Şehrin en güzel ayı Ekim’di. Son yaz sıcakları bitmiş, ısırıcı soğuklar henüz gelmemişti. Eylül’de yağmur yağmıştı, hem de çok ama artık yağmurlar da bitmişti. Hava her zamankinden daha az kirliydi. Isı da havayı olduğundan daha temizmiş gibi hissettiriyordu. Üçüncü Cadde’de, Ellili numaralarda bir telefon kulübesinin önünde durdum. Köşede, yaşlı bir kadın güvercinlere ekmek kırıntıları veriyor, bir yandan da onlarla gulu gulu konuşuyordu. Yanılmıyorsam güvercin beslemeyi yasaklayan bir belediye tamimi var Teşkilatta çaylaklara, uygulanması gerekenlerle gözardı edilebilecekler arasındaki farkı anlatırken örnek olarak güvercinleri gösterirdik. Telefon direğinin çevresi alışıldığı üzere birden fazla kere umumi tuvalet olarak kullanılmıştı. En azından telefon çalışıyordu. Bugünlerde çoğu çalışır durumda. Beş altı yıl önce sokaktaki telefonların çoğu işlemezdi. Yani dünyamızda herşey de kötüye gitmiyor. Bazı şeyler gerçekten de daha iyi oluyor Portia Carr’ın numarasını çevirdim. Telesekreteri daima ikinci çalışta devreye giriyordu. Dolayısıyla üçüncü kere çalınca yanlış numarayı çevirdiğimi düşündüm. Aradığımda hiç bir zaman evde olmayacağını artık kabullenmiştim. O anda telefona cevap verdi. “Evet?” “Bayan Carr?” “Evet, benim.” Ses telesekreterdeki kadar kısık değildi. Mayfair aksanı da o kadar belirgin değildi. “Adım Scudder” dedim. ” Sizi görmek istiyordum. Mahallenizdeyim ve…” “Çok özür dilerim” diye sözümü kesti. “Korkarım artık ziyaretçi kabul etmiyorum. Teşekkür ederim.” “İstiyordum ki…” “Başkasını arayın.” Telefonu kapadı. Bir onluk daha buldum. Numarasını tam tekrar çevirecektim ki vazgeçip onluğu cebime attım. Şehir merkezine doğru iki blok, İkinci Cadde ve Elli Dördüncü Sokak’a doğru bir blok yürüdüm. Camekânından onun apartmanının girişini görebildiğim bir büfeye girdim, içerdeki paralı telefondan numarasını tuşladım. Telefona cevap verir vermez “Adım Scudder ve sizinle Jerry Broadfield hakkında konuşmak istiyorum” dedim. Bir duraksama oldu. Sonra “Kimsiniz?” dedi. “Söyledim. Adım Matthew Scudder.” “Bir kaç dakika önce aramıştınız.” “Doğru. Telefonu suratıma kapattınız.” “Düşündüm ki…” “Ne düşündüğünüzü biliyorum. Sizinle konuşmak istiyorum.” “Çok özür dilerim, ama kimseyle röportaj yapmıyorum.” “Basından değilim.” “O zaman siz niye ilgileniyorsunuz Bay Scudder?” “Beni gördüğünüz zaman öğreneceksiniz. Beni görmeniz gerektiğini düşünüyorum Bayan Carr.” “Ben hiç de öyle düşünmüyorum.” “Bir seçme hakkınız olduğundan emin değilim. Evinizin çok yakınındayım. Beş dakika içinde orada olabilirim.” “Hayır, lütfen.” Bir duraksama. “Henüz yataktan çıktım, Anlıyor musunuz? Bana bir saatlik bir süre tanımalısınız. Bana bir saat verebilir misiniz? “Vermek zorundaysam.” “Bir saat sonra buraya geliyorsunuz. Anlaşılan adresi biliyorsunuz?” Ona, bildiğimi söyledim. Telefonu kapadım ve bir kahveyle bir sandviç alarak oturdum, Binasını görebilmek için camekâna doğru oturuyordum. Kahvem henüz soğumaya başlamıştı ki onu ilk olarak gördüm. Telefonda konuşurken giyinik olmalıydı çünkü sokağa fırlaması yalnızca yedi dakikasını almıştı. Onu tanımak büyük bir başarı sayılmazdı. Veriler tarife tıpatıp uyuyordu; koyu kızıl alevden bir yele, boy pos. Ve hepsini dişi bir arslanın asaletiyle bütünlüyordu. Ayağa kalktım ve kapıya doğru yürüdüm. Ne yöne gideceğini anlar anlamaz onu izlemeye hazırdım. Ancak o dümdüz bana doğru yürüdü. O kapıdan içeri girerken arkamı döndüm ve kahvemi içmeye devam ettim. Dosdoğru telefona gitti. Şaşırmamalıydım aslında. Telefonlar yeterince dinlenildiği için politik ya da adi suç sayılabilecek faaliyetlerde bulunan herkes bütün telefonların dinlenildiğini varsayar ve ona göre hareket eder Önemli ya da hassas görüşmeler kişisel telefonlardan yapılmaz. Bu da evine en yakın telefondu. Ben de bu nedenden seçmiştim burayı ve o da şimdi aynı nedenden kullanıyordu onu. Telefona biraz daha yaklaştım; yalnızca bunun bir işe yaramayacağı konusunda kendimi tatmin etmek için. Tuşladığı numarayı göremiyordum ve hiçbir şey duyamıyordum. Bunu kesinleştirdikten sonra sandviçimin ve kahvemin parasını ödeyip çıktım. Karşıya geçip binasına doğru yürüdüm. Bir risk alıyordum. Telefon görüşmesini bitirip bir taksiye atlarsa onu kaybedebilirdim. Ve şimdi onu kaybetmek istemiyordum. Onu bulmak için harcadığım onca zamandan sonra. Şimdi kimi aradığını ve eğer bir yere giderse, nereye ve neden gittiğini bilmek istiyordum. Ancak bir taksiye bineceğini düşünmüyordum. Bir çanta bile taşımıyordu ve bir yere gitse bile dönüp çantası ve birkaç eşyasını tıkıştıracağı bavulunu almak isteyecekti. Kendisine bir saatlik bir süre tanıyacak biçimde ayarlamıştı beni. Dolayısıyla binasına gittim ve kapıda beyaz saçlı ufak tefek bir adam buldum. Saf mavi gözleri vardı, elmacık kemikleri de çatlak kan damarlarıyla kaplıydı. Üniformasıyla oldukça gururlanıyor gibiydi. “Carr” dedim. “Bir dakika önce çıktı. Rastlaşabilirdiniz, bir dakikadan fazla olamaz.” “Biliyorum.” Cüzdanımı çıkardım ve hızlıca açtım. Cüzdanımda görebileceği hiçbir şey yoktu, öğrenci pasosu bile, ama farketmezdi. Önemli olan tavır ve zaten bir polise benziyor olmaktı. Deri cüzdana bir anlık baktı ve yeterince etkilendi. Daha yakından bakmak istemek ona yakışmazdı. “Hangi daire?” “Umarım başımı derde sokmazsınız.” “Kitabına göre oynarsan, hayır. Hangi dairede oturuyor?” “Dört G.” “Anahtar?” “Bunu yapmamam gerekir” “Merkeze gidip bunun hakkında konuşmak ister misin?” İstemezdi. Onun istediği benim bir yerlere gidip ölmemdi ama bunu söylemedi. Anahtarını bana verdi. “Bir iki dakika içinde geri gelecek. Ona yukarıda olduğumu söylemek istemezsin.” “Bundan hoşlanmadım.” “Hoşlanmak zorunda değilsin.” “İyi bir hanımdır; bana daima iyi davranmıştır.” “Noel zamanı cömert öyle mi?” “Çok tatlı bir insandır” dedi. “Eminim, harika bir ilişkiniz var Ama ona haber verir de ben de bunu anlarsam mutlu olmam. Beni anlıyor musun?” “Bir şey söylemeyeceğim.” “Ve anahtarını da geri alacaksın. Bunun için kaygılanma.” “Bu kaygılarımın en hafifi” dedi. Asansörle dördüncü kata çıktım. G dairesi sokağa bakıyordu ve ben de penceresinin önünde durup büfenin girişine baktım. Bu açıdan, telefonun başında birisi var mıydı yok muydu göremiyordum, dolayısıyla çoktan çıkmış, köşeyi dönerek bir taksiye atlamış olabilirdi ama buna çok ihtimal vermiyordum. Bir iskemleye oturup bekledim. On dakika kadar sonra büfeden çıkarak köşede durdu, uzun ve çarpıcı bir biçimde. Ve besbelli kararsız. Uzun bir dakika öylece durdu. Kafasındaki kararsızlığı okuyabiliyordum. Hemen her yöne gidebilirdi. Ancak bir dakika sonra kararlı bir biçimde döndü ve bana doğru yürümeye başladı. Tuttuğumu farketmediğim soluğumu bıraktım ve onu beklemek üzere yerleştim. Anahtarın kilitte döndüğünü duyunca pencereden uzaklaşarak duvara yaslandım. Kapıyı açtı, içeri girdikten sonra arkasından kapadı ve sürgüledi. Kapıyı kilitleme konusunda ustaydı ancak ben çoktan içerdeydim. Pastel mavisi trençkotunu çıkardı ve ön taraftaki dolaba astı. Üstünde dizlerine kadar inen ekose bir etek ve yukarıdan aşağı düğmeli sarı bir bluz vardı. Çok uzun bacakları ve güçlü atletik bir vücudu vardı. Döndü, bakışları benim durmakta olduğum noktaya erişmemişti ki “Merhaba Portia” dedim. Çığlığı tam olarak çıkmadı. Kendi elini ağzına kapayarak bastırdı. Bedeni ayak parmaklarının üstünde dengelenmiş vaziyette bir an hareketsiz durdu. Sonra elini ağzından uzaklaştırıp topuklarına bastı. Derin bir nefes aldı. Teni zaten uçuk bir renkti ama şimdi tamamen renkten yoksundu. Elini kalbinin üstüne koydu. Bu hareket gayri samimi, âdeta teatraldi. Bunu farketmiş gibi elini indirdi ve birkaç defa derin derin nefes alıp verdi. “Adınız…” “Scudder.” “Daha önce aradınız.” “Evet.” “Bana bir saatlik bir süre söz vermiştiniz.” “Saatim son zamanlarda hızlı çalışıyor” “Ya.” Bir derin nefes daha aldı ve yavaşça bıraktı. Gözlerini kapadı. Yaslandığım duvardan uzaklaşarak odanın ortasına, onun birkaç adım önüne geldim. Kolaylıkla bayılacak bir insana benzemiyordu, öyle olsaydı çoktan bayılmıştı. Ama hâlâ çok solgundu ve bir ihtimal düşeceği varsa yakalayabilecek bir mesafede olmak istedim. Ancak yüzüne yavaş yavaş renk gelmeye başladı ve gözlerini açtı. “Bir içkiye ihtiyacım var” dedi. “Siz de alır mıydınız?” “Hayır, teşekkürler” “Öyleyse yalnız içerim.” Mutfağa gitti. Ben de gözden kaçırmayacak biçimde yakından takip ettim. Bir bardağa eşit miktarda skoç viski ve buzdolabından aldığı sodadan koydu. “Buz istemez” dedi. “Buz küplerinin dişlerime çarpıp durmasından hoşlanmıyorum. Ama içkimi soğuk severim. Burada odaları çok ısıtıyorlar, oda ısısı içkiler bana göre değil. Bana katılmak istemediğinize emin misiniz?” “Şu an değil.” “Şerefe, o halde.” Bir dikişte içkisini bitirdi. Boynundaki kasların oynamasını izledim. Uzun nefis bir boyun. Mükemmel İngiliz cildine sahipti. Ben bir seksen gibiyimdir, o en azından benim kadar ve biraz daha uzundu. Onu bir doksanlık Jerry Broadfield’le birlikte düşündüm. Etkileyici bir çift olmalıydılar. Bir nefes daha aldı, titredi ve boş bardağı evyenin içine bıraktı. Kendini iyi hissedip hissetmediğini sordum. “Oh, şerbet gibi” dedi. Gözleri griye dönük pastel maviydi. Dudakları dolgun ama kansızdı. Kenara çekildim, o da oturma odasına yürüdü. Yanımdan geçerken kalçaları hafifçe bana sürttü. Yeterince hafifçe. Bundan daha fazlası olması gerekmezdi, onunla hayır Koyu mavi bir divana oturdu ve Pleksiglas bir masanın üstündeki tahta bir kutudan küçük bir puro aldı. Kibritle yaktı. Sonra da kutuyu işaret ederek alabileceğimi belirtti. Sigara içmediğimi söyledim. “Bunları tercih ediyorum çünkü bunlar içe çekilmez. Dolayısıyla ben çekiyorum ve tabii sigaradan daha kuvvetliler Buraya nasıl girdiniz?” Anahtarı gösterdim. “Timmie mi verdi?” “Vermek istemedi. Ona fazla seçim hakkı vermedim. Ona daima iyi davrandığınızı söyledi.” “Yeterince bahşiş veriyorum o aptal şeye. Ödümü patlattınız. Ne istediğinizi, neden burada olduğunuzu bilmiyorum. Ya da kim olduğunuzu. Adınızı şimdiden unutmuş gibiyim.” Adımı bir kez daha söyledim. “Matthew” dedi. “Neden burada olduğunu bilmiyorum, Matthew.” “Büfeden kime telefon ettin?” “Orada mıydın? Seni farketmedim.” “Kimi aradın?” Purosundan bir nefes alarak biraz zaman kazandı. Gözleri düşüncelendi. “Sana söyleyeceğimi zannetmiyorum” dedi en sonunda. “Jerry Broadfield’i neden dava ediyorsun?” “Gasp için” “Neden, Bayan Carr?” “Bana daha önce Portia demiştin. Ya da yalnızca şoke etmek için miydi? Psikolojik bir avantaj kazanmak için ilk isim kullanılır derler” Pürosunu bana çevirerek “Sen. Sen polis değilsin değil mi?” dedi. “Hayır.” “Ama sende birşeyler var.” “Bir zamanlar polistim.” “Ah.” Başını salladı, tatmin olmuş bir şekilde. “Ve Jerry’yi polisken tanıyordun” “O zamanlar tanımazdım.” “Ama şimdi tanıyorsun.” “Doğru.” “Ve onun arkadaşısın? Hayır, bu mümkün değil. Jerry’nin arkadaşları yoktur, değil mi?” “Yok mudur?” “Tektük. Onu iyi tanısaydın bunu bilirdin.” “Onu iyi tanımıyorum.” “Merak ediyorum onu iyi tanıyan biri var mı?” Purosundan bir nefes daha çekti, Carr bir kültablasına dikkatlice külünü silkeledi. “Jerry Broadfıeld’in tanıdıkları vardır. Sayısız tanıdıkları. Ama dünyada tek bir arkadaşı olduğuna şüpheliyim.” “Sen kesin onun arkadaşı değilsin.” “Ben de zaten böyle bir şey demedim.” “Onu neden gaspla suçluyorsun?” “Çünkü suç gerçek de ondan.” Hafifçe gülümsedi. “Ona para vermem için ısrar etti. Haftada yüz dolar, yoksa başıma bela açacaktı. Fahişeler incitilebilir yaratıklardır bilirsin.” Elleriyle vücudunu gösterdi. “Erkeklerin bunu yatağa atmak için vermeye hazır oldukları o muazzam paraları düşünecek olursan haftada yüz dolar pek de fazla sayılmaz. Dolayısıyla ben de verdim. İstediği parayı ve istediği zaman vücudumu.” “Ne kadar bir zaman için?” “Ortalama bir saatliğine. Neden?” “Ne kadar zamandır ona para ödüyordun?” “Ah, bilmiyorum. Bir yıldır galiba.” “Ve bu ülkede ne kadar zamandır bulunuyorsun?” “Üç yılı biraz geçti.” “Ve geri dönmek istemiyorsun, değil mi?” Ayağa kalktım ve divana yürüdüm. “Kancayı bu yolla takıyorlar herhalde” dedim. “Oyunu kurallara göre oyna yoksa istenmeyen yabancı olarak sınırdışı edilirsin, Sana böyle mi dediler?” “Ne laf istenmeyen yabancı.” “Böyle mi…” “Çoğu kimse beni fazlasıyla istenen bir yabancı olarak düşünür” Soğuk gözleri bana meydan okuyordu. “Bu konuda bir fikrin yoktur herhalde?” Beni etkiliyordu ve bu da fena halde rahatsız ediyordu beni. Ondan çok hoşlanmamıştım, beni neden etkiliyordu böyle? Elaine Mardell’in, Portia Carr’ın müşterilerinin mazoşistlerden oluştuğuyla ilgili bir şeyler söylediğini hatırladım. Mazoşistleri hiçbir zaman anlamamışımdır ama bu kadının yanında geçirdiğim birkaç dakika, bir mazoşistin onu nasıl fantezilerinin kusursuz kahramanı olarak görebileceğini anlamama yetiyordu. Ve bambaşka bir biçimde benim fantezilerime de girebilirdi. Bir müddet konunun çevresinde dolandık. Broadfield’in gerçekten ondan zorla para aldığını ısrarla tekrarlıyordu. Ben de adama dava açması için onu kimin desteklediğini öğrenmek istiyordum. Hiçbir yere varamıyorduk, yani ben hiçbir yere varamıyordum, onun zaten varacak bir yeri yoktu. “Bak, eninde sonunda bütün bunların önemi yok” dedim. ‘Senden para almasının ya da senin dava açmış olmanın hiç önemi yok.” “O zaman neden buradasın, meleğim. Yalnızca aşk için mi?” “Önemli olan suçlamanı geri çekmek için ne istediğin.” “Bu acele niye? Jerry daha tutuklanmadı bile, değil mi?” “Bu işi mahkeme salonuna kadar götürmeyeceksin” diye devam ettim. “Elinde kanıt olsaydı şimdiye kadar ortaya çıkarırdın. Dolayısıyla bu yalnızca bir iftira ama onun için kötü bir iftira, dolayısıyla silmek istiyor. Suçlamanı geri çekmek için ne istiyorsun?” “Jerry bunu bilir.” “Ah!” “Bütün yapması gereken şimdiye kadar yapmakta olduğu şeyi yapmaktan vazgeçmek.” “Prejanyan’ı demek istiyorsun.” “Öyle mi demek istiyorum?” Purosunu bitirmişti. Tahta kutudan bir tane daha aldı ama yakmadı, yalnızca oynadı. “Belki hiçbir şey demek istemiyorum. Ama şu sicile bir bakalım. Bu sevdiğim bir Amerikanizm, Haydi, sicile bakalım. Bütün bu yıllar Jerry bir polis olarak hiç de fena bir hayat yaşamıyordu. Forest Hills’de şirin bir evi, şirin karısı ve şirin çocukları var. Karısı ve çocuklarıyla tanıştın mı?” “Hayır.” “Ben de tanışmadım ama resimlerini gördüm. Amerikan erkekleri olağanüstü. Önce karı ve çocuklarının resimlerini gösterirler sonra yatmak isterler. Evli misin?” “Artık değil.” “Evliyken zamparalık yapar miydin?” “Arada sırada.” “Ama resimler göstermezdin değil mi?” Başımı hayır anlamında salladım. “Ben de öyle düşünmüştüm.” Puroyu kutuya koydu, gerindi ve esnedi. “Her neyse, bütün bunlara sahip ve o gidiyor, şu,Özel Savcı’ya polis Teşkilatı’ndaki yozlaşma ve rüşvetlerle ilgili hikâyeler anlatıyor, gazetelere demeçler veriyor. Teşkilat’tan geçici izin alıyor. Sonra da, birdenbire zavallı bir fahişeden haftada yüz dolar para sızdırdığı için başı belaya giriyor ve suçlanıyor. Bir şeyler düşündürmüyor mu bu durum?” “Bunu mu yapması lazım? Prejanyan’ı bıraksın, sen de suçlamanı geri çekeceksin?” “Bunu ben söylemedim değil mi? Zaten senin böyle didiklemene gerek olmadan onun bileceği bir şey. Yani apaçık ortada değil mi?” Bu tarzda biraz daha konuştuk ve hiçbir şey elde edemedim. Ne elde etmeyi umduğumu ya da en başta Broadfield’den beş yüz doları neden aldığımı bilmiyordum. Birisi Portia Carr’ı, dairesine girmemdeki bütün ustalığıma rağmen benim yapamayacağım kadar ürkütmüştü. Bu arada amaçsız konuşup duruyorduk. Amaçsız konuştuğumuzu ikimiz de farkındaydık. “Bu aptalca” dedi bir ara. “Bir içki daha içeceğim. Bana katılır mısın?” Fena halde bir içki istiyordum. “Katılmayayım” dedim. Mutfağa giderken bana sürtündü. Tanıyamadığım bir parfüm kokusu aldım. Bir kere daha koklarsam tanıyabileceğime karar verdim. Elinde bir içkiyle döndü ve tekrar koltuğa oturdu. “Aptalca” dedi yine. “Neden yanıma oturmuyorsun, başka bir şeylerden konuşurduk. Ya da hiçbir şeyden.” “Başın dertte olabilir; Portia” dedim. Yüzünde endişeli bir ifade belirdi. “Böyle konuşmamalısın.” “Kendini herşeyin tam ortasına koyuyorsun. Büyük ve güçlü bir kızsın ama sonunda sandığın kadar güçlü olmadığın ortaya çıkabilir.” “Beni tehdit mi ediyorsun? Hayır, bu bir tehdit değil, değil mi?” Başımı olumsuzca salladım. “Benden yana endişe etmene gerek yok. Ama benim dışımda endişe edecek yeterince meselen var.” Gözlerini indirdi. “Güçlü olmaktan o kadar yoruldum ki” dedi. “Güçlü olabilirim, biliyorsun.” “Eminim güçlüsün.” “Ama çok yorucu.” “Belki sana yardım edebilirim.” “Hiç kimsenin bana yardım edebileceğini sanmıyorum.” “Öyle mi?” Kısa bir süre yüzümü inceledi sonra gözlerini indirdi. Ayağa kalktı ve pencereye yürüdü. Onun arkasından yürüyebilirdim. Duruşunda bunu beklediğini ima eden bir şeyler yardı. Ama olduğum yerde kaldım. “Bir şeyler var değil mi?” dedi. “Evet.” “Ama şu anda olmuyor. Zamanlama tamamen yanlış.” Pencereden dışarı bakıyordu. “Şu an ikimizin de birbirimize bir yararı olmaz.” Bir şey söylemedim. “Şimdi gitsen iyi olacak.” “Peki.” “Dışarısı ne kadar güzel. Güneş, temiz hava.” Bana döndü. “Yılın bu zamanlarını sever misin?” “Evet, çok severim.” “Sanırım benim en sevdiğim zaman. Ekim, Kasım, yılın en iyi zamanı. Aynı zamanda en hüzünlüsü de, sen ne dersin?” “Hüzünlü mü? Neden?” “Ah, evet, çok hüzünlü” dedi. “Çünkü kış geliyor” 2 Dışarı çıkarken anahtarı kapıcıya bıraktım. Çıkıp gittiğimi görmesine rağmen öncekinden daha mutlu görünmüyordu. İkinci Cadde’nin üstündeki Johnny Joyce’a gittim ve bir bölmede oturdum. Öğle yemeğine gelmiş kalabalığın çoğu boşalmıştı. Geri kalanlar sınırı bir iki martini aşmışlardı ve büyük bir ihtimalle bürolarına dönemeyeceklerdi. Bir hamburgerle bir şişe Harp içtim, sonra kahvemle birlikte bir iki duble burbon içtim. Broadfield’in numarasını denedim. Bir süre çaldı, açan olmadı. Bölmeme döndüm, bir burbon daha aldım ve birtakım şeyler düşündüm. Yanıtlayamadığım sorular vardı. O kadar çok içki içmek istediğim halde neden Portia Carr’ın ikramını reddetmiştim? Ve neden (bu, aynı sorunun başka bir versiyonu değilse eğer) Portia Carr’ın kendisini reddetmiştim? Batı Kırk Dokuzuncu Sokak’ta, sanatçıların St. Malachy’s şapelinde biraz daha düşündüm. Şapel, sokak seviyesinin altında, kocaman, sade bir odaydı. Broadway tiyatro bölgesinin tam kalbinde zor bulunan sessizlik ve huzur sağlıyordu. Koridor kenarında bir yere oturdum ve kafamı düşüncelere bıraktım. Çok eskiden tanıdığım bir aktrist, çalışmadığı zamanlar hergün St Malachy’s şapeline geldiğini söylemişti. ‘Katolik olmamam önemli mi bilmiyorum, Matt. Zannetmiyorum. Kısa duamı okuyorum, küçük mumumu yakıyorum ve iş çıkması için dua ediyorum. Bunun yardıma olup olmadığını bilmiyorum, tanrıya iyi bir rol için dua etmek sence yanlış mı, Matt?’ Orada bir saate yakın oturmuş olmalıyım. Kafamdan çeşitli düşünceler geçti. Dışarı çıkarken yardım kutusuna bir kaç kuruş koydum, bir kaç mum yaktım. Dua etmedim. Gece, uzunca bir süre otelimin karşısındaki Polly’nin Kafesi’ndeydim. Chuck barın arkasındaydı ve öyle cömert bir havadaydı ki ikide bir herkese müesseseden içki ısmarlıyordu. Öğleden sonra geç bir saatte müşterime ulaşmış ve Carr’la yaptığım görüşmenin bir özetini vermiştim. Bundan sonra ne yapacağımı sordu, ona, bunu biraz düşünmem gerektiğini ve onun bilmesi gereken bir şey olduğunda onu arayacağımı söyledim. Bu gece bu kategoride bir şey çıkmadığı için onu aramam gerekmedi. Otelde bir telefon mesajı vardı: Anita aramış ve onu aramamı istemişti ancak eski bir eşi aramak için uygun bir gece değildi. Polly’de kaldım ve kadehimi, Chuck doldurdukça boşalttım. On bir buçuk gibi bir kaç genç geldi ve jukebox’ta sürekli country parçaları çalmaya başladılar Genellikle her şeyi olduğu gibi bu tür müziği de hazmedebilirdim ama bir nedenden dolayı bu gece dayanamayacağımı düşündüm. Hesabı ödedim ve köşeyi dönüp, Don’un radyoyu WNCN istasyonuna ayarladığı Armstrong’un Yeri’ne gittim. Mozart çalıyordu ve öyle tenhaydı ki müziği gerçekten duyabiliyordunuz. “İstasyonu sattılar” dedi Don. “Yeni sahipleri pop-rock formatına geçiyorlar Sanki bu şehrin bir rock istasyonuna daha ihtiyacı var.” “Herşey kötüleşiyor” “Bu tartışılmaz. Klasik müziğe devam etmeleri için direten bir protesto hareketi var Bunun bir işe yarayacağını düşünmüyorum. Sence?” Başımı salladım. “Hiçbir şey işe yaramıyor” “Eh, bu gece pek keyiflisin doğrusu. Odana tıkılacağına buraya tatlılık ve neşe saçtığın için çok mutluyum.” Kahveme burbon kattım ve şöyle bir salladım. Gerçekten keyifsizdim ve nedenini bilemiyordum. Nedenini bildiğinizde zaten yeterince kötüdür Sizi sıkıştıran şeytanlar bir de görünmez iseler birlikte yaşamak bir o kadar güçtür. Tuhaf bir rüyaydı. Çok sık rüya görmem. Alkolün bir etkisi de sizi çok derin uyutmaktın rüyaların görüldüğü katın çok altlarında. Gündüz Düşleri’nin, ruhumuzun, rüya görme şansına sahip olmak için ısrarı olarak açıklandığını duymuştum. Uyurken göremediğimiz rüyaları uyanıkken görüyoruz.
Lawrence Block – Olumun Ortasinda
PDF Kitap İndir |