Lawrence Block – Tetikci

Keller, iç cebinden çıkardığı pul maşası yardımıyla glasin zarf içindeki pulu dikkatlice dışarı çıkardı. Norveç’te üretilen ve ünlü Posthorn serisine ait olan bu pıılıın değeri l dolardan bile azdı; ancak zor bulunan bir parçaydı. Aslında Keller’ın koleksiyonun daki eksik parçalardan biriydi. Pula yakından baktı ve albüme yap ıştırıldığı yerde bir incelme olup olmadığını görmek için ışığa tııttıı. Pulu tekrar zarfa koydu ve satın almak üzere bir kenara ayırdı. Pul satıcısı, uzun boylu ve son derece zayıf bir centilmendi. Yü zünün bir taraf ı f elçli olduğundan, ilk bakışta donmuş izlenimi uyandırıyordu. Yüzünün kullanabildiği diğer kısmıyla Keller’a gülümseyerek “Görmek istediğim tek şey, yanında kendi pul maşasını taşıyan bir müşteriydi. Sizi gördüğüm anda dükkanımda çok ciddi bir koleksiyoncuyu a ğırladığımı anladım,” dedi. Pul maşaların ı zaman zaman yanında taşı yan Keller, bu ha – reketin ciddi bir koleksiyoncu olmaktan ziyade hafızayla alakalı olduğunu düşündü. Keller, seyahate çıkarken 100 sayfalık kalın Scott katalogunu mutlaka yanma alırdı. Bu katalogda, dünyada kullanılan ilk puldan (Penny Black, İngiltere – 1840) VI. George dönemi (1952) İngiliz Kraliyet pullarına kadar sayısız pul baskı – larına yer verilmekteydi. Keller bu katalogu sadece bir bilgi kay nağı olarak değil aynı zamanda koleksiyonuna eklediği her yeni pulun numarasını kırmızı daire içine aldığı bir kontrol listesi ola rak taşırdı. Katalog her zaman yanındaydı.


Çünkü o olmadan pul almas ına imkan yoktu. Pul maşaları faydalıydı; ancak vazgeçil mez değillerdi. Gerektiğinde pul satıcılarından ödünç alınabilir di. Seyahate çıkmadan önce eşyalarını hazırlarken pul maşalarım unutmak işten bile değildi. Üstelik herhangi bir maşayı rasgele cebine tıkıştırmak ya da çantanın içine atmak da uygun olmazdı. Özellikle uçakla seyahat edecekse, havaalaııındaki güvenlik gö – revlisi maşaya el koyabilirdi. Yanında pul maşasıyla dolaşan bir terörist. Terörist neden böyle b ir silah taşısın ki? Uçuş görevlisini rehin alıp, kaşlarını yolmakla mı tehdit edecekti? Bu kez maşanın yanında olması oldukça ilginçti. Çünkü ne – redeyse katalo ğu bile yanma almayacaktı. Bö ylesi özel bir müş teri için daha önce de çalışmış ve iş için gitti ği Albuquerque’de valizlerini açacak vakit dahi bulamamıştı. Dikkatli davranarak kendisine üç farklı motelde oda tutmuş, belirli aralıklarla üçüne de giriş yaptırmıştı. Aynı gün içinde işini tamamlayıp, aceleyle New York’a döndüğü için hiçbirinde kalamadı. Eğer bu iş de hızlı ve pürüzsüz bir şekilde biterse, pul almaya zaman bulamaya bilirdi. Üstelik Des Moines’ de pul satıcısı olup olmadığını dahi bilmiyordu. Keller’ın haftada 1 ya da 2 dolara pul satın alabildiği gençlik yıllarında, Des Moines’ de de çok s ayıda pul satıcısı olabilirdi.

Çünkü o dönemlerde pul satıcılarını hemen her yerde görmek mümkündü. Pul koleksiyonculuğu varlığını sürdürmeye devam etse de pul satıcıları bir bir ortadan kalkmaya başladı. Bu mes leği koruma altına alma çabaları da büyük or anda başarısızlıkla sonuçlandı. Pul satışları internet üzerinden ya da posta yoluyla yapılmaya başlandı. Dükkanlarda satış yapmaya devam edenler ise potansiyel müşterilerden çok potansiyel pul satıcılarını he def almaya başladı. Pullar hakkında hiçbir bilgisi olmayan ya da pullarla ilgilenmeyen insanlar her gün bu dükkanların önünden gelip geçer; ancak bir yakınları vefat ettiğinde ondan kalan pul koleksiyonunu satmak için bu dükkanlara uğrardı. James McCue adındaki bu satıcının dükkanı ise Urbandale şehri, Douglas Bulvarı’ndaki evinin ön tarafa bakan bir odasıydı. Urbandale şehri Keller’ a oldukça garip gelmişti. Çünkü burası ne tam bir şehir ne de tam bir kırsal yerleşim yeriydi. Ancak ya – şanabilecek kadar şirin bir yerdi. Cumbalı ve verandalı bir yapı olan McCue’nun evi yetmiş yıllık eski bir binaydı. -McCue, bilgisayar başında oturuyordu. Keller, adamın işlerinin büyük bir bölümünü buradan yü rüttüğünü d üşündü. Sesi son derece az ge len radyodan asansör müziğini andıran bir melodi duyuluyordu. Dükkanın huzur veren bir havası vardı ve etraftaki dağınıklık insana rahatlık veriyordu.

Keller diğer Norveç pullarına da baktı ve içlerinden birkaç tane daha seçti. “İsveç pullarına ne dersiniz? Elimde birkaç güzel parça var,” diye önerdi McCue. “Elimde yeterince İsveç pulu var. Şu anda ihtiyacım olanlara da param yetmez,” dedi Keller. “An lıyorum. Peki 1 ve 5 numara arası parçalara ne dersi niz? ” “Diğer üç turuncu parça gibi onlar da bende yok.” la ile nu – maralandırılan pulun rengi oldukça ilginçti. Mavi-yeşil değil turuncuydu. Büyük ihtimalle eşsiz bir parçaydı. Bu örnek birkaç yıl önce 3 milyon dolar karşılığı nda el değiştirmişti. Belki de 3 milyon euro karşılığındaydı; Keller tam olarak hatırlayamadı. McCue “Bunlar sizde yok mu? Şu anda 1 ve 5 numara arası parçalar elimde mevcut ve fiyatları da oldukça makul,” dedi. Kel ler konuyla ilgilendiğini gösterircesine kaşlarını kaldırdığında, ekledi: “Orijinal yeni baskı pullar. Yeni basım, temiz işçilik ve çok ince bir zımba baskısı. Katalogda parça başı fiyatı 375 dolar olarak belirtilmiş.

Bakmak ister misiniz? ” Cevabı beklemeden bir dosya çıkardı ve dosyadan aldığı nu – mara ile bir stok kartı getirdi. Pulların beşi de şeffaf plastikten koruyucu bir kabın ardında duruyordu. “Rahatınıza bakın. Dikkatlice inceleyin. Çok güzeller, değil mı?” “Çok güzel.” ‘■Katalogunuzdaki boş yerleri bunlarla doldurabilirsiniz ve inanın ki pişman olmazsınız.” Keller’ a göre satıcının bu pulların orijinalini bulması olduk ça düşük bir ihtimaldi. Ancak bulsa dahi, bu yeni baskı pullar Keller’ın kataloğunda olmayı hak edecek kadar güzellerdi. Fiyat ları nı sordu. “Bütün set için 750 dolar istiyordum ama size 600 dolara bı – rakırı m. Bö ylece beni kargo sıkıntısından kurtarmış olu rsunuz.” “Eğer 500 dolara bıraksayd ın, hiç düşünmeden alırdım,” dedi Keller. “İstediğiniz kadar düşünebilirsiniz. 600 doların altına düş mem imkansız. Eğer size kolaylık sağlayacaksa, ödemeyi kredi kartıyla yapabilirsiniz,” dedi McCue.

Kredi kartı elbette kolaylık sağlardı; ancak Keller bu yö ntemi kullanmak istediğinden emin değildi. Kendi adına düzenlen miş bir American Express kartı vardı. Fakat bütün bu yolculuk boyunca kendi adını hiç kullanmamıştı ve bir süre daha kıtllan – masa iyi olurdu. Keller’ın elinde bir de Visa kart vardı. Bu kartla Hertz’ den bir Nissan Sentra kiralamış ve Days Inn oteline de ödeme yapmıştı. Kart, Holden Blankenship adına düzenlenmişti. Connecticut sürücü belgesinin üzerinde de bu isim yer alıyordu. İsmin başına J. Harfi eklenmişti ki bu ilave Keller’ ı dünya üzerin – deki diğer tüm Holden Blankenship’lerden ayırı yordu. Kredi kartlan ve sürücü belgeleri konusunda uzman olan Dot’ a göre bu sürücü belgesiyle güvenlik kontrolünü rahatlıkla aşabilir; kredi kartı ile de birkaç haftayı sorunsuz geçirebilir di. Kimse ödeme yapmayacağı için, kredi kartı ile yapılan tüm harcamalar er ya da geç karşılıksız çıkacaktı. Konu Hertz, Days Inn ya da American Airlines oldu ğunda Keller hiçbir rahatsızlık duymuyordu. Ancak bu dünyada yapmak isteyece ği en son şey, bir pul satıcısını dolandırmaktı. Aslında dolandırmış olmazdı. Çünkü kredi kartı şirketi, satıcının zararım karşılardı.

Yine de bu fikir hiç hoşuna gitmedi. Hobisi hayatında temiz kalan tek sayfaydı ve her şe yden üstündü. Eğer pulları alıp sahte bir kredi kartı ile ödeme yaparsa, pulları çalmış olacaktı. Bu noktada James McCue’ yıı mu yoksa Visa’ yı mı dolandırdığının hiçbir önemi yoktu. Pul katalogunun İsveç sayfasında çalıntı yeni baskı ya da orijinallere de ğil de paras ını ödediği pullara yer verme düşün cesi çok daha güzeldi. Eğer ödeme konusunda dürüst olamı yorsa, onları almamayı tercih ederdi. Dot, Keller’ ın bu durumuna zeki ve yerinde bir cevap vere – bilirdi ya da en azından gözlerini devirirdi. Oysa Kelle r koleksiyoncuların onu anlayacağından emindi. Peki yeterince nakit parası var mı ydı? Herkesin içinde kontrol etmek istemediği için tuvaleti kul – lanmak istedi. Kahvaltıdan sonra içtiği onca kahvenin ardından hiç de kötü bir fikir değildi. Cüzdanındaki parayı hesapladı. Toplam 800 doları vard ı. Eğer pulları alırsa, elinde sadece 200 dolar kalacaktı. Pulları gerçekten istiyordu. İş te pul koleksiyonculuğunun zor taraf ı da budur.

İsteklerin sonu gelmez. Eğer ilginç taşlar, eski gramofonlar ya da herhangi bir sanat eseri koleksiyonu yapıyor olsaydı; onları koyacak yer kalmadığı için almaktan vazgeçebilirdi. Tek odalı dairesi, zorlu New York koşullarına kıyasla oldukça genişti. Ancak bir tablo koleksiyoncusu olarak, birkaç tablodan sonra duvarında yer kal – mayacağı için bu hevese bir son verecekti. Oysa bütün pulları on albümde toplamıştı ve albümlerin tamamı kitaplığın bir raf ı kadar yer kaplıyordu. Oysa hayatının geri kalanında milyonlarca dolar harcayarak pul satın alabilir; yine de kitaplığın tüm raflarını dolduramazdı. Des Moines’de yapacağı iş karşılığında alacağı para ile pe kala 600 doları karşılayabilirdi. Ayrıca McCue’nun fiyatları da son derece uygundu. Bütün bir seti neredeyse üçte biri fiyatına bırakıyordu. Sırf bu yüzden bile katalogunu tamamlayacak bu parçaları seve seve alabilirdi. Elindeki nakit paranın bitmesi bu kadar önemli miydi? En fazla üç gün içinde Des Moines’den ayrılacaktı. Gazete ve kahve dışında nakit ödeme yaparak alması gereken ne vardı? Havaalanından eve gitmek için taksi tutsa, 50 dolar ödemesi gerekecekti. Hepsi bu. Cüzdanından 600 dolar çıkard ı ve iç cebine koyarak son bir kez pullara bakmak üzere içeri döndü. Artık hiç kuşkusu yoktu; bu bebekler Keller’la birlikte eve gidiyordu.

“Diyelim ki nakit ödeyeceğim. İndirim yapar mısın?” diye sordu. “Bu günlerde nakit ödeyenlerin sayısı iyice azaldı,” diyen McCue’ nun yüzünün bir tarafı gülümserken, diğer tarafı dondu – rulmuş gibi ifadesiz bakmaktaydı. “Eğer valiye söylemezseniz, sizd en satış vergisi almayız. Ne dersiniz?” “Dudaklarım mühü rlüdü r. ” “Seçtiğiniz Norveç pullarını da hesaba dahil ediyorum. Hep si toplasanız 10 dolar eder.” “Aslında 6 ya da 7 dolar eder.” “Bu para ile bir hamburger yersiniz. Tabii yanında patates kızartması istemezseniz. Norveç pullarından para almadığımı varsayarak, toplam hesabınız 600 dolar diyelim. Anlaştık mı?” Keller ödemeyi yaptı. McCue parayı sayarken; Keller da pul ların tam olup olmadığına bakıyordu. Pullar ı ve maşayı iç cebine yerleştirip, katalogunu toplamaya çalışırken McCue’nun sesi du – yuldu. “Lanet olsun! Kimse yerinden kıpırdamasın!” Yoksa paralar sahte miydi? Keller bir yandan öylece durup beklemekte, bir yandan da sorunun ne olduğunu çözmeye çalış – maktaydı.

McCue radyoya doğru ilerdi ve radyonun sesini açtı. Müzik yayını kesilmişti. Sesinden son derece şaşkın olduğu an – laşılan spiker bir son dakika haberini sunuyordu. “Lanet olsun!” dedi McCue tekrar. “İşte şimdi her şey mahvoldu!” Dot, telefonun başında olmalıydı. Çünkii daha ilk çalışında telefonu açıp, “O sen değildin, değil mi? ” diye sordu. “Tabii ki ben değildim. ” “Ben öyle düşünmemiştim. CNN’de gösterilen fotoğraf, bize gönderdiklerine hiç benzemiyor,” Keller cep telefonunda konuşuyor olmaktan son derece te – dirgindi. Teknoloji gelişiyor; konuşmalar bir kayda alınıp, tüm bilgiler anında yetkililerin eline ulaşıyordu. Eğer cep telefonu ile görüşülüyorsa, arama yaptığın yer kısa sürede tespit edilebilirdi. Fare kapanları gittikçe daha profesyonel olmaya başlamıştı ve bu nedenle farelerin çok daha uyanık olması gerekiyordu. Keller son d önemlerde kabul ettiği her iş için batı yakasındaki 23. Cadde’de bulunan bir mağazadan nakit ödeme yaparak iki cep telefonu satın alıyor ve her defasında farklı bir isim ve adres kullanıyordu. Telefonlardan birini Dot’ a veriyor, diğeri de kendisine kalıyordu.

Bu telefonlardan sadece birbirlerini arıyorlardı. Birkaç gün önce Dot’ı aramış ve Des Moines’e ulaştığını bildirmişti. Aynı günün sabahı erken saatlerde tekrar arayarak ondan en azından bir gün daha beklemesini istediklerini söylemişti. Oysa Keller adamı vu rup çoktan eve dönmüş olacaktı. Şimdi aramasın ın sebebi ise birilerinin Ohio valisini öldürmüş olmasıydı. Ohio Eyalet Üniversitesi’nin Archie Griffin’den sonra gördüğü en iyi savunma oyuncusu olan John Tatum Long – ford, Bengals takımı ile yapılan maçta dizini sakatladıktan son ra hukuk fakültesine kaydoldu ve Colıımbus şehrinde bu lunan Parlamento Binası’nda ilk siyahi vali olarak göreve başladı. Ancak vali Longford vurulduğunda Columbus’ ta ve hatta Ohio sınırları içinde bile değildi. Vali, başkanlığa yakın bir isimdi ve önemli eyaletlerden biri olan Iovva’ya gittiğinde Aınes şehrin e geçmeden önce Iowa Eyalet Üniversitesi’ nde öğrencilere ve fakülte üyelerine bir konuşma yaptı. Vali konuşmanın ardından ekibiyle birlikte Des Moines şehrine gitti ve geceyi lowa valisinin misafiri olarak’ Terrace Hill otelinde geçirdi. Ertesi gün sabah saat 10:30’da bir lisenin konferans salonunda boy gösterdi ve öğle saatlerinde Rotary kulübünde bir yemek davetine katıldı. Daha sonra da vurulma olayı yaşandı ve hastaneye kaldırıldı. Ancak hastaneden yapılan açıklamaya göre, henüz yoldayken hayatını k aybetmişti. “Benim ilgilenmem gereken adam beyazdı,” diyen Keller Dot’ a açıklama yapmaya devam ediyordu. “Tıpkı fotoğrafta gö rüldüğü gibi kısa boylu ve şişmand ı,” “Fotoğraf vesikalık değil miydi? Kısa boylu ya da şişman olduğunu nereden bilebilirsin ki? ” “Adamın gerdanı kat kat olmuştu.” “Adamın beyaz olduğuna eminsin, öyle mi? ” “Adım gibi eminim.

Yüzü tıpkı bir bulut gibi bembeyazdı.” “Öyle mi dersin? Neyse, boşver. Şimdi ne yapacaksın? ” “Bilmiyorum. Adamı daha dün sabah gördüm ve üstüne çul lanacak kadar yakındım. ” “Neden bö yle bir şey yapmak isteyesin ki? ” “Demek istediğim, bu işi çoktan halledip eve dönmüş ola – bilirdim. Neredeyse halledecektim, Dot. Silahla ya da ellerimle. Beklemem gerektiği söylendi. Ama düşündüm de beklenecek ne vardı ki? Adamları kızdırmış olurdum ama en azından buradan uzaklaşmış olacaktım. Şimdi kimliği henüz tanımlanamayan bir katil avının tam ortasındayım. Tabii son birkaç dakikada haber lerde adamın kimliği ile ilgili herhangi bir b ilgi verilmediyse.” “Ben izlemedeyim. Henüz bir bilgi yok. Belki de hemen eve dönmelisin.” “Bunu da düşündüm ama havaalanmdaki güvenlik ne du – rumdadır bir düşünsene.

” “Hayır, sakın deneme bile. Araba kiralamıştın değil mi? Ara – bayla Chicago’ ya kadar gelip, oradan uçağa binebilirsin belki.” “Belki.” “Buraya kadar arabayla da gelebilirsin. Hangisi senin için daha uygun olacaksa, kararım ona gö re verirsin.” “Sence yollarda çevirme yaparlar mı? ” “Bunu hiç düşünmemiştim.” “Adamı ben ö ldürmedim ama elimdeki kimlik sahte. Eğer birinin dikkatini çekerse…” “İşte bu hiç iyi olmaz! ” Keller bir süre durdu ve düşündü. “Bunu yapan pisliği muh – temelen birkaç saat içinde yakalarlar. Hatta büyük ihtimalle tes lim olmamak için direnirken öldürülür. ” “Bu da birilerinin başına geleceklerden tamamen kurtulması anlamına gelir. ” “Cinayeti benim işlediği mi düşünüyorsun?” “Senin yapmad ığın ı biliyorum.” “Elbette ben değilim. Bö yle bir işe asla bulaşmanı. Ne kadar öderlerse ödesinler, ünlü birini vurmayı asla kabul etmem.

Çiin – kü o parayı harcayacak kadar uzun yaşaman mümkün değildir. Polisler ö ldürmezse, işi veren adamlar öldürür. Çünkü arkaların da kanıt bırakmak istemezler. Ne yapacağım biliyor musun? ” “Ne? ” “Buradan bir yere ayrılmayacağım.” “Ve ortalık durulana kadar bekleyeceksin.” “Fazla uzun sürmez. Birkaç gün içinde ya adamı yakalar lar ya da ellerinden kaçırdıklarını kabul ederler. İnsanlar da Des Moines’de olup bitenler hakkında konuşmaktan vazgeçer.” “Sen de o zaman eve dönersin.” “Her şey b ö yle giderse, elimdeki işi tamamlayabilirim. Belki de tamamlamam. Parayı geri vermek benim için dert değil.” “Belki de hayatımda ilk kez ben de böyle düşünü yorum. As lında her şey adil. ” “Bu ne demek şimdi?” “Hep düşünmüşümdür.

Bir söz verirsin, koşullar sağlanır ve parayı alırsın. Ayrıca bu da senin son işin.” “Bu işi almadan önce de bu şekilde konuştuk zaten.” “ Biliyo rum. ” “Eğer bu işte canım sıkan bir şeyler olduysa, bunu çok önce den söylemen gerekirdi.” “Birkaç dakika öncesine kadar canımı sıkan hiçbir şey yoktu,” dedi Keller. “Ama radyoda çalan ‘ The Girl vvith Emphysema’ şarkıs ı son dakika haberlerine dönüşünce, benim de fikrim de ğişti.” “Ipanema.” “Efendim?” “Şarkın ın adı ‘ The Girl from Ipanema’, Keller.” “Ben de ö yle söyledim.” “Sen ‘ The Girl vvith Emphysema’ dedin.” “Emin misin?” “Neyse, boşver.” “Neden ö yle sö yleyeyim ki? ” “Tanrı aşkına boşver dedim ya!” “Ben bu tür hatalar yapacak bir insan değilim. ” “Ben yanlış duymuş olmalıyım Keller. Mutlu musun şimdi? San ırım epey gevezelik yaptık ama ne sakıncası var ki? Hadi şimdi odana dön ve olayların çözülmesini bekle.

” “Evet, bekleyeceğim.” “Eğer herhangi bir şey olursa…” “Sana haber veririm,” dedi Keller. Telefonu kapattı. McCue’nun dükkanından ayrıldıktan sonra marketin önüne park ettiği kiralık Nissan’ ın direksiyon başında oturuyordu. Yeni aldığı pulları bir zarfa koymuş ve ceketinin ce bine yerleştirmişti. Diğer cebinde de pul maşası vardı. Yanından ayırmadığı Scott katalogu ise yandaki koltuğun üzerindeydi. Cep telefonu hâlâ elindeydi. Bir ara cebine koydu ama tekrar geri çı kardı. Tam tekrar arama tuşunu bulmaya çalışıyordu ki telefon çaldı. Arayanın kim olduğu görünmüyordu ama bu telefondan arayabilecek sadece bir kişi vardı. Telefonu açtı ve “Ben de seni aramak üzereydim,” dedi. “Çünkü sen de benim düşündüğümü düşündün.” “San ırım. Hepsi bir tesadü f de olabilir aslında…” “Ya da değildir.

” “Haklısın.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir