay Scudder?” Altmış yaşlarındaydı. Geniş bir alnı, çerçevesiz gözlüklerinin ardından bakan donuk mavi gözleri vardı. Kırlaşmış sarı saçları kafasına yapışmış gibi dümdüz taranmıştı. Boyu bir altmış vardı. Yetmiş seksen kilo gelirdi. Açık tenliydi. Yüzü tertemiz tıraşlıydı. Sivri burunluydu, ince dudaklı, küçük bir ağzı vardı. Gri takım elbise, beyaz gömlek, kırmızı, siyah ve sah çizgili bir kravat. Bir elinde çantasını, diğer elinde şemsiyesini tutuyordu.


“Oturabilir miyim?” Başımla karşımda duran sandalyeyi işaret ettim. Oturdu, göğüs cebinden cüzdanını çıkarıp bana bir .kart uzattı. Elleri küçüktü, Mason yüzüğü takıyordu. Karta bakıp, geri verdim. “Kusura bakmayın” dedim. “Ama…” “Sigorta falan istemiyorum” dedim. “Ayrıca beni sigortalamak istemezsiniz de. Çok risk taşıyorum.” Asabi bir gülüşü andıran bir ses çıkardı. “Hay Allah!” dedi. “Sizi sigortalayacağımı sandınız, değil mi? Size bir şey satmak için gelmedim. Son ferdi poliçemi ne zaman yaptığımı bile hatırlamıyorum. Benim alanım şirketler için grup poliçeleri.” Kartı aramızdaki mavi kareli örtünün üstüne bıraktı.

“Buyrun” dedi. Karttaki ad Charles F. London’a aitti. New Hampshire’nin Mutual Life şirketi için çalışan bir temsilci. Adres Pine Caddesi, 42 olarak geçiyordu, bankalar bölgesinin merkezi. Đki telefon numarası vardı, biri yerel, diğeri 914 alan kodlu. Kuzeydeki banliyölerden biri olmalıydı burası. Muhtemelen Westchester County. Trina siparişlerimizi almaya geldiğinde kart hâlâ elimdeydi. Dewar’s ve soda ısmarladı. Henüz kahvemin yarısını içmiştim. Trina bizi duyamayacak kadar uzaklaştığında, “Sizi Francis Fitzroy tavsiye etti” dedi. “Francis Fitzroy.” “Detektif Fitzroy. On Üçüncü Bölge’den.

” “Evet, Frank” dedim. “Onu uzun süredir görmüyordum. Şimdi On Üçüncü Bölge’de olduğundan da haberim yoktu.” “Dün öğleden sonra onu gördüm.” Gözlüklerini çıkarıp mendiliyle camlarını sildi. “Daha önce de dediğim gibi sizi tavsiye etti. Gece konuyu etraflıca düşünmeye karar verdim. Çok az uyudum. Bu sabah randevularım vardı, sonra otelinize gittim, sizi burada bulabileceğimi söylediler” Bekledim. “Kim olduğumu biliyor musunuz, Bay Scudder?” “Hayır.” “Ben Barbara Ettinger’ın babasıyım.” “Barbara Ettinger. Tanımıyorum… Bir dakika.” Trina adamın içkisini getirip masaya bıraktı, sonra sessizce uzaklaştı. Adam bardağı kavradı ama masadan kaldırmadı.

“Buzkıracağı Sapığı. Bu adı buradan mı hatırlıyorum acaba?” dedim. “Doğru.” “On yıl önce olmalı.” “Dokuz.” “Kız kurbanlardan biriydi. O zamanlar Brooklyn’de çalışıyordum. Yetmiş Sekizinci Bölge, Bergen ve Flatbush. Barbara Ettinger. Bu olaya biz bakıyorduk, değil mi?” “Evet.” Gözlerimi kapayarak hatırlamaya çalıştım. “Son kurbanlardan biriydi. Beşinci ya da altıncı olmalı.” “Altıncı.” “Ondan sonra iki kişi daha vardı, sonra adam cinayetlere son verdi.

Barbara Ettinger Öğretmenlik yapıyordu. Hayır ama öyle bir şey. Çocuk yuvası. Bir çocuk yuvasında çalışıyordu.” “Belleğiniz çok güçlü.” “Daha da güçlü olabilir. Ancak bunun Buzkıracağı Sapığı’nın işi olduğuna karar verecek kadar uzun süre bu davayla ilgilenmiştim. Karar verildiğinde de bu olayla başından beri ilgilenen birilerine işi devrettik. Midtown North’tu galiba. O sıralar Frank Fitzroy Midtown North’ta çalışıyordu sanırım.” “Doğru.” Duyusal belleğim birdenbire çalışmaya başladı. Brooklyn’deki mutfak geldi aklıma, yemek kokusu cesetten gelen kokuyla karışarak daha da ağırlaşmıştı. Yerdeki muşambanın üzerinde üstü başı dağılmış, vücudu delik deşik genç bir kadın yatmaktaydı. Kadının neye benzediğini hatırlamıyorum, tek hatırladığım ölmüş olduğuydu.

Keşke buzsuz burbon içseydim diye aklımdan geçirip kahvemi bitirdim. Masanın öbür ucunda oturan Charles London viskisinden küçük bir yudum almaktaydı. Altın yüzüğündeki Mason simgelere gözüm takıldı. Ne anlama geldiklerini ve onun için ne anlam taşıdıklarını merak ettim. “Birkaç ay gibi bir süre içinde sekiz kadını öldürdü” dedim. “Başından beri M. O. adını kullandı. Kadınlara kendi evlerinde, gündüz saatlerinde saldırıyordu. Bir buzkıracağı ile açılan sayısız bıçak yarası. Sekiz kez saldırdı ve sonra bu işten elini eteğini çekti.” Hiçbir şey söylemedik. “On yıl sonra onu yakalıyorlar. Ne zaman oldu bu? Đki hafta önce mi?” “Neredeyse üç hafta oluyor” Gazete başlıklarına pek dikkat etmemiştim. Yukarı Batı Yakası’nda devriye görevindeki polisler caddede dolaşan şüpheli bir şahsı durdurmuşlar.

Üstünü aradıklarında bir buzkıracağı bulmuşlar. Adamı karakola götürüp hakkında araştırma yapmışlar Manhattan Devlet Hastanesinde uzun süre müşahede altında tutulduktan sonra sokaklara geri döndüğü ortaya çıkmış. Birileri ona neden üzerinde buzkıracağı taşıdığını sormayı akıl etmiş. Adamların şansı yaver gitmiş, bazen olur ya. Millet ne olup bittiğini anlamadan adam bir sürü çözülmemiş cinayeti itiraf etmiş. “Resmini basmışlardı” dedim. “Ufak tefek bir adamdı, değil mi? Adını çıkartamıyorum.” “Louis Pineli.” Adama baktım. Ellerini masaya koymuştu, parmak uçlan masaya dokunuyordu. Ellerine bakıyordu. Bunca yıl sonra adamın tutuklanması içinizi rahatlatmıştır herhalde dedim. “Hayır” dedi. Müzik sustu. Radyoda sunucu Audobon Society tarafından basılan bir derginin aboneliğini satmaya çalışıyordu.

Bekledim. “Keşke onu yakalamasalardı” dedi Charles London. “Neden?” “Çünkü Barbara’yı öldürmedi.” Daha sonra geri döndüğümde üç gazeteyi de okudum. Pinell’ın, Buzkıracağı Sapığı’nın işlediği yedi cinayeti üstlenmesine rağmen sekizinci konusunda masum olduğunu iddia ettiğine dair bir şeyler yazıyordu gazetelerde. Bu haber ilk okuduğumda dikkatimi çekseydi bile aldırış etmezdim. Olayın üstünden dokuz yıl geçtikten sonra ruh hastası bir katilin neler hatırlayacağını kim bilebilir? London’a göre, Pinell’ın tek görgü tanığı hafızası değildi, başkaları da vardı. Barbara Ettinger öldürülmeden önceki gece Pineli, Doğu Yirminci Bölge’deki bir kafede tezgâhtarın şikâyeti üzerine içeri alınmıştı. Gözetim altında tutulmak üzere Bellevue’ye götürülmüştü. Onu iki gün tutup serbest bıraktılar Polis ve hastane kayıtları Barbara Ettinger öldürüldüğünde onun gözetim altında olduğunu açıkça ortaya koyuyor. “Ortada bir yanlış olduğunu kendi kendime söyleyip durdum” dedi London. “Memur giriş ve çıkış tarihlerini yanlış kaydetmiş olabilir Ancak ortada bir yanlışlık yoktu. Ayrıca Pineli bu konuda oldukça ısrarlıydı. Diğer cinayetleri can-ı gönülden itiraf ediyordu. Anladığım kadarıyla bu cinayetlerden bir biçimde onurlanıyordu.

Ama işlemediği bir cinayetin üstüne yıkılması onu çileden çıkarıyordu.” Bardağını kaldırdı ancak içmeden yerine koydu. “Yıllar önce vazgeçtim” dedi. “Barbara’nın katilinin asla tutuklanmayacağına kesinlikle inandım. Dizi cinayetler öylesine ansızın kesilince katilin ya ölmüş ya da buralardan çekip gitmiş olduğunu düşündüm. Katilin birden bire aklının başına geldiğini, ne yaptığını anladığını ve kendini öldürdüğünü hayal ettim. Eğer buna inanırsam işler benim için kolaylaşacaktı. Bir polis memurunun anlattığına göre böyle şeyler de ara sıra oluyormuş. Barbara’nın bir doğal afet kurbanı olduğunu düşünmeye başladım, sanki bir sel felaketi ya da depremde ölmüş gibi. Onun öldürülmesi kişisel bir olay değildi. Katili bilinmiyordu, bilinemezdi. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?” “Sanırım.” “Şimdi ise her şey değişti. Barbara bir doğal afet sonucu ölmedi. Barbara, cinayete Buzkıracağı Sapığı’nın işi olduğu süsünü vermeye çalışan biri tarafından öldürüldü.

Onunkisi son derece soğukkanlı ve hesaplanarak işlenmiş bir cinayetti.” Bir süre gözlerini yumdu. Yüzünde bir adale atıyordu. “Yıllarca onun sebepsiz yere öldürüldüğünü düşünmüştüm” dedi, “bu çok korkunçtu, şimdi onun bir sebepten öldürüldüğünü anladım, bu daha da korkunç.” “Evet.” “Polisin şimdi ne yapacağını öğrenmek için Detektif Fitzroy’a gittim. Aslında doğrudan ona gitmedim. Bir yere gittim, beni başka bir yere yolladılar. Ordan oraya dolaşıp durdum, bir süre sonra bıkıp onları rahat bırakacağımı umuyorlardı şüphesiz. En sonunda Detektif Fitzroy’la görüştüm. Barbara’nın katilini bulmak için bir şey yapmayacaklarını söyledi bana.” “Ne yapmalarını bekliyordunuz ki?” “Davayı yeniden açmalarını. Soruşturma başlatmalarını. Fitzroy beklentilerimin gerçekçi olmadığını görmemi sağladı. Başta öfkelendim, ancak öfkemi yatıştırdı.

Davanın dokuz yıllık bir geçmişi olduğunu söyledi. Ortada ne bir ipucu ne de bir şüpheli vardı, artık olamazdı da. Yıllar önce bu sekiz cinayeti araştırmaktan vazgeçmişlerdi. Şimdi yedi cinayetin dosyasının birden kapatılabilmesi onlara sunulmuş bir armağandı adeta. Bir katilin ortalıkta serbestçe dolaşması ne onu ne de konuştuğum diğer polis memurlarını pek ilgilendirmiyordu. Ortalıkta dolaşan pek çok katil olduğunu anladım.” “Korkarım ki öyle.” “Özellikle bu katille ilgilenmemin belirli bir nedeni var” Küçük ellerini sıkıp yumruk yaptı. “Kızım onu tanıyan biri tarafından öldürülmüş olmalı, cenazesine gelen biri, arkasından yas tutarmış görünen biri tarafından. Tanrım! Buna dayanamıyorum.” Birkaç dakika hiçbir şey söylemedim. Trina’nın bakışlarını yakalayıp bir içki söyledim. Bu kez sert bir şey. Yeterince kahve içmiştim. Trina içkimi getirince bir dikişte yarısını içtim.

Đçimin ısındığını hissettim, günün soğukluğunu biraz olsun almıştı. “Peki benden ne istiyorsunuz?” dedim. “Kızımı kimin öldürdüğünü bulmanızı istiyorum.” Bunda şaşılacak bir şey yoktu. “Bu büyük bir olasılıkla imkânsız” dedim. “Biliyorum.” “Ortada bir iz bile olmuş olsaydı dokuz yılda bu izler soğuyup gitmiştir. Polislerin yapamayacağı, benim yapabileceğim ne olabilir?” “Bir gayret gösterebilirsiniz. Bu polislerin yapamayacakları ya da en azından yapmak istemedikleri bir şey. Đkisi de aynı kapıya çıkıyor Davayı yeniden açmamakla hata ediyorlar demiyorum. Ama davayı yeniden açmalarını istiyorum ve bu konuda elimden bir şey gelmiyor. Ancak sizi tutabilirim.” “Pek sayılmaz.” “Anlayamadım?” “Beni tutamazsınız” dedim. “Ben özel detektif değilim.

” “Fitzroy dedi ki…” “Onların lisansları vardır” diye devam ettim. “Benim yok Onlar form doldurur; raporlarını üç nüsha yazarlar. Masrafları için makbuzlar teslim edip vergi iadelerini dosyalarlar, bunların hepsini yaparlar; ben yapmam.” “Siz ne yaparsınız Bay Scudder?” Omuz silktim. “Ara sıra birine bir iyiliğim dokunur” dedim. “Ara sırada bu kimse bana para verir, onun da bana bir iyiliği dokunsun diye.” “Anladım galiba.” “Öyle mi?” Đçkimin kalanını içtim. Brooklyn’deki mutfakta yatan ceset aklıma geldi. Beyaz bir ten, sivri bir aletle açılmış yaraların etrafında koyulaşmış küçük kan damlaları. “Katili adalet önüne çıkarmak istiyorsunuz” dedim. Bunun imkânsız olduğunu işin başında anlasanız iyi olur. Ortada bir katil bile olsa, onu yakalamanın bir yolu da olsa bunca yıl sonra herhangi bir delil bulunamayacaktır. Kimse hırdavat çekmecesinde, üzerinde kan lekeleri olan buzkıracağı saklamaz. Diyelim ki şansım yaver gitti ve bir şeyler buldum, ama bulacağım şey jürinin önüne koymaya değecek bir şey olmayacaktır Birisi kızınızı öldürdü ve bu işten yakayı sıyırdı.

Bu da sizi deli ediyor. Katilin kim olduğunu bilip de bir şey yapamamak canınızı daha fazla sıkmayacak mı?” “Yine de bilmek istiyorum.” “Hiç hoşunuza gitmeyecek şeyler de öğrenebilirsiniz. Kendiniz söylediniz. Birisi kızınızı bir sebepten dolayı öldürmüş olmalı. Bu sebebi bilmeseniz belki de daha iyi olur” “Belki.” “Ama bu riski göze alıyorsunuz.” “Evet.” “Peki, bazı kişilerle görüşebilirim sanırım.” Cebimden kalemimi ve not defterimi çıkardım. Not defterimde yeni bir sayfa açıp “Sizinle başlayalım” dedim. Neredeyse bir saat konuştuk. Bir sürü not aldım. Bir duble burbon daha içip kapanışı yaptım. Charles London Trina’ya içkisini alıp bir bardak kahve getirmesini söyledi.

Konuşmamız bitmeden önce Trina onun kahve bardağını iki kez doldurdu. Westchester County’deki Hastington-Hudson’da yaşıyordu. Barbara beş, kız kardeşi üç yaşındayken şehirden buraya taşınmışlardı. Üç yıl önce, Barbara’nın ölümünden altı yıl kadar sonra London’ın kansı Helen kanserden ölmüştü. Şimdi orada tek başına yaşıyor. Arada sırada evi satmayı düşünüyordu ancak şu ana kadar bir emlakçıyla görüşüp evi satışa çıkarmış değildi. Bunu hep er geç yapacağı bir iş olarak görmüş. Evi sattıktan sonra ya şehre ya da Westchester’da bir yerde bahçeli bir daireye taşınacakmış. Barbara öldürüldüğünde yirmi altı yaşındaydı. Yaşasaydı otuz beş yaşında olacaktı. Çocuğu yoktu. Öldüğünde birkaç aylık hamileymiş. London bunu ancak kızının ölümünden sonra öğrenmiş. Bana bunu anlatırken sesi titriyordu. Barbara’nın ölümünden birkaç yıl sonra Douglas Ettinger yeniden evlenmiş.

Evlilikleri süresince Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nde görevliymiş. Cinayetten kısa bir süre sonra istifa edip pazarlama işine girmiş. Đkinci eşinin babası Long Island’daki bir spor eşyaları mağazasının sahibiymiş ve kızıyla evlendikten sonra Douglas’ı işine ortak etmiş. Ettinger karısı ve iki ya da üç çocuğuyla birlikte -London kaç çocukları olduğundan emin değildi- Mineola’da yaşıyordu. Douglas, Helen London’ın cenaze törenine katılmıştı. Daha sonra London onunla hiç görüşmemiş, yeni karısıyla da hiç karşılaşmamıştı. Lynn London bu ay otuz üç yaşına basıyordu. Chelsea’de yaşıyor, Village’deki özel bir okulda dördüncü sınıf öğretmenliği yapıyordu. Barbara öldürüldükten kısa bir süre sonra evlenmiş, iki yıl sonra kocasıyla ayrı yaşamaya başlayıp kısa bir sonra da boşanmışlar. Çocukları yok. Diğer kişilerden de söz etti. Komşular, arkadaşlar. Barbara’nın çalıştığı çocuk yuvasının yöneticisi. Bir meslektaşı. Kolejden en yakın arkadaşı.

Đsimleri bazen hatırlıyor, bazen hatırlayamıyordu. Ancak işime yarayacak bir şeyler anlatmıştı. Bunlardan başlayabilirdim ama bunların illa da bir yere varması gerekmiyordu. Konuşurken sık sık daldan dala atlıyordu. Karışmak istemedim. Kendi bildiğince konuşmasına izin verirsem ölmüş kadın hakkında daha iyi bir fikir edinebilirim diye düşündüm. Yine de kadını gerçek anlamda tanıyamadım. Çekici olduğunu, genç kızken beğenilen biri olduğunu, okulda başarılı olduğunu öğrendim. Kafamda kötü alışkanlıkları, büyük erdemleri olmayan, çocukluk dönemiyle yaşayamadığı yeni bir dönem arasında bocalayan bir kadın görüntüsü oluşmaya başladı. Babasının onu çok iyi tanımadığı duygusuna kapıldım. Kendini işi ve baba rolüyle sınırladığından kızı hakkında insan olarak doğru dürüst bir görüşe sahip değildi. Böyle şeyler her zaman oluyor. Pek çok insan kendi çocuklarını gerçekten tanımıyor ta ki çocukları anne baba olana dek. Barbara’nın buna ömrü vefa etmemişti. Bana anlatacakları bittiğinde notlarımı gözden geçirip defteri kapadım.

Ona elimden geleni yapmaya çalışacağımı söyledim. “Biraz paraya ihtiyacım olacak” dedim. “Ne kadar?” Ücretimi belirlemeyi asla becerememişimdir. Ne kadar istersem çok, ne kadar istersem az olur acaba? Paraya ihtiyacım olduğunu -bu kronik bir durum zatenonun da muhtemelen çok parası olduğunu biliyordum. Sigorta temsilcileri çok ya da az kazanabilirler Ama bana öyle geliyor ki şirketlere grup poliçesi satmak kazançlı bir iştir. Kafamdan bir rakam uydurdum, bin beş yüz dolar “Bu para neyi satın alır, Bay Scudder?” Gerçekten bilmediğimi söyledim. “Bu parayla benim çabalarım satın alınabilir” dedim. “Bir şeyler bulana kadar ya da hiçbir şey bulunamayacağını anlayana kadar bu olay üzerinde çalışacağım. Bu, paranızı hakettiğimi düşündüğümden önce gerçekleşirse paranın bir kısmını geri alırsınız. Daha fazlasına ihtiyacım olacağını hissedersem sizi haberdar ederim, siz de bana ödeme yapmak isteyip istemeyeceğinize karar verirsiniz.” “Bu çok düzensiz bir uygulama değil mi?” “Bundan pek memnun olmayabilirsiniz.” Bunu düşündü ama bir şey söylemedi. Çek defterini çıkarıp ödemeyi nasıl yapacağını sordu. Çeki Matthew Scudder adına yazmasını söyledim. Çeki yazıp koçanından koparttı, masanın üzerine bıraktı.

Çeki almadım. “Polisin tek alternatifi ben değilim, biliyorsunuz. Çok daha kuralına uygun çalışan, iyi elemanlar çalıştıran büyük şirketler, var. Onlar size son derece detaylı raporlar verecek, tüm masrafları, ücretleri kuruşu kuruşuna hesaplayacaklardır Bir de onların benimkilerden daha fazla kaynakları var” “Detektif Fitzroy’da bundan söz etti. Önerebileceği birkaç büyük detektiflik bürosu olduğunu söyledi.” “Ama beni tavsiye etti, öyle mi?” “Evet.” “Neden?” Sebebini biliyordum tabii ki, ama onun London’a söylediği bu değildi. London ilk kez gülümsedi. “Sizin kaçık bir piç kurusu olduğunuzu söyledi” dedi. “Bunlar onun lafları, benim değil.” “Ve?” “Sizin bu olayla, büyük bir detektiflik bürosunun ilgilenemeyeceği şekilde ilgileneceğinizi, bir işin peşine düştünüz mü asla vazgeçmediğinizi söyledi. Tüm ihtimallerin zayıf olmasına karşın sizin Barbara’yı kimin öldürdüğünü bulabileceğinizi de söyledi.” “Bunu söyledi, öyle mi?” Çeki alıp gözden geçirdim, ikiye katladım. “Evet, haklı. Bulabilirim” dedim.

2 Bankaya gitmek için vakit çok geçti. London gittikten sonra hesabı ödeyip bahşiş bıraktım. Önce On Sekizinci bölgeye uğrayacaktım, elim boş gidersem ayıp olacaktı. Orada olduğundan emin olmak için telefon ettim, sonra doğuya giden bir otobüse, daha sonra da şehrin merkezine giden başka bir otobüse bindim. Armstrong’un Yeri Dokuzuncu Cadde’de, Elli Yedinci Cadde’deki otelimin köşesindeydi. On Sekizinci Bölge, polis akademisinin giriş katındaydı. Polis akademisi, acemi sınıflarının, komiser ve komiser, yardımcılığı sınavları için hazırlık kurslarının bulunduğu sekiz katlı modern bir binaydı. Bir havuz ve ağırlık aletleriyle donatımlı bir jimnastikhane vardı. Burada savaş oyunları kurslarına katılabilirdiniz ya da atış alanında talim yaparak kulaklarınıza eziyet edebilirdiniz. Karakola girdiğimde aynı şeyleri hissettim yine. Beceriksiz bir sahtekârmışım duygusuna kapıldım. Görevlinin masası önünde durup Detektif Fitzroy’la bir işim olduğunu söyledim. Üniformalı polis memuru eliyle geçebileceğimi işaret etti. Muhtemelen beni de kendilerinden biri sandı. Hâlâ bir polise benziyor olmalıyım ya da bir polis gibi yürüyorum, insanlar beni böyle görüyorlar.

Polisler bile. Ekip odasına girdim, Fitzroy’u masasında bir raporu daktilo ederken buldum. Masanın üzerinde yarım düzine kadar plastik kahve fincanı diziliydi. Hepsinin içinde iki parmak kadar kahve vardı. Fitzroy bana bir sandalye uzattı, o yazısını bitirene kadar oturup bekledim. Birkaç masa ötede iki polis patlak gözlü sıska bir zenci çocuğu sıkıştırıyorlardı. Anladığım kadarıyla çocuk bul karoyu al parayı oynatırken yakalanmıştı. Polisler çocuğun üstüne çok fazla gitmiyorlardı, ne de olsa asrın suçunu işlemiş sayılmazdı, Fitzroy aynen hatırladığım gibiydi, belki biraz daha yaşlanıp kilo almış olabilirdi. Jogging yapmak için saatler harcadığını hiç sanmıyorum. Biraz topluca, Đrlandalı bir yüzü vardı. Kırlaşmış saçları kısacık kırpılmıştı. insanların onu muhasebeci, orkestra şefi ya da taksi şoförü zannetmelerine olanak yoktu. Daktilosunun başında iki parmak yazarak-saatler harcamasına karşın stenografa da hiç benzemiyordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir