Lawrence Block – Dolaptaki Hirsiz

Bayan Henrietta Tyler, “Gramercy Parkı zalim denizin ortasında bir vaha, şairin bizi uyardığı o oklardan ve sapanlardan kurtuluş yeridir” dedi. Dudaklarından denizin ortasındaki bir vahayı düşünenlerin salıverdikleri türden bir iç çekiş döküldü sonra. “Genç adam, bu mübarek yeşillik olmasaydı ne yapardım bilemiyorum doğrusu.” Mübarek yeşillik, Manhattan’ın doğusunda, Yirminci Sokak civarında özel bir parktı. Parkın çevresinde iki metre kadar yüksek oymalı demirden siyah bir çit vardır. Kilitli bir kapı içeri girme yasal hakkına sahip olmayanları dışarda tutar. Yalnızca, parka bakan bazı apartmanlarda oturan ve parkın bakımı için yıllık bir para ödeyenlere demir kapıyı açacak anahtar verilir. Yeşil bir sıra üzerinde yanımda oturan Bayan Henrietta Tyler’ın böyle bir anahtarı vardı. On beş dakikadan bu yana süren beraberliğimizde, bana adını ve geçmişinin büyük bir kısmını anlatmıştı. Zaman tanıdığım takdirde doğumundan bu yana New York’ta olup biten her şeyi anlatacağından hiç kuşkum yoktu ve doğum tarihini de Napolyon’un Waterloo yenilgisinden bir iki yıl sonra olarak hesaplamıştım. Bayan Henrietta, sevimli bir yaşlı kadıncağızdı. Başında tüllü küçücük tatlı bir şapka vardı. Babaannem de böyle tüllü küçücük tatlı şapkalar giyerdi. Bunları artık çevrenizde pek göremezsiniz. Bayan Henrietta, “Köpekler” diyordu.


“Bu parka köpeklerin girmesine izin vermedikleri için öylesine mutluyum ki. İnsanın ayağının altındaki kaldırımı gözleriyle taramadan yürüyebileceği tek yer burası kaldı koca kentte. Köpek iğrenç bir hayvan. Pisliğini ortalık yerde bırakır. Kedi ise çok daha titizdir, değil mi? Hoş, onun da ayağımın altında dolaşmasını istemem ya. İnsanların evlerine hayvan sokma isteklerini hiç anlamış değilim. Bir kürküm olmasını bile istemem ona bakarsan. O gibi şeylerin ait oldukları ormanlarda katması çok daha doğru olur.” Bayan Henrietta’nın bir yabancıyla böyle konuşacağını sanmıyordum. Ancak Gramercy Parkı’nda köpek olmadığı gibi, yabancı da bulunmaz. Parkta bulunmam benim dürüst ve saygın bir kişi olduğumu, iyi para getiren bir işim ya da özel bir gelirim olduğunu, “Onlar”dan değil, “Bizden biri” olduğumu göstermekteydi. Kılık kıyafetim o havayı pekiştirmek için seçilmişti. Takım elbisem koyu ve açık gri yünlü kumaştandı. Gömleğim açık maviydi. Kravatımın laciverdi üzerinde gümüş ve gök mavisi çizgiler vardı.

Ayaklarımın dibindeki kakao rengi Ultrasüet ince evrak çantası birilerine epey pahalıya mal olmuş olmalıydı. Sıkıcı bir büroda güç bir gün geçirdikten sonra parkta hava almaya çıkmış bir bekâra benziyordum. Belki de bir yerde durup bir martini içmiştim ve şimdi de evime gidip mikrodalga fırında ısıtacağım yemeğimi yiyip Mets takımı gollerini yağdırırken bir iki bira içmeden önce bu Eylül akşamının yumuşak havasından yararlanmak istemiştim. Eh, kazın ayağı hiç de öyle değildi, Bayan Henrietta. Ne güç bir gün, ne de sıkıcı bir büro. Ne de martini. İşe çıkacakken mantarı bile koklamayı yasaklamıştım kendime. Ve mütevazı dairemde mikrodalga fırınla hazır TV yemekleri de yoktu, ayrıca Seaver’i başka takıma satmalarından sonra bir daha Mets’i seyretmiş değildim. Benim dairem Yukarı Batı Yakası’nda, Gramercy Parkı’ndan millerce uzaktaydı ve Ultrasüet evrak çantasına da metelik bile ödememiştim. Ona evinde bulunmayan bir beyin para koleksiyonunu yürütürken el koymuştum. Hoş, çantanın adama epey pahalıya mal olduğuna eminim hele ben kapıdan çıktığımda içinin para dolu olduğu gözönüne alınırsa. Parka giriş anahtarım bile yoktu, iyice su verilmiş bir Alman çeliği parçasıyla içeri girmiştim. Kapıdaki kilit çok kolay açılacak türdendi doğrusu. Köpeklerden ve yabancılardan uzakta bir saat geçirmek isteyen daha çok sayıda insanın, parka girmemesine şaşmıştım doğrusu. “Parkın çevresinde koşanlar” diyordu Bayan Henriette.

“İşte, biri daha geçiyor. Şuna bir bakın.” Baktım. Söz konusu kişi benim yaşımdaydı, otuz beş falan ama saçlarının çoğunu da yitirmişti. Belki o koşmuş saçları geride kalmıştı, bilemem. Şimdi de koşuyor ya da jogging falan gibi bir şey yapıyordu. “Bunları yaz kış, gece gündüz görürsünüz. Soğuk günlerde o çirkin gri şeyleri giyerler, eşofman mı ne diyorlar işte. Böyle ılık gecelerde ise pamuklu şortla koşarlar. Sizce bu sağlıklı bir şey mi?” “Olmasaydı yaparlar mıydı?” Bayan Henrietta başını salladı. “Ama ben bunun insan için iyi olduğuna inanamıyorum. Hiç de hoş görünmüyor. Siz böyle şeyler yapmazsınız, değil mi?” “Arada sırada yapsam iyi olacağını düşünürüm. Ama iki aspirin alıp bu düşünce kafamdan uzaklaşana kadar yatarım.” “Bence çok doğru yapıyorsunuz.

Bir kere komik görünüyor ve bu kadar komik görünen bir şey insana yararlı olamaz.” Yine içini çekti. “Neyse ki, parkın içinde değil de, dışında yapıyorlar. Eh, buna da şükretmemiz gerek.” “Köpekler gibi.” Bana baktı. Gözleri tülün ardından parladı. “Öyle” dedi. “Hemen hemen köpekler gibi.” Saat yedi buçuğa geldiğinde Bayan Henrietta hafifçe kestirmeye başlamış, koşan adam da bir yerlere kaybolmuştu. Daha da önemlisi, Batı Gramercy Parkı 17 Numara’nın önündeki taş basamaklardan, omuzlarına kadar inen sarı saçlı, şal deseni basma bluzlu ve toprak renkli blucinli bir kadın inmiş, saatine bakmış ve Yirmi Birinci Sokak’ın köşesini dönmüştü. Binada aynı tanıma uyan iki kadın yoksa bu Dünyanın En Büyük Dişçisi Craig Sheldrake’in sabık karısı Crystal Sheldrake’ti. Ve o evinden çıkmışsa, benim girme zamanım gelmiş demekti. Parktan çıktım. (Bunun için anahtara da gerek yoktu,- iyi su verilmiş Alman çeliğine de.

) Çantam elimde olduğu halde karşıya geçtim, 17 Numara’nın merdivenlerini çıktım. Dört katlı bina, ondokuzuncu yüzyıl başlarındaki Yunan Canlanışı mimarisinin ilk örneklerinden biriydi. Zamanında dört katta bir tek ailenin oturup bavullarını ve eski gazetelerini de bodrumda saklamış oldukları kesindi. Ama Bayan Henrietta’nın da söyleyebileceği gibi artık eski standartlar kalmamıştı ve şimdi her kat ayrı bir daireydi. Girişteki dört zilin yanındaki kartları inceledim, Yalman, Porlock ve Leffingwell’i atlayıp Sheldrake yazılı olana bastım. Bir şey olmadı. Bir daha bastım, yine bir şey olmayınca içeri girdim. Anahtarla ama. Craig, “Namussuz kilidi değiştirdi, ama komşuları küplere bindirmeden aşağı kapınınkini de değiştiremezdi” demişti. Kilit doğru dürüst bir şey olduğundan anahtara sahip olmak bana bir iki dakika kâr ettirmişti. Anahtarı cebime atıp asansöre yürüdüm. Asansör de o anda aşağıya inmekte olduğundan, Yalman ya da Porlock’la karşılaşmak istemedim. Leffingwell birinci katta oturuyordu ama o da çatıdaki bahçesini sulamaktan dönüyor olabilirdi. Asansöre boş verip halı döşeli iki merdiveni tırmanıp Crystal Sheldrake’in dairesine çıktım. Zili çaldım, sonra kapıyı bir iki kere tıklattım.

Hep güvenlik önlemleri olarak. Sonra kulağımı kapıya dayayıp bir an içersini dinledim, ardından da işe koyuldum. Crystal Sheldrake’in kapısında bir değil, iki tane yeni kilit vardı ve ikisi de Rabson markaydı. Rabson iyi kilittir ve önümdekilerden biri de maymuncuk işlemez silindirliydi. Aslında sanıldığı kadar maymuncuk işlemez değilse de, öyle kolay lokma da sayılmaz. Her neyse ikisi de beni biraz uğraştırdı işte. Aslında daha uzun çalışmam gerekirdi ama evde onların eşi iki kilidim vardı. Biri oturma odamın kapısındaydı, müzik dinlerken gözlerim kapalı olarak onun üzerinde çalışırdım. Diğeri sokak kapımdaydı ve görevi benden daha az çalışkan olan hırsızları evimin dışında tutmaktı. Gözlerimi dört açıp içeri girdim ve kapıyı arkamdan kilitlemeden önce hemen daireyi dolaştım. Bir zamanlar böyle yapmazdım ama bir keresinde evde bir ölü olduğu ortaya çıktı ve başıma da gelmeyen kalmadı. Deneyim, çok etkili bir öğretmen olabilir. Evde ceset falan yoktu. Benden başka canlı da. Geri dönüp her iki kilidi de kilitledim, çantamdan incecik lastik eldivenleri çıkartıp giyerek işe koyuldum.

Oynadığım oyunun adı Hazine Avı’ydı. Craig, “Evi dört çıplak duvarı kalana kadar boşaltmanı istiyorum” demişti ve ben de onun dediklerini yerine getirecektim. Ama evde dört duvardan çok daha fazla şey vardı -girdiğim oturma odası, bir yemek odası, büyük bir yatak odası, bir tür çalışma ve televizyon köşesi olarak düzenlenmiş küçük bir yatak odası ve yapay tuğla zeminli ve gerçek tuğla duvarlı, demir çengellerinden bir sürü bakır tencere ve tava asılı olan bir mutfak. En hoşuma giden yer mutfak oldu. Yatak odası çok süslü ve bakirelik kokan bir yerdi, çalışma odası zevksizdi, oturma odası ise yüzyılların kötü zevk örneklerinin toplamıydı. O yüzden işe mutfaktan başladım ve buzdolabı kapısının tereyağ gözünde altı yüz dolar buldum. Buzdolabı kapısı bakmak için iyi bir yerdir. Şaşırtıcı sayıda insan mutfakta para bulundurur ve çoğu da buzdolabında saklarlar. Ama ben altı yüzü rastlantı oyununu oynayarak bulmuş değildim. Elimde içten bilgi vardı. “Sürtük buzdolabında para saklar” demişti Craig. “Genelde tereyağı kabının içinde bir iki yüz dolar bulunur.” “Akıllıca bir iş.” “Öyle. Çay kutusunda da marihuana saklardı.

” Çay kutusuna bakmadığım için içinde nasıl bir çay bulunduğunu bilemeyeceğim. Parayı cüzdanıma indirdikten sonra masaya bir göz atmak için oturma odasına döndüm. Sağ üst çekmecede beşlik ve onluk banknotlarla iki yüz dolar kadar vardı. Ortada heyecanlanacak bir durum yoksa da, ben yine heyecanlanmaya başlamıştım. Başka birinin evine girip de çalışmaya başladığım anda hep böyle olur, başkasının malına dokunup onu kendi malıma dönüştürdüğümde hemen heyecan da başlar. Bunun ahlaken kınanacak bir şey olduğunu biliyorum, kimi günler ben de bundan rahatsız olurum ama bu. huydan kurtulmanın yolu da yoktur. Adım Bernie Rhodenbarr, hırsızım ve çalmayı severim. Sevmek ne kelime, bayılırım. Para cebime indi ve benim param oldu. Küçük masanın diğer çekmecelerini karıştırmaya koyuldum. Birkaçında önemli bir şey çıkmadı ama açtığım birinde en üstte iyi marka saatlerin kutularından üç tane vardı. Birinci kutu boştu. İkinci ve üçüncü boş değildi. Birinde bir Omega, diğerinde bir Patek Phillipe vardı ve ikisi de müthiş şeylerdi.

Kutuları kapattım ve ikisini de ait oldukları yere, kendi evrak çantama koydum. Saatler esaslıydı ama oturma odasında başka da bir şey yoktu ve bu kadarı bile umduğumun ötesindeydi. Mutfak gibi oturma odası da yalnızca ısınmak içindi. Crystal Sheldrake, sık sık geceyatısına kalan konukları varsa da, yalnız yaşayan bir hanımdı ve çok değerli mücevherlere sahipti. Kadınlar da mücevherlerini yatak odalarında saklarlardı. Bunu giyinirken elaltında bulunmaları için yaptıklarını sanırlarsa da, bana kalırsa gerçek neden altın ve elmasla sarılı uyumaktan zevk alıyor olmalarıdır. Bu kendilerine daha güvenlikteymiş gibi bir duygu verir herhalde. “Beni çıldırtırdı” demişti Craig. “Kimi zaman mücevherlerini ortalıkta bırakırdı. Ya da bir gerdanlıkla bir bileziği komodinin çekmecesine atıverirdi. Soldaki komodin onundu ama sanırım şimdi ikisi de onun sayılacağından ikisini de yoklamayı unutma.” Sanki unutabilirmişim gibi. “Ona bir kısmını bir banka kasasına koyması için yalvarırdım. Bana o kadar zahmete giremeyeceğini söylerdi.” “Umalım ki bu arada senin sözünü tutmaya başlamış olmasın.

” “Crystal mi? O kimseyi dinlemez.” Evrak çantamı da alıp yatak odasına geçtim. Küpeler, yüzükler, bilezikler, gerdanlıklar, broşlar, saatler. Hem modern hem antika mücevherat. Orta sınıf mallar, iyi mallar ve benim epey profesyonel sayılabilecek gözlerime göre epey iyi birkaç parça. Dişçiler, çeklerin yanı sıra bir miktar da nakit para alırlar ve inanması her ne kadar güçse de, bu paranın hepsi Vergi Dairesi’ne bildirilmez. Bir kısmı mücevhere dönüştürülür. Şimdi de bu mücevherler yine nakte çevrilecekti. Ancak sıradan bir çalıntı mal pazarlayan kişi, sıradan bir dişçiden daha temkinli bir müşteri olduğu için mücevher, alındığı parayı getirmezdi. Ancak herşeyin yalnızca bir sürü diş ağrısı ve kök-kanal temizleme işiyle başladığını düşünürsen yine de epey etkileyici bir rakam çıkıverirdi. Herhangi bir şeyi kaçırmak istemediğimden çok dikkatli bir araştırma yapmaktaydım. Crystal Sheldrake evini pek derli-toplu tutuyorsa da, çekmece içleri bir felaketti. Boncuklar ve mücevherler atılmış külot çoraplarla ve yarı dolu makyaj kavanozlarıyla arkadaşlık yapmak zorunda kalmışlardı. Bu nedenle acele etmedim ve parmaklarım hafifledikçe çantam da ağırlaşmaya başladı. Zamanım çoktu.

Kadın evden yediyi çeyrek geçe çıkmıştı ve herhalde geceyarısından sonra dönecekti. Hatta belki de sabaha karşı. Craig’e göre önce mahalledeki barlardan bir ikisine uğrar, bir yerde bir iki lokma bir şeyler atıştırır, sonra daha ciddi işlere ve içmeye birkaç saatini ayırırdı. Kuşkusuz önceden planlanmış geceleri, yemek ve tiyatro randevuları da olurdu ama evden sıradan bir gece geçirecekmiş gibi giyinmiş olarak çıkmıştı. Bu da ya eve bir yabancı getireceği ya da kendisinin bir yabancının evine gideceği anlamına gelmekteydi. Her iki durumda da o eşiğinden içeri adım atmadan ben çoktan gitmiş olacaktım. Eğer adamın evine gidecek olurlarsa, mücevherler çalındıkları ortaya çıkmadan el değiştirmiş olurdu. Eğer adamı eve getirir de ikisi birden bir şeylerin kaybolduğunu anlayamayacak kadar kafayı bulmuş olursa, hele adam sabah kadın uyanmadan evden çıkmışsa, suç ona yüklenebilirdi. Her iki durumda da ben Craig’e payını verdikten sonra bile sekiz on ay keyfime bakacak durumda olurdum. Kuşkusuz çantanın içinde ne kadar olduğunu söylemek güçtü ve kuyumcudan nakit paraya giden yol çok uzundu ama Bayan Rhodenbarr’ın oğlu Bernard’ın geleceği sağlam görünüyordu doğrusu. Bunu düşündüğümü hatırlıyorum. Az sonra Crystal Sheldrake beni yatak odasının dolabına kilitlediğinde bunun ne kadar rahatlatıcı bir düşünce olduğunu size anlatmama imkân yok. 2 Sorun Parkinson Yasası’nın bir maddesinden kaynaklanıyordu. Bir insan, ister memur olsun ister hırsız, kendine bir iş için ayrılan zamanın tümünü kullanma eğilimindedir. Ben de Crystal Sheldrake’in evinden saatlerce uzak kalacağını bildiğimden, o saatlerin büyük bir kısmını kendisini mallarından kurtarmaya ayırmıştım.

Oysa hırsızların o denenmiş Playboy Felsefesi’ni – yani, Gir ve Çık- uygulaması gerektiğini bilirdim ama mümkün olan zamanın kullanılması lehinde de söylenecek iyi şeyler vardır. Acele ederseniz bazı şeyleri gözden kaçırabilirsiniz. Başka bir insanın eşyalarını karıştırmakta, onun yaşamına katılmakta heyecan verici bir şey vardır. Ve itiraf edeyim ki, hırsızlığın benim için çekici yanlarından biri de bu heyecandır. O yüzden hiç acele etmedim, isteseydim işi yirmi dakikada tamamlayabilirdim. Ama öyle yapmayıp çok değerli zamanımı kullanmaya devam ettim. İkinci kilidi saat tam 7:57’de açmıştım. Saat 9:14’te çantamı kapayıp kilitledim. Elimle şöyle bir tartıp artan ağırlığından büyük memnunluk duydum. Sonra yine yere bırakıp evi yeniden şöyle bir elden geçirmeye başladım. O anda gerçekten bir şey arayıp aramadığımı bilemiyorum. Benden genç biri, titreşimler almaya çalıştığımı söyleyebilirdi. Doğrusunu isterseniz, pek yüksek sesle olmasa da, aynı şeyi ben de söyleyebilirdim. Aslında olmamam gereken ve kimsenin olduğumu bilmediği bir yerde olmanın o zevkli anını uzatmaya çalışıyordum herhalde. Craig bile nerede olduğumu bilmiyordu.

Ona bir iki gece sonra gideceğimi söylemiştim, ama dışarda hava öyle güzel, hırsızlığa o kadar uygundu ki… İşte böylece yatak odasında boynunda Crystal Sheldrake’den çaldıklarımın kat kat üstünde zümrüt, bir gerdanlık olan genççe bir kadının portresini incelemekteydim. Resim on dokuzuncu yüzyıl başlarının bir yapıtına, kadın da Fransız’a benziyordu ama yalnızca Fransız’a benzeme sanatını geliştirmiş biri de olabilirdi. Yüzünde çoğunlukla erkekler tarafından birçok defa düşkırıklığına uğratılmış, çekici bir ifade vardı. Ben o sırada kadınlar arası bir dönem geçiriyordum ve kadına gözlerimle yaşamını bir tatmin ve sevince dönüştürebileceğimi söyledim. Ama onun o mavi gözleri de bana benim de diğerlerinden farksız bir düşkırıklığı olacağımdan emin olduğunu söylüyordu ki, herhalde haklıydı. O anda kilitte anahtarın döndüğünü duydum. İki kilit olmasına ve içeri girdiğimde ikisini de kilitlemiş olduğuma memnundum şimdi. (Kapının dışardan açılmaması için sürgüleri de çekebilirdim, ama bu işten bir süredir vazgeçmiştim. Sürgüyü fark eden biri içerde hırsız olduğunu anlayıp, gidip bir iki polisle dönebilirdi.) Olduğum yerde dondum kaldım, kalbim bademciklerimin hemen yanına kadar çıktı ve vücudumda, o deodoran reklamlarının belirttikleri tüm noktalar sırılsıklam oldu. Anahtar kilitte döndü, biri başka birine ya da havaya anlaşılmaz bir şeyler söyledi, sonra ikinci anahtar ikinci kilide girdi ve ben de donmaktan vazgeçip harekete geçtim. Yatak odasında bir pencere vardı, ama içine bir klima cihazı takıldığından açılması hiç kolay değildi. Daha küçük olmakla birlikte yine de geçebileceğim boyutlarda bir pencere daha vardı ama ona da ukalanın biri dışardan hırsız girmemesi için parmaklık takmıştı. Herif herhalde hiç aklına bile getirmemişti ama parmaklıkları şimdi de hırsızın içerden dışarı çıkmasını önleyecekti. Üzerinde dantelli bir örtü serili yatağa baktım ve altına süzülmeyi düşündüm.

Ama halıyla yaylar arasında fazla mesafe yoktu. Belki sığardım ama pek de rahatsız olurdum. Sonra yatak altına saklanmakta bir onursuzluk da vardır. Öylesine sıkıcı bir klişedir ki. Yatak odası dolabı da aynı derecede bilinen ama hiç olmazsa biraz daha rahat bir yerdir. Rabson kilitlerinin ikincisinde anahtar dönüşünü tamamlamadan ben dolaba dalmıştım, bile. Daha önce dolabı açmış ve şapka kutularında şapkalardan daha fazla şeyler olabileceği umuduyla içindekileri elden geçirmiştim. O zaman anahtarı kilidin üzerinde, benim çevirmemi bekler bir durumdaydı. İnsanların bunu neden yaptıklarını bilmem ama sürekli yaparlar işte. Anahtarı başka bir yerde saklasalar her ayakkabı değiştirmek istediklerinde aramaya kalkacakları için zahmetli olur herhalde. Anahtarı kilidin üstünde bırakmak da duygusal bir güvenlik sağlıyor olmalı. Daha önce dolaptan bir şey almış değildim; kürkü varsa depoya vermiş olmalıydı, ayrıca ben kürk çalmaktan da nefret ederdim zaten. Her neyse, dolabı kilitlememiştim ve böylece şimdi de yeniden açmaktan kurtulmuştum. İçeri süzülüp kapıyı arkamdan kapadım, hafif parfüm kokan iki tuvaletin arasına girip önüme perde gibi çektim ve ciğerlerimi doldurmayan derin bir soluk aldım. Dış kapı açıldı ve içeri iki kişi girdi.

Her ne kadar konuşmalarını seçemiyorsam da aralarında bir konuşma geçtiği için iki kişi olduklarını anlamıştım. Seslerinden birinin kadın, birinin erkek olduğu anlaşılıyordu. Kadının Crystal Sheldrake olduğunu tahmin ettim. Adamın kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kadını o kadar çabuk eve dönmeye ikna edebildiğine göre hızlı çalışan biri olmalıydı. Belki de evliydi. Bu da hem acelesini hem de neden onun evine değil de, buraya geldiklerini açıklardı. Buz şakırtıları, kadehlere boşalan içkinin şırıltısını duydum. Dolapta Arpege, Shalimar ve eski ter kokusunu içime çekerken içmediğim o iki yemek öncesi martiniyi özlemle düşündüm. Becerimi zedelememek için çalışmadan önce hiç içmem, ancak şimdi bu ilkemi ve becerimi düşünürken kendimi her zamankinden biraz daha aptal buluyordum. Yemek öncesi içki içmediğim gibi yemek de yememiş, o zevki bir kutlamaya dönüştürmek için beklemeyi tercih etmiştim. Village’da, Cornelia Sokağı’nda bildiğim küçük bir yerde şöyle geç bir şölen hayal etmiştim. Önce o iki martini, sonra pek başarılı oldukları soğuk kuşkonmaz çorbası, ardından mantarlı köfte, portakal dilimli bir ıspanak salatası ve yarım şişe hoş bir şarap. Beyaz şarap kuşkusuz. Ama hangisi.

Düşünecek bir şeydi bu doğrusu. Sonra kahve, şekersiz kahve. Ve kahveyle bir konyak. Tatlı istemezdi, aşırıya kaçmanın anlamı yoktu, Gramercy Parkı çevresinde koşacak kadar saplantılı olmasam da formuma dikkat etmek zorundaydım. Tamam, tatlı yoktu, ama belki de iyi başarılmış bir işin ödülü olarak kahvenin tadını almak için ikinci bir konyak olabilirdi. Gerçekten iyi başarılmış bir iş. Oturma odasında kadehlerde buzlar şangırdamaya devam ediyordu. Kahkaha sesleri geldi. Radyo ya da pikap devreye girdi. Yeniden buz şakırtıları. Kahkahalar. Şimdi biraz daha rahat. Dolapta düşüncelerimin kaçınılmaz bir biçimde içkiye yöneldiğini fark ettim. Klondike kadar soğuk martinileri, hafif bir Noilly Prat vermutu öpücüğü değmiş kristal şeffaflığındaki Tanqueray cinini, kusursuz bir biçimde soğutulmuş ve kenarına bir limon parçası iliştirilmiş ayaklı kadehi düşündüm. Sonra şaraba geçtim.

Beyaz şarabın hangisi ideal sayılabilirdi? “… güzel gece, güzelim gece” diyordu kadın. “Ama biliyor musun, ben biraz sıcakladım, canım.” Sıcaklamış mı? Bunu hiç anlamamıştım işte. Dairede biri yatak biri oturma odasında iki klima vardı ve kadın çıkarken ikisini de açık bırakmıştı. Ellerim lastik eldivenlerin içinde sıcak ve terliydi ama vücudum serin ve kuruydu. O ana kadar yani. Yatak odasındaki havalandırmanın dolaptaki hava üzerinde hiçbir etkisi olmuyordu. En berbat durumda ellerim olduğundan eldivenlerimi çıkartıp cebime soktum. O anda parmakizini düşünecek durumda değildim doğrusu. Dertlerimin başında boğulma, ardından da tutuklanıp hapse girme geliyordu. Derin derin soluk alıp verdim. Belki, ama yalnızca belki, bu işten kurtulabilirim, diye düşünüyordum. Belki Crystal ile beyefendi arkadaşı birbirlerine dalıp mücevherlerin yokluğunu fark etmezlerdi. Belki, ne yapmak için geldilerse onu yaparlar ve yaptıktan sonra çekip giderlerdi. Ya da koma halinde yere serilirlerdi.

Ben de dolaptan ve evden çıkabilirdim. Sonra çantam elimde kendi mahalleme döner… Lanet olsun! Çanta elimdeymiş. Çantam hiç de elimde değildi. Yatak odasının karşı tarafında, düşkırıklığına uğramış matmazelin pastel portresinin altında duvara yaslanmış duruyordu. Crystal mücevherlerinin yokluğunu fark etmese bile çantanın varlığını fark edecekti ve o da hırsızın iş üstündeyken rahatsız edildiğinin belirtisi olacağından hemen 911’i arayacaktı. Polis arabaları olay yerine doluşacaklar, biri de dolabın kapağını açacak kadar kurnaz çıkacak ve Bernard Grimes Rhodenbarr da hapı oracıkta yutuverecekti. Lanet olsun!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir