Okumaya başlamadan önce Türk okurlar için özel not: Bu kitapta anlatılanlar, Amerikalı ünlü yazar, fotoğraf çektirmeyen ya da röportaj yapmayan Salinger’ın gizemli hayatına ve onun ünü bütün dünyaya ulaşmış kitabı Catcher in The Rye’a büyük ölçüde dayanmakta ve hemen her sayfada ona ya da kitabına göndermeler yapılmaktadır. Bu yüzden okurken göreceğiniz bütün çavdar ve çavdar içkileri sözcüklerinin de sözünü ettiğimiz kitabın adındaki “rye”a yani “çavdar”a olan bir gönderme olduğunu hatırlatmak isteriz. Kitabın Đngilizce orijinal adı (Burglar in The Rye), Salinger’in kitabının orijinal adına (Catcher in The Rye) çakılmış bir selamdır. Biz de kitaba Türkçe bir ad koyarken, Salinger’in kitabının Türkiye’deki hemen her edebiyatsever tarafından bilinen Türkçe adına (Gönülçelen, Çev: Cevat Çapan) bir selam yollamak istedik ve kitaba bu yüzden “Gönülçelen” Hırsız dedik. Salinger’in, bu romanda adı Alice Cottrell olarak geçen bir ilişkisi gerçekten olmuş ve bu kitaptakilere benzer olayları yakın zamanlarda yaşamıştır. – Oğlak Yayınları Yazar Phuket-Atina seferinde bu kitabın büyük bir bölümünün yazıldığı Star Flyer gemisinin mürettebat ve yolcularına teşekkürlerini iletmekten mutluluk duyar. 1 Otelin lobisinin de, yere serili büyük şark işi halının da çok daha iyi günler gördüğü belliydi. Karşı karşıya duran Lawson tipi koltukların yayları insanı davet edercesine çökmüştü ve onlar da diğer mobilyalar gibi uzun yıllar kullanılmanın etkilerini gösteriyordu. Şu anda da kullanılmaktaydılar: Đki kadın hararetli bir konuşmaya dalmıştı; birkaç adım ileride uzun oval yüzlü ve yüksek alınlı bir adam GQ dergisi okumaktaydı. Gözlerindeki güneş gözlüğü kendisine şık ve sinsi bir hava vermekteydi. Elindeki dergiyi nasıl gördüğünü bilemiyordum. Herhalde epey karanlık görmekteydi. Lobi biraz çaptan düşmüş gibi görünüyor olsa bile genel havası daha çok konfor ve rahatlık vaad ediyordu. Bu serin Ekim günü gözlere çok hoş görünen şöminedeki ateş her şeye iyimser bir ışık vermekteydi. Ve şöminenin üzerindeki rafta da insanın uzanıp kucaklamak isteyeceği kadar göz aldatıcı bir gerçeklikle çizilmiş olan otelin adaşı durmaktaydı. Bir ayıydı elbette. Ama insan bir bakışta bu ayının değil ormanda sorumsuzca davranmak, ormana bile hiç girmediğini görebiliyordu. Ayının üzerinde kırmızı bir ceket, başında geniş kenarlı açık mavi bir şapka ve ayaklarında kanarya sarısı Wellington çizmeleri vardı. Bir Gladstone valiziyle Harrods’un bir alışveriş torbası arasında duruyordu, başı üzerinde de ‘Unutulmuş Eşya’ yazmaktaydı, ve… Ama devam etmem gerekmez, değil mi? Sizin böyle bir ayınız yoksa, olan birini mutlaka tanıyorsunuzdur. Çünkü bu Paddington Ayısı’nın ta kendisiydi. Ve yeri de elbette efsanevi Paddington Oteli’nin lobisi olacaktı. Efsanevi de tam kelimesiydi ya. Kırmızı tuğla ve siyah demir işleriyle The Paddington, Madison Caddesi’yle Doğu Yirmi Beşinci Sokak’ın köşesinde ve Madison Square Gerdan’ın karşısındadır. Stanford White’ın Madison Square Garden’ından da çok uzakta değildi.(Bu, babanızın Sekizinci Cadde ile Ellinci Sokak arasında hatırladığı 3 nolu Garden’dan ya da Penn Đstasyonu’nun üstündeki şimdiki 4 nolu Garden’dan farklı olarak, ikinci Madison Square Garden’dı. White’ın Garden’ı bir mimari şaheserdi, tıpkı ilk Penn Đstasyonu gibi.) Oysa, Garden’dan önce inşa edilmiş ve kentin bütün hikâyelerini anlatmak üzere yaşamaya devam etmekte olan Paddington öyle değildi. Yüzyılın başında kurulduğundan bu yana mahallenin (ve kentin ve de dünyanın) yıllar boyunca kendini yeniden ve yeniden keşfetmesine tanık olmuştur. Ancak yaşlı otel hep aynı kalmıştır. Aslında hiçbir zaman görkemli bir yer olmadığı gibi müşterileri de geçici olmaktan çok daimiydi. Girişteki pirinç tabelalarda Paddington’un ünlü konuklarının adları yer alır: Örneğin yazarlardan Stephen Crane ve Theodore Dreiser ve Shakespeare aktörü Reginald French. John Steinbeck evliliğinde çıkan bir tatsızlık döneminde bir ay orada kalmıştı. Ressam Robert Henri de bir iki blok doğudaki Gramercy Park’a yerleşene kadar bir süre Paddington’un konuğu olmuştu. Otel bu yakınlarda ya geleneklerine olan saygıdan ya da oraya verecek hasarın fark edilmeyeceğine inandıklarından odalarına, kaldıkları diğer Amerikan otellerinden daha az zarar veren Đngiliz rock yıldızlarını da konuk etmiştir. Bunlardan ikisi otelde ölmüştü… biri odasına getirdiği bir serseri tarafından öldürülmüş, öbürü de aşırı doz eroinden. Klasik müzik de en az iki daimi ve arada sırada da turneye çıkmış sanatçı konuklar tarafından temsil edilmiştir. Carnegie Hall’daki yıllık Noel konserine hiç bilet bulunmayan seksenlik piyanist Alfred Hertel en üst kattaki bir dairede tam kırk yıl oturmuştu. Aynı katın öteki ucunda da efsanevi sesinin sona ermesinden sonra bile efsanevi huysuzluğu devam eden yaşlı primadonna Sonia Brigandi yaşamıştı. Arada sırada biri ya da her ikisi kapılarını açık bırakır, biri piyano çalarken öteki aryaları döktürür, diğer konukları Puccini ya da Verdi ya da Wagner’le heyecanlandırırlardı (ya da rahatsız ederlerdi). Bunun dışında hiç konuşmazlardı. Söylentilere göre bir zamanlar başka bir konuğun sevgisini elde etmek için rekabete girmişlerdi. Hertel’in iki kere evlenmesine ve çocukları ve torunları olmasına rağmen eşcinsel olduğu konusunda söylentiler vardı. Brigandi’yse hiç evlenmemişti ve her iki cinsten sevgilisi olduğu rivayet edilirdi. Ve yine her ikisinin de, ayıları dışında hiç kimseyle yatmamış olan Edgar Lee Horvath’la yattıkları iddia edilirdi. Sözü edilen bu Horvath, Pop Gerçekçiliği’nin kurucusu ve şömine üstündeki Paddington Ayısı’nı yapan ressamdı. Altmışlı yılların ortasında, tek kişilik sergisinin başarısından hemen sonra otele yerleşmiş ve 1979’da ölene kadar orada yaşamıştı. Resim, ikametinin ilk yıllarında otele bir armağanıydı ve ölümünden sonra eserlerinin fiyatlarının çok artmış olması nedeniyle tablonun bir milyon dolara yakın olduğu tahmin edilmekteydi. Ve tablo da hiç korunması olmayan lobide herkesin gözü önünde öylece asılı duruyordu. Tabloyu çalmak için insanın çıldırmış olması gerekirdi. Edgar Horvath gayet pejmürde ilk Stieff eserlerinden çağdaş tüylü türlerine kadar pek çok oyuncak ayı resmi çizmişti ve hemen hemen bütün portre ve manzaralarının bir köşesinde mutlaka bunlardan bir tane bulunurdu. Taos’ta kısa bir süre kaldığı dönemde çizdiği çöl manzaralarında dev bir kaktüsün dibinde ya da bir çitin üstünde ya da bir kerpiç duvara yaslanmış ayılar görülür. Ancak bilindiği kadarıyla bir tek Paddington resmi yapmıştı. Ve bu da otelin resim kadar ünlü o eskimiş lobisinde asılıydı. Đsteyen alıp gidebilirdi onu oradan, iyi ama bunu yaptıktan sonra nasıl ve kime satardınız ki? Bunları biliyordum. Ama can çıkar huy çıkmaz derler ve ben de değerli bir parça gördüm mü, onu yasal sahibinin elinden nasıl kurtarabilirim diye düşünmeden edemezdim. Resim gayet gösterişli yaldızlı bir çerçeve içinde olduğundan çerçeveden keserek mi çıkartmak daha iyi, yoksa çerçevesiyle falan götürmek mi diye derin düşünceler içindeydim. Ben böyle hırsızlık düşüncelerine dalmış gitmişken otel katibi bana nasıl yardımcı olabileceğini sordu. “Özür dilerim, tabloya bakıyordum” dedim. “Maskotumuz” dedi. Elli yaşlarında vardı; üzerinde bol yakalı koyu yeşil bir gömlek, boynunda turkuvaz rengi ince bir kravat vardı. Saçı, Tam Erkekler Đçin siyahıydı ve favorileri modanın kabul edeceğinden uzundu. Yeni tıraş olmuştu ama bıyığı, hem de briyantinli bir bıyığı olsa kendisine pek yakışacak gibi bir duygu uyandırıyordu insanda. “Zavallı Eddie Horvath’ın eseri” dedi. “Ölümü büyük bir kayıp oldu.” “Bir lokantada ölmüştü, değil mi?” “Hemen köşebaşındakinde. Eddie dünyanın en berbat yemek yiyen insanıydı, yalnızca çizburger ve kek yer, Coca-Cola içerdi. Sonra bir doktor, onu, diyetini değiştirmeye ikna etti ve o da bir gün için sağlıklı yiyecekler fanatiği oldu.” “Bu da ona yaramadı mı?” “Ben bir değişiklik fark etmedim. Ama böyle bir diyet değişikliği yapanlarda görüldüğü gibi ilk günlerinde hep o konudan söz ederek insanın canını sıkmaya başladı. Bunu atlatabilirdi sanırım ama fırsat bulamadı ki. Sofra başında, bir parça tofu yutmaya çalışırken boğulup öldü.” “Korkunç bir şey.” “Yemesi de korkunç, onu yerken ölmek de. Eddie’nin tablosu bizi Paddington Ayısı’yla ilişkilendirdi, öyle ki insanlar artık adımızı ayıdan aldığımızı sanıyorlar.” “Otel ayıdan önceydi değil mi?” “Elbette. Michael Bond’un, Kayıp Eşya Bürosu’nda bırakılan küçük ayı hakkındaki hikâyesi ancak otuz yaşında, oysa bizim geçmişimiz yüzyılın başına dayanır. Adımızı Paddington Đstasyonu’ndan ya da çevresindeki mahalleden alıp almadığımızı bilemiyorum. Mahalle Londra’nın iyi yerlerinden biri değildir ama en kötüsü de değildir. Ucuz oteller ve Asya lokantaları. Paddington Đstasyonu’na giren trenlerden inen Galliler o otellerde kalır. Bir de metro istasyonu var ama bu otelin adını bir metro istasyonundan aldığını da sanmıyorum.” “Herhalde.” “Benim böyle gevezelik etmeme izin verdiğiniz için çok naziksiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?” Gevezelik etmek konuşmasını değiştirivermişti; Londra’dan söz ederken Đngiliz aksanıyla konuşmuştu. Yer ayırtmış olduğumu söyledim, adımı sordu. “Peter Jeffries” dedim. “Jeffries” diyerek önündeki kartları taramaya başladı. “Bulamıyorum… hah, şuna bakın, biri Jeffrey Peters yazmış.” Bunun doğal bir yanlışlık olduğunu söyledim ama yanlışlığın benden kaynaklandığından emindim. Her nasılsa uydurduğum adı karıştırmıştım, ilk ad olabilecek bir soyadı seçmenin doğal bir sonucuydu bunların yerlerini karıştırmak. Amatörler bunu hep yaparlardı, işte bu da, yapılan yanlışlıktan daha ürkütücü bir şeydi. Ya profesyonel değilsem? Amatör gibi davranacak olursam bunun sonu nereye varırdı? Kartı doldurdum -bir San Francisco adresi, üç günlük kalış süresi- ve nakit ödeyeceğimi söyledim. Geceliği 155 dolardan üç gece, artı KDV ve telefon depozitosu 575 dolar gibi bir şey tuttu. Altı tane yüzlük saydım. Herif olmayan bıyığını düzeltirmiş gibi parmağını üst dudağından şöyle bir geçirip bana bir ayı isteyip istemediğimi sordu. “Ayı mı?” Adam bir dosya dolabının üstünde duran ve şöminenin üzerindekine benzeyen üç Paddington Ayısı’nı gösterdi. “Bunun aşırı şirinlik olduğunu düşünebilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız doğrusu. Bu iş Eddie’nin tablosu otele yeni bir ün kazandırdıktan sonra başladı. Eddie oyuncak ayı koleksiyonu yapardı ve ölümünden sonra Sothebys’de inanılmaz fiyatlara satıldı. Ha Horvath Koleksiyonu’ndan çıkma bir ayı, ha Jackie O’nun boynundaki tek sıra inci. ” “Bu üç ayı onun muydu?” “Hayır, hayır. Bunlar bizim, idare FAO Schwartz ya da Bears R Us mağazalarından satın alır. Konuklarımızdan isteyen olursa, kaldıkları süre bunlardan birini odalarında bulundurabilir. Bunun için ayrı bir ücret almıyoruz.” “Sahi mi?” “Bunun bizim cömertliğimizden kaynaklandığını sanmayın. Depozitolarını geri almak yerine Paddington’u evlerine götürmek isteyen müşterilerimizin sayısını bilseniz şaşardınız. Herkes odasına ayıyı götürmez tabii ama götürenlerden de geri verenler çok azdır.” “Ben de bir tane alayım” dedim fazla düşünmeden. “Elli dolar depozito vereceksiniz o halde, eğer ayının bundan sonra hayatınızı paylaşmanızı istemiyorsanız çıkışınızda paranız iade edilecektir.” Birkaç banknot daha uzattım. Adam bir makbuz yazdı, 415 numaranın anahtarını verdi ve Paddington’ların üçünü önüme koyarak birini seçmemi istedi. Hepsi birbirinin aynı olduğundan ben de bu durumlarda yaptığımı yaptım: Soldakini aldım. “Đyi bir seçim” dedi bir garsonun taze patatesli kuzu kapama istendiğinde söylediği gibi. Kötü seçim ne olabilir, diye düşünürüm hep. Kötü seçimler de varsa mönüde ne işleri olabilir ki? “Sevimli yaratık” diyecek oldum ama sözümü bitiremeden ayı ellerimin arasından kayıp yere düştü. Eğilip aldığımda bir elimde ayı, diğerinde mor bir zarf vardı. Zarfın üzerinde büyük harflerle yalnızca ANTHEA LANDAU yazıyordu. Otel kâtibine, “Bu yerdeydi” dedim. “Ama korkarım üstüne basmışım.” Dudaklarını büktü, masanın arkasındaki kutudan bir kâğıt mendil alıp zarfın üzerinde ayakkabımın bıraktığı izi sildi. “Biri tezgâhın üzerinde bırakmış, sonra bir başkası da yanlışlıkla düşürmüş olmalı” dedi. “Neyse, fazla bir zarar olmadı.” “Paddington bu kazadan pek etkilenmemiş görünüyor.” “O gayet sağlamdır. Ama beni şaşırttığınızı söylemeliyim. Sizin ayı alacağınızı hiç sanmamıştım. Kimin alıp kimin almayacağı konusunda kendi kendimle oynadığım küçük bir oyun vardır ama pek başarılı olmadığım için sanırım bundan vazgeçme zamanı geldi. Hemen hemen herkes bir tane alır ya da almaz. Đş için gelenler en az ayı alanlardır ama onlar bile insanı şaşırtır. Chicagolu bir bey ayda iki kere dörder gün kalır ve her seferinde ayıyı alır ve sonra giderken iade eder. Ve her seferinde aynı ayı olmasına aldırış etmez. Ayılar eş değildir. Boyları, şapkalarının renkleri, çizmeleri ve ceketleri değişiktir. Çizmelerin çoğu siyahtır ama resimdekiler sarıdır.” “Dikkat etmiştim.” “Turistler ayıları hatıra olarak saklamak ister. Özellikle de balayına gelenler. Bir kere bir çift kalmıştı: Kadın ayıyı evine götürmek, adam da depozitosunu geri almak istemişti. Doğrusu o evlilik konusunda fazla umutlu değilim.” “Ayı sonunda çiftte mi kaldı?” “Evet, herhalde boşanırken koca onun kendisinde kalması için mücadele edecektir. Çoğu çiftte hiç sorun yoktur. Ayıyı isterler. Đngilizler dışında, Avrupalılar genellikle ayıyı hiç almaz. Japonlar mutlaka odalarına götürürler ve kimi zaman da birden fazlasını. Ve her seferinde de parasını ödeyip evlerine taşırlar.” “Ve onların resimlerini çekerler.” “Hem de nasıl! Ayıları kucaklarına alıp resimlerini çektirirler. Ayılı ya da ayısız benim resmimi çekerler. Otelin önünde, zavallı Eddie’nin tablosu önünde ve ünlü bazı konuklarımızın yaşadıkları odaların önünde ayılarla resim çektirirler. Bu kadar resmi ne yaparlar acaba? Onlara bakacak zamanı nasıl bulurlar, hiç aklım kesmiyor doğrusu.” “Belki de makinelerinde film yoktur.” “Bay Peters! Ne kadar da ilginç şeyler düşünüyorsunuz böyle.” O konuda doğrusu hiçbir fikri yoktu. Ayılı ya da ayısız 415 numaralı oda hiç de 155 dolar artı KDVlik bir yere benzemiyordu. Kestane rengi halı iplik iplikti, konsolun üstünde sigara yanıkları vardı ve pencerelerden biri hava boşluğuna bakıyordu. Ve oda o kadar küçüktü ki, fikir değiştirmek isteseniz koridora çıkmak zorundaydınız. Ama ben bundan farklı bir şey beklememiştim. Paddington fiyatları sürekli kalan konukları için çok uygundu; onlar geniş bir tek yatak odalı daireye, benim gibi gelip geçenlerin böyle bir odaya bir haftada ödediği parayı bir ayda öderlerdi. Kısacası geçiciler otelin o ressam-yazar-müzisyen havasında yaşıyor olmak ve bu görkemi sağlayan sanatçıları beslemek için bütün yükü sırtlanmışlardı. Mavi şapkalı küçük ayının bu denklemin neresinde olduğunu kestirememiştim. Zarifti, iyi bir pazarlama unsuruydu, otele insancıl (daha doğrusu ayıcıl) bir hava verirken bir miktar da kâr sağlıyordu. Gelen müşterilerin yarısı odalarına birer ayı götürse ve bunların da yarısı ayılarını ayrılamayacak kadar sevse ve ayıdaki kâr oranı yüzde elliyse otelin yıllık elektrik masrafı çıkmış demekti. Çok eski zamanlarda tuğlayla örülmüş ve sıvanmış şöminenin üzerindeki rafa Paddington’u yerleştirdim. Orada çevresine rahatça bakınır ve her şeyin yerli yerinde olup olmadığını kontrol edebilirdi. “Seni pencereden dışarı da baktırtabilirim ama orada görecek bir şey yok” dedim. “Yalnızca tuğla bir duvar ve perdesi inik bir pencere. Ve bu belki de iyi bir fikir, ne dersin? Perdeyi indirmek yani?” Bir yanıt vermedi. Perdeyi indirdim, küçük valizimi yatağın üstüne atıp açtım. Gömleğimi, çoraplarımı ve iç çamaşırlarımı çekmeceye yerleştirdim, pantolonumu dolaba astım, valizi kapayıp duvara yasladım. Saatime baktım. Buradan çıkma zamanı gelmişti. Dışarda işim vardı. Ayıya veda ettim ama kendisine veda ettiğimde kedimin yaptığı gibi o da aldırış etmedi. Kapıyı kapadım. Kilit kapanmıştı ama ben yine de anahtarımla bir kere daha kilitledikten sonra asansörle lobiye indim. Kadınlar konuşmalarını bitirmiş ya da başka yerde devam etmek üzere gitmişlerdi. Uzun suratlı, yüksek alınlı, gözlüklü adam GQ’yu bırakmış, bir cep romanı almıştı. Anahtarımı resepsiyona bıraktım. Anahtar, yeni otellerin kullandıkları kompüterize plastik anahtar kartı değildi, gerçek pirinçten yapılmıştı ve eğer yanlışlıkla alıp giderseniz ceza olarak cebinizi delmesi için gayet ağır pirinç bir top vardı ucunda. Ben anahtarı bırakıyor olmaktan memnundum çünkü böylece hem resepsiyonun önünden geçmek için geçerli bir mazeretim oluyordu hem de müşteri posta kutularına şöyle bir göz atabiliyordum. Yerde bulduğum mor zarf 602 numaradaydı. Anahtarımı verip, aşırı siyah saçlı adama gülümseyerek başımı salladım ve sokaktan içeri giren uzun boylu ve şık giyimli yaşlıca bir beyefendiye baktım. Adamın üzerinde usta bir terzinin elinden çıkma spor bir ceket, yanında ise kendisinden çok genç bir kadın vardı. Adamla gözgöze geldik. Adamın gözleri bir an irileşti. Kendi gözlerimi göremiyordum ama onlar da aynen onunkiler gibi olmalıydı. Adamı tanımıştım ve onun da beni tanıdığı belliydi. Ve biz de bir otel lobisinde karşılaşan iki beyefendi ne yaparsa onu yaptık. Tek kelime söylemeden yürümeye devam ettik. 2 Đşyerim Üniversite Meydanı’yla Broadway arasında Doğu On Birinci Sokak’taki Barnegat Kitabevi’dir. Eski kitaplar satarım. Paddington, dükkânımın on dört blok kuzeyinde ve Manhattan’da bir milde yirmi blok olduğuna göre hesabını da siz yapın artık. Vitrinimdeki tabelada yazdığı gibi dükkânı saat ikide açmak istiyordum ama bir iki dakika erken ya da geç hiç farketmezdi. Hava metroya ya da taksiye binmeyecek kadar güzeldi. Gelirken valizim olduğu için taksiyle gelmiştim ama şimdi yürüyecektim. Madison Meydanı’ndan geçerken Amerika’nın yirmi birinci Başkanı Chester Alan Arthur’un heykeline saygılarımı sundum. Broadway’de yürürken onunla ilgili neler bildiğimi hatırlamaya çalıştım. Dükkânı açıp ucuzluk masamı (3 Tanesi 5 Dolara. Seç Seç Al) dışarı taşıdıktan sonra raftan William Fortescue’nun Başkanların Yaşamları kitabını indirdim. Kitap 1925’te basılmıştı ve Warren Gamaliel Harding’de sona eriyordu. Kitap gençleri düşünerek yazılmış gibiyse de doğrusu MTV’yi kapayıp da Fortescue’nun Franklin Pierce ve Rutherford Birchard Hayes hakkında neler yazdığını merak ederek kitapçıya koşacak bir genç düşünemiyordum. Fortescue’nun kitabı Barnegat Kitabevi’nin raflarını uzun zamandır süslemekteydi, birkaç yıl önce dükkânı yaşlı Bay Litzauer’den aldığımda stoktaydı. Onu satmayı beklemiyorsam da ucuzluk masasına götürecek de değildim. Değerli bir kitaptı, bir kitapçıda bulunması insana zevk verirdi ve ilk kez açıp da bir şey arıyor değildim. Bir iki ay önce Fortescue’nun Zachary Taylor hakkında neler dediğine bakmıştım, şimdi ne okuduğumu hatta neden bakmak ihtiyacını duyduğumu pek hatırlamıyorsam da. Yine de işe yaramıştı, elaltında bulundurulması iyiydi. Fortescue’nun yani, Taylor’un değil. Şimdi de işe yarıyordu. Kitabı tezgâhın üzerinde tutuyorum ve eski kitaplar satan bir insanın hayatında biraz fazlasıyla bulunan boş zamanlarımda şöyle bir göz atıveriyorum. O öğleden sonra müşteri yok değildi, bir iki alışveriş de yaptım hatta. Daimi müşterilerimden bir kadın okumadığı bazı polisiyeler bulmuştu. Bir de okuduğunu sandığı ama bir kere daha okursa bir şey çıkmayacağını söylediği baskısı tükenmiş bir Fredric Brown aldı. Aynı şeyi ben de düşündüğüm için bir kere daha okumadan kitabın satılmasına üzüldüm ama ne yaparsınız ki, bizim mesleğin böyle cilveleri vardır işte. Sarkık bıyıklı şişmanca bir bey Oman’ın altı ciltlik meşin kaplı Norman Fethinden Önce Đngiltere Tarihi üzerinde epey durdu. Takıma 125 dolar fiyat koymuştum ama olduğu gibi bir alan çıkarsa az da olsa bir indirim yapmaya kararlıydım. Adam sonunda, “Yine geleceğim” diyerek çıktı gitti. Hiç tahmin etmiyordum ama belki de gelirdi. Müşteriler (daha doğrusu müşteri olamayanlar) çıkış için hep aynı sözcükleri kullanırlar; tıpkı erkeklerin kadınlara, “Seni ararım” dedikleri gibi. Belki ararlar belki de aramazlar, yani telefonun başında oturup beklemenin bir anlamı yoktur. Bir sonraki müşterim ucuzluk masasından bir kitap getirdi, iki dolarını verdi ve dükkânda dolaşmak için izin istedi. Ona istediği kadar dolaşabileceğini ama bunun tehlikeli bir zaman geçirme yöntemi olduğunu söyledim. Đnsan ne zaman mutlaka almak isteyeceği bir şeyle karşılaşacağını bilemezdi. “Bu riski alıyorum” diyerek rafların arasında kayboldu. Geçen hafta da bir iki kere gelmişti. Biraz düşkün görünüyorsa da düzgün giyimli sayılırdı ve üzerinde hafif ve de hoş bir viski kokusu vardı. Paddington’da gördüğüm adam gibi altmış yaşlarındaydı, güneşten yanmıştı, gayet bakımlı kısa bir sakalı ve bıyığı vardı. Sakalı V biçimliydi, ucu sivriydi, kaşları, kahverengi beresinin altından göründüğü kadarıyla saçları gibi gümüş rengindeydi. Đlk kez bir kitap satın almıştı ve bu iki doları giriş ücreti gibi düşündüğünü hissettim. Bazı insanlar kitapçı dükkânlarında saatlerini geçirmekten pek hoşlanırlar -tıpkı dükkânı almadan önce benim yaptığım gibi- ve Bay Gümüş Sakal da fazla yapacak bir şeyi ya da gidecek bir yeri olmayan birine benziyordu. Yersiz yurtsuz olmayacak kadar bakımlıydı ama oyalanmak ister gibi de bir hali vardı. Saat altıya kadar bekleyecek olursa dükkânı kapatmak için yardımını isteyecektim. Ama o saate kadar çoktan gitmişti. Saat beş buçukta telefon çaldı. Arayan Alice Cottrelldi. “Bir oda tuttum” dedim. Ayıdan söz etmedim. “Bu gece?” “Đşler yolunda giderse. Gitmezse oda daha iki gün benim. Ama ne kadar erken olursa o kadar iyi.” Sonra birbirimize bir kadınla erkeğin bir müşteri ile bir kitapçıdan daha fazla bir şeyler oldukları zaman söyleyeceği şeyleri söyledik. Ben bunları söylerken sesimi alçaktım ve Bay Gümüş Sakal elini sallayarak çıktıktan sonra bile yükseltmedim. Birbirimize uzun uzun sevgi sözcükleri mırıldandıktan sonra Alice telefonu kapadı ve az bir şey sonra da ucuzluk masasını tek başıma içeri taşıdım. O iş bitince Raffles’ın su kabını doldurdum, mama kabına kuru yiyecekler koydum, tuvalete ihtiyacı olduğu takdirde kullansın diye tuvaletin kapısını açık bıraktım. Ondan sonra da dükkânı kapayıp Bum Rap’e gittim. Carolyn Kaiser’le hemen hemen her akşam Tanrıya Şükür Bir Gün Daha Bitti içkisi içtiğimiz Bum Rap kaprisli müzik kutusu ve Old Mr. Boston el kitabına bakmadan bir cin tonik yapamayan barmeniyle küçük bir yerdir. Her zaman oturduğumuz bir masa var ama eğer onu dolu bulursak fazla itiraz etmeden başka birine otururuz. Bu akşam masanın dolu olduğunu gördüm. Đki kadın masa başında oturuyordu. Bir daha bakınca bunlardan birinin Carolyn olduğunu gördüm. Diğeri Carolyn’in hayatına yakınlarda girmiş olan Erica Darby idi. Erica bir kablolu televizyon şirketinde bir şeyler yapıyordu. Ne yaptığını pek bilmiyordum ama önemli ve de gösterişli bir şey olmalıydı. Erica’nın öyle bir havası vardı. Zekiydi, yol yordam bilirdi ve uzun kestane saçları ve parlak mavi gözleri ve fazla dikkat etmeyecek kadar akıllılık ettiğim vücuduyla nefis bir kadındı. “Hey, Bernie, kitap işi nasıl gidiyor?” dedi.
Lawrence Block – Gonulcelen Hirsiz
PDF Kitap İndir |