Lawrence Block – Mezbahada Dans

Beşinci rauntun ortalarına doğru mavi şortlu genç, rakibinin çenesine sağlam bir sol indirdi. Bunu başa vurulan iyi bir sağ izledi. Mick Ballou, “Birazdan düşecek” dedi. Öyle görünüyordu ama mavi şortlu boksör bir daha şiddetle giriştiğinde diğeri darbeyi savuşturarak rakibine sarıldı. Hakem iki boksörün arasına girmeden önce gözlerindeki bakışını yakaladım. Boş boş bakıyordu. “Ne kadar zaman var?” “Bir dakikadan fazla.” Mick, “Çok” dedi. “Adamının çocuğa sağ vurmasına bak. Ufak tefek birisi için boğa kadar güçlü.” O kadar ufak tefek değildiler. Gençler orta sıklet, sanırım yetmiş kilo civarıydı. Eskiden bütün sıkletlerdeki kilo sınırlarını bilirdim ama o zamanlar kolaydı. Şimdi eskisinin iki katı sınıflama var, gençler şu, süper bu, ayrıca her biri farklı bir şampiyonluk için üç ayrı yönetim organı var. Bence birileri unvan müsabakaları düzenlemenin daha kolay olacağını düşünmüş olmalı.


Şimdilerde neredeyse yalnızca bu tip müsabakalar oluyor. Ama izlediğimiz maç kesinlikle unvan maçı değildi ve Vegas ile Atlantic City kumarhanelerinde yapılan şampiyonluk maçlarının görkem ve şovmenliğinden çok uzaktı. Şu anda içinde bulunduğumuz beton bina, Queens’in Maspeth bölgesinde karanlık bir sokaktaydı. Maspeth, Queens’in geri kalanından yarım daire biçiminde bir mezarlıkla ayrılan, bir sanayi atık bölgesiydi. New York’ta bir ömür boyu yaşayıp da Maspeth’e hiç gitmeyebilirdiniz ya da neresi olduğunu bilmeden otomobille yanından geçebilirdiniz. Maspeth depoları, fabrikaları ve kasvetli konutların olduğu sokaklarıyla kimsenin kısa vadeli potansiyel yenileme listesinde yer almıyor gibiydi ama bilinmez ki. Er ya da geç konut sıkıntısı çekilecek, dökülen depolar sanatçı stüdyoları olarak yeniden doğacak, genç kentliler evlerin yan kısımlarındaki çürümüş asfaltları kazıyacak, iç mekânları dekore edeceklerdi. Grand Caddesi’nin kaldırımlarında ginkgo ağaçları ve her köşede Koreli bir bakkal olacaktı. Şimdilik New Maspeth Arena, çevrenin görkemli geleceğinin gördüğüm tek işaretiydi. Birkaç ay önce Madison Square Garden, Felt Forum’u restorasyon nedeniyle kapatmış, Aralık başında da New Maspeth Arena her Perşembe akşamı yapılan boks maçlarıyla açılmıştı. Đlk maç yedi civarında başlıyordu. Bina, Felt Forum’dan daha küçüktü ve beton duvarları, saç metal çatısı ve dökme beton zeminiyle gösterişsiz bir havası vardı. Dikdörtgen şeklindeydi, boks ringi, giriş kapısının karşısındaki uzun duvarlardan birinin ortasındaydı. Ringin üç açık tarafında sıralar halinde metal katlanır iskemleler vardı. Đskemleler ilk iki sıra hariç griydi.

Ring kenarındaki kırmızı iskemleler rezerveydi. Arenanın geri kalan kısmında her yer yalnızca beş dolardı, yani Manhattan’da ilk kez oynatılan bir filmin fiyatından iki dolar ucuzdu. Bu durumda bile gri iskemlelerin ancak yarısı dolmuştu. Olabildiğince çok yer doldurmak için fiyat düşük tutulmuştu, böylece maçları kablolu televizyondan izleyen fanatikler maçların yalnızca kendileri için yapıldığını anlamayacaklardı. New Maspeth Arena, Five Borough Kablolu Spor Kanalı (FBCS-New York metro alanında tutunmaya çalışan en yeni spor kanalı) için program hazırlamak üzere yapılmış bir kablolu TV fenomeniydi. Mick ile ben yediyi birkaç dakika geçe oraya vardığımızda FBCS araçları dışarıya park etmişti ve saat sekizde program başladı. Şimdi final maçının beşinci rauntu beyaz şortlu oğlanın hâlâ ayakta durmasıyla sona erdi. Her iki boksör de siyahtı, her ikisi de Brooklyn bölgesinin çocuğuydu, birinin Bedford-Stuyvesant’dan, diğerinin Crown Heights’dan olduğu açıklanmıştı. Her ikisinin de saçları kısaydı, aynı ağırlıktaydılar ama mavi şortlu oğlan başını eğerek dövüştüğü için daha kısa boyluymuş gibi görünüyordu. Şortlarının ayrı renklerde olması iyi olmuştu, yoksa onları birbirinden ayırmak zor olacaktı. Mick, “Đşini orada bitirmeliydi” dedi. “Diğeri gitmeye hazırdı ve bizimki onun işini bitiremedi.” “Beyazlı oğlan yürekli” dedim. “Gözleri cam gibiydi. Adı neydi, mavili olanın?” Mavili bir kâğıda maçların sıralandığı programa baktı.

“McCann” dedi, “McCann onu bağışladı.” “Hep üzerindeydi.” “Öyleydi, yumruk yağdırdı ama son darbeyi indiremedi. Birçoğu böyledir, rakiplerini bezdirirler ama yere deviremezler. Bunun nedenini bilmiyorum.” “Üç raunt kaldı.” Mick başını salladı. “Şansını kullandı” dedi. Haklıydı. McCann geri kalan üç rauntu da rahat kazandı ama maç beşinci raunttaki kadar nakavta yaklaşamadı. Final ziliyle birlikte ter içinde kısa bir süre birbirlerine sarıldılar, sonra McCann eldivenlerini zaferle havaya kaldırarak köşesine gitti. Hakemler de onunla aynı fikirdeydi. Mick, “Bir bira alacağım” dedi. “Bir şey ister misin?” “Şimdi değil.” Girişte, ringin sağ tarafındaki gri iskemlelerin ilk sırasındaydık.

Oturduğumuz yerden girişi görebiliyorduk, gerçi ring dışında bir yere bakmamıştım. Mick, salonun uzak köşesindeki büfeden birasını almaya gidince ben de çevreme baktım ve şans eseri tanıdığım birini gördüm: Đyi kesimli, havacı mavisi renkli, çizgili bir takım elbise giymiş uzun boylu bir siyah. Yanına gittim. Tokalaştık. Adam, “Sen olduğunu düşünmüştüm” dedi. “Burdette ile McCann’ı arkadan birkaç dakika izledim, ucuz koltuklarda arkadaşım Matthew’u gördüğümü sandım.” “Maspeth’teki bütün koltuklar ucuz.” “Öyle, değil mi?” Elini omzuma koydu. “Seni ilk kez bir maçta görmüştüm, değil mi? Fek Forum mu?” “Doğru.” “Danny Boy Bell ile birlikteydin.” “Senin yanında da Sunny vardı. Soyadını hatırlamıyorum.” “Sunny Hendryx. Sonya, adı buydu ama kimse ona böyle demezdi.” “Neden bize katılmıyorsun?” dedim.

“Arkadaşım bira almaya gitti ama oturduğumuz sıra boş ya da neredeyse boş. Ucuz koltuğa oturmaya aldırmazsan.” Adam sırıttı. “Yerim var” dedi. “Mavi köşede. Gidip adamımı kutlamam gerek. Kid Bascomb’u hatırlıyorsun, değil mi?” “Elbette hatırlıyorum. Karşılaştığımız gece maça çıkmıştı, hiç hatırlamadığım bir Đtalyan oğlanı dövdü.” “Kimse hatırlamıyor.” “Bir yumrukla işini bitirmişti, bunu hatırlıyorum. Kid bu akşam dövüşmüyor, değil mi? Programda adı yok.” “Hayır, emekli oldu. Birkaç yıl önce bıraktı.” “Ben de öyle düşünmüştüm.” Eliyle göstererek, “Şurada oturuyor” dedi.

“Hayır, asıl adamım Eldon Raşid. Kazanması gerekiyor ama dövüştüğü oğlanın on bir galibiyeti, iki mağlubiyeti var ve bir galibiyeti de ondan çaldılar. Yani sıkı bir rakip.” Mick iki büyük kâğıt bardakla yanımıza geldiğinde arkadaşım dövüş stratejisinden söz ediyordu. Mick’in bir elinde bira, diğerinde Cola vardı. “Susarsan diye aldım” dedi. “O uzun sırada tek bir bira için durmak istemedim.” “Mickey Ballou, Chance…” “Chance Coulter.” Mick, “Memnun oldum” dedi. Her iki bardağı da hâlâ elinde tuttuğu için adamla tokalaşamadı. Chance, “Đşte Dominguez geliyor” dedi. Boksör yanında refakatçılarıyla geliyordu. Havacı mavisi şeritleri olan kraliyet mavisi bir bornoz giymişti. Uzun, kare çeneli yüzü ve düzgün siyah bıyığıyla yakışıklı bir adamdı. Hayranlarına gülümseyerek el salladı, sonra ringe tırmandı.

Chance, “Đyi görünüyor” dedi. “Eldon’un işi zor.” Mick, “Diğerini mi destekliyorsun?” diye sordu. “Evet, Eldon Raşid. Đşte şimdi geliyor. Belki daha sonra bir içki içebiliriz.” “Đyi olur” dedim. Chance mavi köşeye yakın koltuğuna gitti. Mick iskemlesine otururken iki bardağı da bana verdi. “Eldon Raşid, Peter Dominquez’e karşı” dedi. “Bu adları nereden alıyorlar?” “Peter Dominguez çok sıradan bir ad” dedim. Mick bana şöyle bir baktı. Raşid ringin iplerinden içeriye girerken “Eldon Raşid” dedi. “Eh, bu bir güzellik yarışması olsaydı, Pedro’ya oy vermek zorunda kalırdık. Raşid, Allah yüzüne kürekle vurmuş gibi duruyor.

” “Neden Allah böyle bir şey yapsın?” “Neden Allah yaptıklarının yarısını yapıyor ki? Arkadaşın Chance iyi bir adama benziyor. Onunla nasıl tanıştın?” “Birkaç yıl önce onun için çalışmıştım.” “Detektiflik işi mi?” “Evet.” “Avukata benzediğini düşünmüştüm. Giyimi avukata benziyor.” “Aslında Afrika sanatı eserleri satar.” “Oymalar falan mı?” “O tür şeyler.” Sunucu ringe çıktı, yapılacak maçı açıkladı, gelecek haftaki maçlara ilgi çekebilmek için elinden geleni yaptı. Bir sonraki haftanın ana maçında dövüşeceklerin sıkletini açıkladı, sonra Arthur “Kid” Bascomb da dahil olmak üzere ring kenarında oturan birkaç ünlüyü çağırdı. Kid de diğerleri kadar alkışlandı. Ring hakemi ve diğer üç hakem, saat tutan kişi ve işi nakavt durumunda ona kadar saymak olan kişi tanıtıldı. Sonuncu adam bu gece işini yapacağını düşünüyordu: Boksörler ağır sıkletti ve her ikisi de daha önceki rakiplerinin çoğunu nakavt etmişti. Dominquez’in on bir galibiyetinden sekizi nakavttı, on profesyonel maçta yenilmeyen Raşid’in ise nakavtla kazanmadığı yalnızca tek bir maçı vardı. Dominquez’in arenanın diğer tarafında Đspanyol kökenli bir seyirci kitlesi vardı. Raşid’in seyircileri ise çok daha azdı.

Hakem boksörlere zaten bildikleri şeyleri tekrarlarken ringin ortasında kucaklaştılar, sonra eldivenlerini birbirlerine dokundurarak köşelerine döndüler. Gong çaldı, maç başladı. Birinci raunt daha çok birbirini yoklamayla geçti ama her iki boksör de birkaç yumruk salladı. Raşid güçlü sol koluyla çalışıyor ve etkili darbeler vuruyordu. Onun kilosunda bir adam için hayli kıvraktı. Dominquez ise beceriksizdi, hantaldı ama çok ani savurduğu güçlü bir sağı vardı ve rauntun ilk otuz saniyesi içinde Raşid’in sol gözüne sıkı bir yumruk indirdi. Raşid bunu atlattı ama yumruğu hissettiği görülebiliyordu. Rauntlar arasında Mick, “Adam güçlü, şu Pedro. O yumrukla rauntu alabilirdi” dedi. “Nasıl puan vereceklerini bilemeyiz.” “Bu sonuncu gibi birkaç darbe daha atarsa puan vermeye gerek kalmaz.” Raşid ikinci rauntta üstündü. Sağlardan uzak durdu ve rakibinin vücuduna birkaç sağlam yumruk attı. Raunt sırasında ring kenarının orta taraflarında oturan bir adamı fark ettim rastlantıyla. Onu daha önce de fark etmiştim ve nedense bir daha bakma ihtiyacı duydum.

Adam kırk beş yaşlarında, dazlakça, koyu kahverengi saçlı ve kalın kaşlıydı. Tıraş olmuştu. Yüzü biraz etliydi, kendisi de bir zamanlar boksörmüş gibi ama öyle olsa onu tanıtacaklarını düşündüm. Etraf ünlülerle kaynıyor değildi ve Altın Eldivenler’de üç raunt dövüşmüş herkes FBCS kameralarının önünde selam verme şansına sahip olurdu. Adam ring kenarıydı ayrıca; yapması gereken tek şey ringe tırmanıp alkışlanmaktı. Yanında bir oğlan vardı. Adam bir kolunu oğlanın omzuna dolamış, diğer koluyla oğlana ringte olanları gösteriyordu. Onların babayla oğul olduklarını düşündüm, gerçi birbirlerine hiç benzemiyorlardı. On üç on dört yaşlarındaki oğlanın açık kahverengi saçları ve belirgin bir saç başlangıcı vardı. Babadaki saç başlangıcı ise uzun zaman önce yok olmuştu. Baba mavi bir blazer ve gri flanel pantolon giymişti. Siyah ve havacı mavisi büyük puantiyeleri olan açık mavi bir kravat takmıştı, puantiyelerin çapı neredeyse üç santimdi. Oğlan kırmızı flanel gömlek ve mavi fitilli kadife pantolon giymişti. Onu nereden tanıdığımı çıkartamadım. Üçüncü raunt bana eşitmiş gibi geldi.

Yumrukları saymadım ama Raşid’in daha fazla yumruk attığım düşünüyordum. Dominquez de ona birkaç sıkı yumruk atmıştı ve bunlar Raşid’in attıklarından daha etkiliydi. Raunt Sona erdiğinde puantiye kravatlı adama bakmadım çünkü başka birine bakıyordum. Bu adam daha gençti, tam olarak söylemek gerekirse otuz iki yaşındaydı. Uzun boyluydu ve hafif sıklet bir boksör sanılabilirdi. Takımının, ceketini ve kravatını çıkarmıştı, mavi şeritli, beyaz düğmeli bir gömlek giyiyordu. Erkek giyim kataloglarında görebileceğiniz türden bir yakışıklıydı: Keskin hatlı bir yüzü vardı, alt dudağı dolgun, burnu hafif kalın ve kemerliydi. Biçim verilmiş koyu renk saçları gürdü. Güneş yanığı teni Antigua’da geçirilen bir haftanın yadigârıydı. Adı Richard Thurman’dı ve Five Borough Kablolu Spor Kanalı için program yapıyordu. Şimdi ringin kenarında durmuş, bir kameramanla konuşuyordu. Elinde levha olan kız dördüncü rauntun başladığını ilan etti. Evdeki izleyiciler gösterinin bu kısmını kaçıracaklardı. Kız uzun boylu, güzel bacaklıydı, vücudunu cömertçe sergiliyordu. Bize sahip olduğu güzellikleri gösterirken, evdekiler bir bira reklamı izliyor olacaklardı.

Kameranın önüne gelerek Thurman’a bir şeyler söyledi, Thurman da elini uzatıp poposuna bir şaplak attı. Kız bunu fark etmemiş göründü. Belki Thurman kadınlara dokunmaya, bu kız da dokunulmaya alışıktı. Belki eski arkadaştılar. Ama kız bembeyazdı, yani Thurman’ın onu Antigua’ya götürmüş olması pek mümkün değildi. Kız ringten indi, Thurman da indi, gong çaldı. Boksörler köşelerinden kalktılar, dördüncü raunt başladı. Rauntun ilk dakikasında Dominquez bir sağ kroşe atarak Raşid’in sol gözünün üzerinde bir yara açtı. Raşid, Dominquez’in vücuduna birçok yumruk indirdi ve rauntun sonuna doğru iyi bir aparkat attı. Dominquez gong çalınca sıkı bir sağ daha indirdi. Rauntun skorunu hiç tahmin edemiyordum. Mick, “Önemli değil” dedi. “Asla nakavt olmayacak.” “Hangisini beğendin?” “Siyah olanı beğendim” dedi, “ama kazanacağını düşünmüyorum. Pedro boğa gibi güçlü.

” Adamla oğluna baktım. “Şurada oturan adam” dedim. “Birinci sıra, yanında bir çocuk var. Mavi ceket, puantiyeli kravat.” “Ona ne olmuş.” “Galiba onu tanıyorum” dedim, “ama çıkaramıyorum. Onu tanıyor musun?” “Daha önce hiç görmedim.” “Onu nereden tanıdığımı çıkaramıyorum.” “Bir polise benziyor.” “Hayır” dedim. “Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?” “Polistir demiyorum, benziyor diyorum. Kime benzediğini biliyor musun? Polis rolü oynayan bir aktöre, adını hatırlayamıyorum. Birazdan aklınla gelir.” “Polis rolü oynayan bir aktör. Hepsi polis rolü oynuyor.

” “Gene Hackman” dedi. Tekrar baktım. “Hackman daha yaşlı” dedim. “Ve daha zayıf. Hackman’nın sırımlığına karşın bu adam iri yapılı. Hem Hackman’nın daha çok saçı var, değil mi?” “Allah yardımcımız olsun” dedi. “Hackman olduğunu söylemedim ki. Ona benzediğini söyledim.” “Hackman olsaydı onu ringe çıkartıp tanıtırlardı.” “Hackman’nın boktan bir kuzeni olsaydı gene de tanıtırlardı.” “Ama haklısın” dedim. “Kesin bir benzerlik var.” “Tıpkısının aynısı değil tabii ama…” “Ama benzerlik var. Tanıdık gelmesinin nedeni bu değil. Kim bilir onu nereden tanıyorumdur.

” “Toplantılarınızdan belki.” “Olabilir.” “Đçtiği bira değilse tabii. Sizden biriyse bira içemez, değil mi?” “Herhalde hayır.” “Gerçi hepiniz başarılı olmuyorsunuz, değil mi?” “Hayır, hepimiz olmuyoruz.” “Peki öyleyse, umalım ki bardağındaki Cola olsun” dedi. “Ya da biraysa dua edelim de bardağı oğlana versin.” Dominquez beşinci rauntta daha iyiydi. Sıkı yumruklarından çoğu yerini bulmadı ama birkaç tanesi Raşid’in canını acıttı, Raşid sonuna doğru iyi dövüştü ama raunt gene de Latin boksöründü. Altıncı rauntta Raşid çenesine bir kroşe yiyerek yere düştü. Tam bir nakavttı, herkes ayağa fırladı. Raşid beş denmeden kalktı ve zorunlu sekiz rakamını bekledi, hakem maça devam etmelerini işaret edince Dominquez saldırdı. Raşid sarsaklaşmıştı ama eğilerek, yumruk atarak, oyalanarak klasını gösterdi. Yumruğu rauntun başlarında yemişti ama üç dakikanın sonunda Raşid hâlâ ayaktaydı. Mick Ballou, “Bir raunt sonra bitirir işini” dedi.

“Hayır.” “Ya?” “Şansını kullandı” dedim. “Son maçtaki o çocuk gibi, adı neydi? Đrlandalı olanın?” “Đrlandalı mı? Hangi Đrlandalı?” “McCann.” “Ah. Siyah Đrlandalı, olabilir. Dominquez’in işi nasıl bitireceğini bilmeyen biri olduğunu mu düşünüyorsun?” “Nasıl bitireceğini biliyor, yalnızca ihtiyacı olan şeye sahip değildi. Çok fazla yumruk attı. Yumruk atmak adamı yorar, özellikle bir şeye vurmuyorsan. Bu rauntun onu, Raşid’den daha fazla yorduğunu sanıyorum.” “Hakemler mi karar verecek sence? Öyleyse Pedro’ya verirler, elbette senin adam Chance bir yolunu bulmazsa.” Böyle bir maçta bir yolu bulunamazdı. Bahis yoktu. “Onların karar vermesine gerek kalmayacak. Raşid nakavt edecek” dedim. “Matt, sen hayal görüyorsun.

” “Görürsün.” “Bahse girmek ister misin? Parasına girmek istemiyorum, seninle değil. Nesine bahse girebiliriz?” “Bilmiyorum.” Babayla oğula baktım. Bir düşünce oluşacak gibiydi, beni rahatsız ediyordu. “Ben kazanırsam” dedi, “uzun bir gece geçirecek ve St. Bernard’da sekiz ayinine gideceğiz. Kasap ayinine.” “Ya ben kazanırsam?” “O zaman gitmeyeceğiz.” Güldüm. “Harika bir bahis” dedim. “Zaten gitmiyoruz, o halde ben ne kazanmış oluyorum?” “Peki öyleyse” dedi. “Sen kazanırsan ben bir toplantıya katılacağım.” “Bir toplantıya mı?” “Kahrolası bir AA toplantısına.” “Bunu yapmayı neden istiyorsun?” “Đstemiyorum” dedi.

“Đşin can alıcı noktası bu değil mi? Bahsi kaybettiğim için gideceğim.” “Ama neden seni bir toplantıya götürmek isteyeyim?” “Bilmiyorum.” “Bir gün gitmeyi istersen” dedim, “seni götürmekten memnun olurum. Ama sırf benim için gitmeni kesinlikle istemiyorum.” Baba elini oğlanın alnına koyarak saçlarını geriye sıvazladı. Bu harekette beni tam kalbimden vuran bir şey vardı. Mick bir şey söyledi ama bir an için sağır olmuştum sanki. Ona tekrarlamasını söylemek zorunda kaldım. “Öyleyse sanırım bahis yok” dedi. “Sanırım yok.” Gong çaldı. Boksörler köşelerinden kalktılar. “Böylesi daha iyi” dedi. “Galiba haklısın. Şu boktan Pedro kendini devirtecek galiba.

” Öyle de oldu. Bu, yedinci rauntta o kadar açık seçik belli değildi, çünkü Dominquez izleyicileri neşeyle bağırtan birkaç yumruk atacak kadar güçlüydü hâlâ. Ama kalabalığı ayağa kaldırmak Raşid’in ayağını kaydırmaktan daha kolaydı ve Raşid de her zamanki gibi güçlü ve güvenli görünüyordu. Rauntun sonunda rakibinin karnına kısa ve sert bir sağ attı, Mick ile ben birbirimize bakıp başımızı salladık. Kimse bağırmadı, kimse alkışlamadı ama sonuç belli olmuştu; bunu biz biliyorduk, Eldon Raşid de biliyordu. Sanırım Dominquez de biliyordu. Rauntlar arasında Mick, “Seni tebrik etmem gerek” dedi. “Ben daha görmeden gördün. Vücuda vurulan o yumruklar, onlar bankada para, değil mi? Hiç öyleye benzemiyorlardı ama birden senin adamın bacakları oynamaya başladı. Bacaklardan söz etmişken.” Levhalı kız Sekizinci Raunt’un başlayacağını gösteriyordu. “Kız da bana tanıdık geliyor” dedim. “Onunla bir toplantıda tanıştın.” “Nedense öyle olduğunu sanmıyorum.” “Hayır, onu hatırlardın, değil mi? Öyleyse bir rüya.

Rüyanda onunla beraberdin.” “Bu daha büyük bir ihtimal.” Bakışlarımı kızdan puantiye kravatlı adama kaydırdım, sonra tekrar kıza baktım. “Orta yaşlı olduğunu işte böyle durumlarda hissedersin derler” dedim. “Karşılaştığın herkes sana birini hatırlattığı zaman.” “Öyle mi derler?” “Eh, söylediklerinden biri de bu” dedim, sekizinci rauntun gongu çaldı. Đki dakika sonra Eldon Raşid, Peter Dominquez’in karaciğerine sert bir sol indirdi. Dominquez’in kollan iki yana düştü, Raşid çenesine sağ kroşe indirerek onu yere düşürdü. Sekizde ayaktaydı ama ayağa kalkması yalnızca erkekliğin şanını düşürmemek için olmalı. Raşid her taraftan yumruk yağdırdı, sonunda orta kısma üç yumruk Dominquez’i tekrar yere düşürdü. Bu kez hakem saymaya gerek bile görmedi. Boksörlerin arasına girerek Raşid’in kollarını kaldırdı. Dominquez’in rakibini nakavt etmesi için bağıranların çoğu bu kez gene ayağa kalkmışlar, Raşid’i alkışlıyordu. Chance ve Kid Bascomb’un yanında, mavi köşenin kenarında dururken sunucu kalabalığı susturarak bize zaten bildiğimiz bir şeyi söyledi: Hakemin maçı sekizinci rauntun iki dakika otuz sekizinci saniyesinde durdurduğunu ve teknik nakavtla Eldon “Buldog” Raşid’in kazandığını söyledi. Dört rauntluk iki maç daha var diye ekledi, New Maspeth Arena’daki duraklamasız boks maçlarını kaçırmak istemezdik.

Dört rauntluk iki maça çıkan boksörlerin önünde zor bir iş vardı, çünkü neredeyse boş bir salonda oynayacaklardı. Maçlar FBCS için yedek maç niteliğindeydi. Đlk tur maçlar erken biterse, asıl maçtan önce onlardan birinin dövüşmesi gerekiyordu; Raşid, Dominquez’i ikinci rauntta devirmiş olsa ya da kendisi nakavt olsa, televizyonda maçlara ayrılan zamanı doldurmak için bir ya da iki maç daha yapılacaktı. Ama artık saat neredeyse on bir olmuştu, bu yüzden geriye kalan maçların hiçbiri televizyonda gösterilmeyecekti. Ve hemen herkes ayrılmaktaydı. Şimdi Richard Thurman ringe çıkmış kameramanın eşyalarını toplamasına yardım ediyordu. Levhalı kızı hiçbir yerde göremedim. Chance’e gösterip tanıyıp tanımadığını öğrenmek için aradığım halde babayla oğulu da göremedim. Boş ver gitsin. Oğluyla ilgili bir babanın neden tanıdık geldiğini bulmam için kimse bana para ödemiyordu. Đşim Richard Thurman’la ilgili bir şeyler bulmak ve karısını öldürüp öldürmediğini keşfetmekti. 2 Kasım ayında Richard ile Amanda Thurman, Central Park West’de küçük bir partiye katıldılar. Partiden geceyarısını biraz geçe ayrıldılar. Güzel bir geceydi; hafta boyunca hava mevsim normallerinin üstündeydi, bu yüzden eve yürümeyi tercih ettiler. Sekizinci ve Dokuzuncu Cadde’lerin arasında, Batı Elli Đkinci Sokak’ta beş katlı bir apartmanın çatı katında oturuyorlardı.

Giriş katında bir Đtalyan lokantası vardı, ikinci katı ise bir seyahat acentesi ile bir ajans paylaşıyordu. Üçüncü ve dördüncü katlar konuttu. Üçüncü katta iki daire vardı; birinde emekli bir sahne sanatçısı, diğerinde genç bir borsacı ve mankenlik yapan bir erkek oturuyordu. Dördüncü katta tek bir daire vardı, orada oturan emekli bir avukat, eşiyle birlikte ayın birinde Florida’ya gitmişti ve Mayıs’ın ilk haftasına kadar dönmeyecekti. Thurmanlar on ikiyle yarım arası evlerine döndüklerinde, iki hırsız, avukatın boş dairesinden çıkarken dördüncü kattaydılar. Yirmi dokuz otuz yaşlarında, iri yarı iki beyaz erkek silahlarını çekerek Thurman’ları, az önce yağmadıkları eve soktular. Orada Richard’ın saatini ve cüzdanını, Amanda’hın mücevherlerini aldılar, onların değersiz yuppiler olduklarını, ölmeyi hak ettiklerini söylediler. Richard Thurman’a vurdular, bağladılar ve ağzına bant taktılar. Sonra karısına gözünün önünde tecavüz ettiler. Sonunda bir tanesi Richard’ın kafasına bir kol demiri ya da kaldıraç olduğuna inandığı bir şeyle vurdu, Richard bayıldı. Kendine geldiğinde hırsızlar gitmişti ve karısı odanın ortasında çıplak ve baygın olarak yatıyordu. Kendini yataktan yere yuvarladı, yere tekme atmaya çalıştı ama yerde kalın bir halt vardı ve alt kattaki kiracıların dikkatini çekecek kadar çok gürültü çıkaramadı. Bir lambayı yere yuvarladı ama lambanın çıkardığı sese kimse tepki göstermedi. Onu ayıltmayı umarak karısının yattığı yere doğru süründü ama karısı tepki göstermedi ve nefes alıyormuş gibi görünmüyordu. Cildi soğuktu, Richard onun öldüğünden korktu.

Ellerini kurtaramıyordu, ağzı da hâlâ bantlıydı. Bandı gevşetmek epey zaman aldı. Bağırmaya çalıştı ama kimse cevap , vermedi. Pencereler kapalıydı elbette ve bina, kalın duvarları ve zeminiyle eski bir binaydı. Sonunda küçük bir masayı tepetaklak edip bir telefonu yere devirmeyi başardı. Masanın üstünde avukatın, pipo tütününü bastırmak için kullandığı metal bir kaşık vardı. Thurman, dişlerinin arasına aldığı pipo kaşığıyla 911’i aradı. Santrala adını, adresini söyledi ve karısının öldüğünden ya da can çekiştiğinden korktuğunu anlattı. Sonra bayıldı; polisler onu bu halde buldular. Bu olay Kasım ayının ikinci haftasında, Cumartesi gecesiyle Pazar sabahı arasında oldu. Ocak ayının son Salı’sı öğleden sonra saat ikide Jimmy Armstrong’un Yeri’nde bir fincan kahve içiyordum. Masamın karşı tarafında yaklaşık kırk yaşlarında bir adam oturuyordu. Kısa koyu renk saçları, biraz grileşmiş düzgün bir sakalı vardı. Bej boyunlu kazağının üstüne kahverengi tüvit ceket giymişti. Teni açık renkti, bir New York kışının ortasında az görülen bir şey değildi bu.

Metal çerçeveli gözlükleriyle düşünceli görünüyordu. “Bence o orospu çocuğu kızkardeşimi öldürdü” dedi. Sözcükler öfke taşıyordu ama ses sakin ve tarafsızdı. “Onu öldürdüğünü ve bundan sıyrılacağım düşünüyorum. Paçayı kurtarmasını istemiyorum.” Armstrong, Onuncu Cadde ile Elli Yedinci Sokak’ın köşesindeydi. Birkaç yıl önce oraya taşınmıştı, daha önce Onuncu Cadde’de, Elli Yedinci ile Elli Sekizinci sokaklar arasında, şimdi bir Çin lokantasının bulunduğu yerdeydi. O günlerde neredeyse orada yaşardım. Otelim tam köşedeydi, orada en az bir öğün yemek yer, müşterilerimle orada buluşur ve akşamlarımın çoğunu arka tarafta bulunan her zamanki masamda geçirerek insanlarla konuşur ya da kendi kendime düşünür, ya sek burbon içer ya da ayık kalmama yardımcı olsun diye kahveyle karıştırıp içerdim. Đçkiyi bırakınca Armstrong kaçınmam gereken yerler, insanlar ve eşyalardan oluşan yazılmamış listemin en üstünde yer aldı. Jimmy’nin kira kontratının süresi bitince bir blok batıya, yani günlük yolumun dışına taşındı, benim için uzak durmak da daha kolay oldu. Uzun zamandır oraya gitmedim, sonra içkiyi bırakan bir arkadaşım geç saatte orada bir şeyler yemeyi önerdi ve o zamandan beri orada üç beş kez yemek yedim herhalde. Đçki içmemeye çalışırken barlara takılmanın kötü bir fikir olduğunu söylerler ama Armstrong bir bardan çok bir lokantaya benzer; özellikle de şimdiki dekorasyonu, tuğla duvarları ve tepeden sarkan eğrelti otlarıyla. Klasik müzik çalar ve hafta sonları öğleden sonra oda müziği yapan triolar olur. Tipik Cehennem Mutfağı tarzı bir yer değildi.

Lyman Warriner, Boston’dan geldiğini söyleyince otelinde buluşmayı önermiştim ama bir arkadaşının evinde kalıyordu. Benim oteldeki odam ise küçük, otelin girişi güven vermeyecek kadar salaştı. Bu nedenle bir müşteri adayıyla buluşmak için bir kez daha Jimmy’nin yerini seçmiştim. Müzik setinde barok bir parça çalarken ben kahve içtim, Warriner ise Earl Grey çayını yudumlarken Richard Thurman’ı cinayetle suçladı. Polisin ne dediğini sordum. “Dosya açık.” Kaşlarını çattı. “Üzerinde çalışılıyor anlamına gelebilir bu ama ben tam tersini anlıyorum, yani çözme umutlarını büyük oranda bir kenara bıraktıklarını.” “O kadar kesin değil” dedim. “Genellikle araştırmanın aktif bir biçimde sürdürülmediğini gösterir.” Warriner başını salladı. “Detektif Joe Durkin ile konuştum. Sanırım ikiniz arkadaşsınız.” “Arkadaş sayılırız.” Bir kaşını kaldırdı.

“Detektif Durkin, Amanda’nın ölümünden Richard’ın sorumlu olduğunu düşündüğünü söylemedi ama bunu düşündüğünü anladım, ne demek istediğimi anlıyor musunuz?” “Evet.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir