Lee Child – Öldüren Kumpas

New York’taki editörüm David Highfill ve Londra’daki editörüm Marianne Velmans için. Üçü de bu yazara bir fırsat verilmesi için görev bilincinin gerektirdiğinin çok ötesinde çalıştılar. Eııo’nun lokantasında tutuklandım. Öğleyin saat on ikide. Omlet yiyip kahve içiyordum. Öğle yemeği değil de, geç kahvaltı. Yağmur altında uzun yürüyüşten sonra ıslanmış ve yorgundum. Ta otoyoldan kasabanın kıyısına kadar yürümüştüm. Lokanta küçük ama aydınlık ve temizdi. Bir vagona benzetilmişti ve daha yeniydi. Dar ve uzun, bir yanda uzun bir tezgâh ve arkada mutfak. Karşı duvarda bölmeler. Orta bölmenin olması gereken yerde de kapı. Ben bir bölmede, pencerenin yanında oturmuş birinin bıraktığı gazetede geçen sefer oy vermediğim ve bu seçimde de vermeyeceğin bir başkanın kampanyasını okumaktaydım. Dışarıda yağmur kesilmişti ama camlarda hâlâ parlak damlalar vardı.


Polis arabalarının otoparka girdiklerini gördüm. Döner ışıkları yanıyor, penceremdeki damlalar mavi ve kırımızı ışık toplarına dönüşüyordu. Kapılar kırılır gibi açıldı, polisler dışarı fırladı. Her arabadan iki tane, silahları elde. iki tabanca, iki tüfek. Epey büyük iş olmalıydı. Bir tabanca ile tüfek arka tarafa koşarken öteki çift de kapıya yöneldi. Ben arkama yaslanıp seyre başladım. Lokantada kimin olduğunu biliyordum. Arkada bir aşçı, iki garson kız. iki yaşlı adam. Ve ben. Bu operasyon benim içindi. Geleli daha yarım saat olmuştu. Diğer beşi herhalde bütün yaşamlarım burada geçirmişlerdi.

Onlardan biriyle bir sorun olsaydı bir tek memur sıkıntılı bir tavırla yaklaşırdı. Özür dilerdi. Alçak sesle konuşurdu. Karakola kadar gelmelerini isterdi. Bu ağır silahlar ve acele onlar için olamazdı. Benim için gelmişlerdi. Yumurtayı ağzıma tıktım, tabağın altına bir beşlik sıkıştırdım. Gazeteyi katlayıp cebime koydum. Ellerimi masanın üzerinde tutmaya dikkat ederek kahvemi bitirdim. Tabancalı herif kapıda durdu. Çömelip tabancayı iki elinde tutarak uzattı. Başıma. Tüfekli yaklaştı. Sporcu yapılıydılar. Temiz ve tertipli.

Kitabına göre hareket ediyorlardı. Kapıdaki tabanca odanın tümünü tehdit altında tutabilirdi. Tüfek ise beni cama yapıştırırdı. Aksi yanlış olurdu. Yakın mücadelede tabanca ıskalayabilirdi ve uzun menzilli tüfek benimle birlikte kapıdaki polisi ve arkada oturan moruğu öldürebilirdi. Şimdiye kadar kurallara uymuşlardı. Hiç kuşkusuz. Avantaj onlardaydı. Onda da bir kuşku yoktu. Dar bölmede sıkışıp kalmıştım. Yapacağım fazla bir şey yoktu. Ellerimi masanın üzerine koydum. Tüfekli memur yaklaştı. “Kıpırdama! Polis!” diye bağırdı. Olanca sesiyle bağırıyordu.

Hem kendisi gerilimden kurtulmak hem de beni korkutmak istiyordu. Yine kitabına uygun. Hedefi yumuşatmak için gürültü ve öfke. Ellerimi kaldırdım. Tabancalı kapıdan içeri girdi. Tüfekli biraz daha yaklaştı. Çok fazla. îlk hataları. İsteseydim tüfeğin namlusuna atılıp havaya çevirirdim. Belki de tavana bir el ateş ve dirseğimin polisin suratını bulmasıyla tüfek benim olurdu. Tabancalı herif açısını daraltmıştı ve arkadaşını vurma riskine giremezdi. Olay polisler için gayet kötü olabilirdi. Ama ben oturduğum yerden kıpırdamadım. Ellerim havadaydı. Tüfekli hâlâ bağırıyordu.

“Yere yat!” Yavaşça bölmeden çıkarak bileklerimi tabancalıya uzattım. Yere yatmaya niyetim yoktu. Hele bu köylüler için. Bütün karakolu toplarıyla bile getirseler yatmazdım. Tabancalı çavuştu. Epey sakindi. Tabancasını kılıfına sokup belinden kelepçeleri çıkardı, ellerime taktı. Öteki ekip mutfaktan çıkıp tezgâhın arkasından yanımıza geldiler. Üstümü yokladılar. Çavuşun onların baş sallamalarına başını eğerek karşılık verdiğini gördüm. Silah yok. Mutfaktan gelenler iki yanıma geçip dirseklerimi tuttular. Tüfek hâlâ üzerime çevriliydi. Çavuş öne çıktı. Atlet yapılı bir beyazdı.

Güneşten yanmış, zayıf. Benim yaşımda. Gömlek cebinin üstündeki asetat plakada adı yazılıydı: Baker. Bana baktı. “Cinayetten tutuklusun” dedi. “Konuşmama hakkın var. Söyleyeceğin her şey aleyhine delil olarak kullanılabilir. Avukat tutma hakkın var. Avukat tutamayacak durumdaysan Georgia Eyaleti sana parasız bir avukat verecektir. Bu haklarını anladın mı?” Gayet açık seçik konuşuyor, kâğıttan okumuyordu. Bütün bunların ne anlama geldiğini ve neden önemli olduğunu bilirmiş gibi. Hem onun hem de benim için. Cevap vermedim. “Haklarını anladın mı?” diye bir daha sordu. Yine cevap vermedim.

Uzun deneyimlerim bana en iyisinin mutlak sessizlik olduğunu öğretmişti. Söyleyeceğin bir şey yanlış işitilir, yanlış anlaşılırdı. Yanlış yorumlanırdı. Hüküm giydirtirdi. Hatta insanı öldürebilirdi. Suskunluk tutuklayan memurun keyfini kaçırırdı. Konuşmamaya hakkın olduğunu söylemek zorundaydı ama bu hakkını kullanmandan nefret ederdi. Ama ben ağzımı açmadım. Baker bir daha sordu. “Haklarını anladın mı? İngilizce biliyor musun?” Sakindi. Ben yine sustum. O sakinliğini korudu. Tehlike anını atlatmış bir insanın sakinliği vardı. Beni karakola götürecekti ve ondan sonra başkasının sorunu olacaktım. Diğer üç arkadaşına baktı.

“Not alın, hiç konuşmadı. Gidelim.” Beni kapıya yöneflttiler. Kapıda tek sıra olduk. Önce Baker. Sonra geri geri yürüyen ve kara namlusu üzerime çevrili tüfekli. Onun adı Ste-venson’dı. O da gayet formda bir beyazdı. Arkamdan da diğer ikisi geliyorlardı. Bir el beni sırtımdan iteledi. Dışarısı çok sıcaktı. Bütün gece ve sabah yağmur yağmış olmalıydı. Şimdi güneş çıkmış, yerden buharlar yükseliyordu. Normalde burası tozlu sıcak bir yerdi herhalde. Şimdi sıcak öğle güneşi altındaki ıslak asfaltın o baş döndürücü kokusuyla buharlaşmıştı.

Durup yüzümü güneşe çevirdim polisler yerlerini alırken. Ekip arabasına giderken yine iki yanıma geçtiler. Stevenson hâlâ pompalı tüfeğini tutuyordu. Baker arka kapıyı açarken bir adım geriledi. Başımı eğdiler, solumdan bir kalça darbesiyle beni içeri itti. Gayet yerinde hareketler. Her yerden uzak bu kasabada fazla deneyimden değil de, fazla eğitimden geliyor olmalıydı. Arabanın arkasında yalnızdım. Arada kalın camdan bir bölme vardı. Ön kapılar hâlâ açıktı. Baker ve Stevenson bindiler. Baker direksiyona geçti. Stevenson oturduğu yerde dönmüş bana bakıyordu. Kimse konuşmadı. Öteki araba arkamıza takıldı.

Arabalar epey yeniydi. İçerisi temiz ve serin. Gittiğim yere götürülen umutsuz ve zavallı insanların izleri yoktu. Camdan dışarı baktım. Georgia. Verimli topraklar. Nemli, ıslak, kırınızı topraklar. Tarlalarda düzgün sıralar halinde bodur bitki öbekleri. I’islık belki. Yetiştiren için kârlı. Ya da sahibi için. Burada halk mı arazi sahibiydi, dev şirketler mi? Bilmiyordum. Kasaba fazla uzak değildi. Araba dümdüz ıslak asfalt yolda hışırtılar çıkarıyordu. Bir kilometre kadar sonra her ikisi de yeni ve bakımlı balıciili iki ininiz biıııı ı>liiı» a……r.

ı …. sf—–• ■•• • ■ bir çimenliğin ardında yan yanaydılar. Cömert bütçeli güzel kırsal mimari. Yollar düz asfalt, kaldırımlar kırmızı taştı. Üç yüz metre güneyde göz kamaştırıcı beyazlıkta bir kilise kulesi ve bitişik binalar gördüm. Bayrak direkleri, tenteler, yemyeşil bakımlı çimler. Yağmurdan hepsi tazelenmişler. Varhklı bir kasaba. Büyük çiftlik gelirleri ve Atlanta’da çalışanların yüksek vergileriyle yapılmış herhalde. Araba karakolun önünde yavaşlarken Stevenson hâlâ bana bakıyordu. Margrave Polis Merkezi. Kaygılanmak mıyım diye düşündüm. Tutuklanmıştım. Daha önce hiç ayak basmadığım bir kasabada. Anlaşıldığı kadarıyla cinayetten.

Ama iki şeyi iyi biliyordum. Eğer bir şey olmamışsa onun olduğunu kanıtlayamazlardı. İkincisi, ben kimseyi öldürmüş değildim. En azından onların kasabasında ve çok uzun zamandan beri öldürmemiştim. Uzun alçak damlı binanın kapıları önünde durduk. Baker arabadan çıkıp sağına soluna baktı. Öteki arabadan iki polis de yakında bekliyordu. Ste-venson bizim arabanın arkasına, Baker’in karşısına geçti. Tüfeği üzerime çevirdi. Bu esaslı bir ekipti. Baker kapımı açtı. “Haydi, yürü” dedi. Âdeta fısıldayarak konuşuyordu. Topukları üzerinde sallanarak çevreyi kontrol ediyordu. Ben eğilip arabadan çıktım.

Kelepçeler hareket etmemi güçleştiriyordu. Hava daha da sıcaktı. Bir adım çıkıp bekledim. İki memur arkama geçti. Önümde karakolun kapısı vardı. Üzerindeki mermere Margrave Kasabası Polis Merkezi yazısı kazınmıştı. Altında cam kapılar. Baker birini açtı. Arkamdaki polis beni iteledi. Kapı bir emme sesiyle arkamdan kapandı. İçerisi serindi. Her şey beyaz ve krom. Işıklar floresan. Bir bankaya ya da sigorta şirketine benziyordu. Yer halı kaplıydı.

Uzun bir kayıt tezgâhı ardında bir çavuş vardı. Ortama bakılırsa, “size nasıl yardım edebilirim, efendim” demesi gerekirdi. Ama hiçbir şey söylemedi. Bana öylece baktı. Arkasında geniş bir açık alan vardı. Kara saçlı, üniformalı bir kadın geniş ve alçak bir masanın ardında oturuyordu. Bilgisayarda bir şeyler yazmaktaydı. Şimdi bana bakıyordu. Ben dirseklerimi tutan iki memurun arasındaydım. Tezgâha dayanan Stevenson tüfeğini yine bana çevirmişti. Baker de durmuş bana bakıyordu. Kayıt memuruyla üniformalı kadın da. Ben de onlara baktım. Sonra beni sola doğru yürütüp bir kapı önünde durdurdular. Ba-ker’m açtığı kapıdan bir odaya itildim.

Sorgu odası. Penceresiz. Beyaz bir masa, üç iskemle. Yerde halı. Köşede tavanda bir kamera. Oda çok soğuktu. Ben yağmurdan hâlâ ıslaktım. Baker ceplerimi boşalttı masanın üstüne. Bir tomar banknot. Biraz bozukluk. Makbuzlar, biletler, öteberi, Baker gazeteyi kontrol ettikten sonra cebimde bıraktı. Saatime baktı, onu da bileğimde bıraktı. Bu gibi şeylerle ilgilenmiyordu. Geri kalan her şey bir torbaya konuldu. Ceplerinde benimkilerden daha çok şey taşıyanlar için yapılmış bir torbaya.

Torbanın üzerindeki beyaz yere Stevenson bir numara yazdı. Baker oturmamı söyledi. Sonra hepsi odadan çıktılar. Stevenson torbayı da almıştı. Kapının dışardan kilitlendiğini duydum. Ağır ve iyi yağlanmış bir ses. Titizlik sesi. Büyük çelik kilidin sesi. Beni içeride tutacak gibi ses çıkaran bir kilit. 1 Beni bir süre yalnız bırakacaklarını tahmin ettim. Genelde öyle olurdu. Yalnızlık insanı konuşmaya zorlardı. Konuşma ihtiyacı da itirafa götürebilirdi. Sert bir tutuklamanın ardından bir saatlik tecrit gayet iyi bir stratejiydi. Ama yanılıyordum.

Bir saatlik tecrit planlamamışlardı. Belki de bu ikinci küçük taktik hatalarıydı. Baker kapıyı açıp içeri girdi. Elinde plastik bir bardakta kahve vardı. Sonra üniformalı kadının girmesini işaret etti. Masa başında gördüğüm kadını. Kapı kadının ardından kilitlendi. Elindeki metal kutuyu masanın üzerine koydu, açtı ve uzun siyah bir numara çerçevesi çıkardı. İçinde beyaz plastik numaralar vardı. Bana diş hekimlerinin hastabakıcılarının kullandığı o sert özür dileyen bir gülümsemeyle çerçeveyi uzattı. Kelepçeli ellerimle aldım. Doğru tuttuğuma emin olmak için baktıktan sonra çenemin altında tuttum. Kadın kutudan çirkin bir fotoğraf makinesi çıkarıp karşıma oturdu. Makineyi desteklemek için dirseklerini masaya dayadı. Öne eğildi.

Memeleri masanın kenarına yerleşmişti. Güzel bir kadındı. Kara saçlar, şahane gözler. Yüzüme bakıp gülümsedi. Bir flaş yandı, resmim çekildi. Kadın söylemeden profilden de çekmesi için yana döndüm. Flaş bir daha yanıp söndü. Dönüp çerçeveyi uzattım. Kelepçeler olduğu için iki elle. Kadın elimden, hoş değil ama gerekli diyen bir gülümsemeyle aldı. Sonra parmak izi takımını çıkardı. Numaralanmış sert bir karton. Başparmak alanları hep çok dar olur. Bunun arkasında avuçiçleri için de iki yer vardı. Kelepçeler işi güçleştiriyordu.

Baker çıkartmak için bir hareket yapmadı. Kadın ellerimi mürekkepledi. Parmakları düzgün ve serindi. Yüzük yoktu. Daha sonra elimi silmem için kâğıt mendil verdi. Mürekkep hemen çıktı. Daha önce görmediğim yeni bir şey olmalıydı. Kadın fotoğraf makinesini açtı, filmi çıkartıp masanın üstündeki kartların yanma koydu, sonra yine kapatıp çantasına yerleştirdi. Baker kapıyı tıklattı. Anahtar yine kilitte döndü. Kadın eşyalarını topladı. Kimse konuşmuyordu. Kadın odadan çıktı. Baker içerde kaldı. Kapıyı kapatıp yine o yağlı klik sesiyle kilitledi.

Sonra kapıya yaslanıp bana baktı. “Amirim geliyor” dedi. “Onunla konuşmak zorundasın. Burada halledilmesi gereken bir durum var. ” Ağzımı açmadım. Benimle konuşmak kimsenin sorununu çözmezdi. Ama herif doğrusu uygar davranıyordu. Saygılı. Onu sınamaya karar verdim. Ellerimi uzattım. Kelepçeleri çözmesi için dile getirilmemiş bir istek. Bir an durakladı, sonra anahtarı çıkarıp kelepçeleri çözdü. Alıp yine kemerine taktı. Bana baktı. Ben de ona bakıp kollarımı iki yanıma indirdim.

Öyle minnettar bir derin soluk alma yok. Bileklerimi ovuşturmak yok. Bu adamla bir ilişkim olsun istemiyordum. Ama konuştum. “Pekâlâ” dedim. “Amirinle tanışalım bakalım. ” Kahvaltımı ısmarladığımdan bu yana ilk kez ağzımı açıyordum. Şimdi minnettar görünen Baker’dı. Kapıyı iki kere tıklattı, dışarıdan anahtar sesi geldi. Açıp geçmemi işaret etti. Stevenson arkası açık alana dönük bekliyordu. Tüfek yoktu şimdi. Destek ekibi de yoktu. Durum yatışmaya başlamıştı. İki yanıma geçtiler.

Baker hafifçe dirseğimden tuttu. Açık alandan geçip arkada bir kapının önüne geldik. Stevenson kapıyı açtı, geniş bir odaya girdi. Gülağacmdan mobilyalar çoğunluktaydı. Gülağacmdan masanın başında şişman bir herif oturuyordu. Arkasında iki bayrak vardı. Solda altın yaldız kenarlı Amerikan bayrağı, sağda da herhalde Georgia bayrağı. Bayrakların arasındaki duvarda bir saat. Büyük, eski, maun çerçeveli. On yıllarca parlatılmış gibi. Bu yeni yeri yapmak için yıktıkları eski karakoldan kalma diye düşündüm. Mimar yeni binaya bir tarih duygusu vermek istemiş olmalıydı. Saat yarıma geliyordu. Kendisine doğru itilirken şişman adam bana baktı. Bir yerden hatırlamaya çalışıyor gibiydi.

Sonra bir daha dikkatli baktı. Sonra da hastalıklı ciğerleri tarafından boğulmamış olsaydı bağırma olacak bir sesle, “Şu iskemleye otur ve pis ağzını sakın açma” dedi. Şişman herif sürprizdi doğrusu. Bokun teki gibi görünüyordu. Şimdiye kadar gördüklerimin tam aksi. Baker ile ekibi işbilir insanlardı. Profesyonel. Ama bu şişko polis şefi yalnızca yer kaybıydı. Seyrelmiş kirli saçlar. Serin havaya rağmen terlemiş. Formsuz, aşırı kilolu bir insanın kırmızı suratı. Tavana vurmuş tansiyon. Kaya kadar sert damarlar. Hiç de becerikli biri görünmüyordu. “Adım Momson” diye vızıldadı.

Sanki umurumdaymış gibi. “Marg-rave emniyet amiriyim. Sen de katil bir yabancısın. Benim kasabama geldin ve Bay Kliner’m özel mülkünde ortalığı pislettin. Şimdi detektiflerimin şefine her şeyi itiraf edeceksin.” Susup yüzüme baktı. Hâlâ beni nereden tanıdığını düşünüyormuş gibi. Ya da bir cevap beklermiş gibi. Ama beklediği cevabı almadı. Bunun üzerine tombul parmağını yüzüme doğru salladı. “Sonra da hapse gireceksin. Ardından da elektrikli sandalye. Sonra da o pis mezarının üstüne sıçacağım. ” Koltuğundan kalkıp benden uzağa baktı. “Bu işi ben hallederdim ama işim çok.

” Maşasının ardından çıktı. Ben masayla kapı arasındaydım. Yengeç gibi yanımdan geçerken durdu. Şişko burnu ceketimin orta düğmesi hi-zasındaydı. Hâlâ şaştığı bir şey varmış gibi yüzüme bakıyordu. “Seni daha önce gördüm” dedi. “Nerede ama?” Baker’a, ardından Stevenson’a baktı. “Ben bu herifi daha önce gördüm” dedi. Kapıyı ardından çarparak kapatıp çıkınca detektif şefi gelene kadar ben iki polisle bekledim. Uzun boylu bir siyah, yaşlı değil ama saçları kırlaşmış ve dökülmeye başlamış. Kendisine soylu bir hava verecek kadar. Kendinden emin, canlı. Eski moda tüvit ceket, iyi giyimli. Boyanmış ayakkabılar. İşte bu herif tam emniyet amirine benziyordu.

Baker ile Stevenson’a odadan çıkmalarım işaret etti. Masanın başına geçip bana da karşısındaki iskemleyi gösterdi. Bir çekmeceden ses alma cihazını çıkardı. Kordonlarını açmak için havaya kaldırdı. Fişi prize taktı. İçine bir kaset sokup kayıt düğmesine bastı, parmağıyla mikrofonu kontrol etti. Kaseti durdurup başa aldı. Başlat düğmesine bastı. Tırnağının sesini duydu. Tekrar başa sardı. Ben seyrediyordum. Bir an odada sessizlik oldu. Yalnızca hafif bir vızıltı, havalandırma, ışıklar ya da bilgisayar. Ya da ağır ağır dönen kaset. Eski saatin tıkırtılarını duyuyordum.

Sanki ben ne yaparsam yapayım o sonsuza kadar çalışmaya hazırmış gibi sabırlı bir ses. Herif sonra arkasına yaslandı, dikkatle yüzüme baktı. Uzun boylu zarif insanların yaptığı gibi parmak uçlarını birleştirdi. “Pekâlâ” dedi. “Birkaç sorumuz olacak, değil mi?” Sesi gürdü. Güneyli aksam yoktu. Siyahlığını saymazsak Boston’lu bir avukata benziyordu. “Adım Finlay” dedi. “Yüzbaşıyım. Bu bölümün detektif bürosunun şefiyim. Haklarının bildirildiğini biliyorum. Onları anladığını henüz belirtmiş değilsin. Daha ileri gitmeden o ön konuyu halletmemiz gerek. ” Boston’lu bankacı gibi değil. Daha çok Harvard’lı gibi.

“Haklarımı anladım” dedim. Başını salladı. “Güzel. Buna memnun oldum. Avukatın nerede?” “Avukata ihtiyacım yok” dedim. “Cinayetle suçlanıyorsun” dedi. “Avukata ihtiyacın olacak. Sana bir tane sağlayabiliriz. Bedava. Bedava bir avukat sağlamamızı ister misin?” “Hayır, avukata ihtiyacım yok” dedim. Finlay adındaki adam uzun bir an parmaklarının üzerinden bana baktı. “Peki” dedi. “Ama bir belge imzalayacaksın. Avukatın olması tavsiye edildi, biz sana hiç masraf olmadan bir tane önerdik ama sen kesinlikle reddettin.” “Tamam” dedim.

Başka bir çekmeceden bir kâğıt çıkardı, tarih ve zamanı girmek için saatine baktı. Kâğıdı bana uzattı. İmzalanacak yer kalın bir çizgiyle belirtilmişti. Bana bir kalem uzattı, imzalayıp kâğıdı geri ittim, inceledi. Sonra kahverengi bir dosyaya yerleştirdi. “O imzayı okuyamadım” dedi. “Tutanağa geçmesi için adın, adresin ve doğum tarihinle başlayalım.” Yine sessizlik oldu. Adama baktım, inatçının biriydi herif. Eğer inatçı değilsen ve heııı siyah hem de kırk beşindeysen Georgia’da detektif şefi olamazdın. Herifi kızdırmanın anlamı yoktu. Derin bir soluk aldım. “Adım Jack Reacher. Adresim yok.” Yazdı.

Yazacak fazla bir şey yoktu. Doğum tarihimi söyledim. “Pekâlâ, Bay Reacher” dedi. “Dediğim gibi soracak pek çok sorumuz var. Özel eşyanıza göz attım. Kimliğiniz yok. Ne sürücü belgesi ne kredi kartı. Adresiniz de yok diyorsunuz. O zaman ben kendi kendime, kim bu adam, diye sorarım.” Buna benden bir cevap beklemiyordu. “Kafası tıraşlı adam kimdi?” diye sordu. Cevap vermedim. Saatin yelkovanının ilerlemesini bekledim. “Bana olanları anlat” dedi. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Hiç. Birine bir şey olmuştu ama o ben değildim. Orada oturdum ve sustum. 18____________________________________________________________________________________________________________________________________________________________……._…… “Pluribus nedir?” diye sordu Finlay. Yüzüne bakıp omuzlarımı silktim. “Amerika Birleşik Devletlerinin düsturu mu?” dedim. “E Pluribus Unum ? 1776’da ikinci Kıta Kongresinde kabul edilmişti, değil mi?” Finlay homurdandı. Ben yüzüne bakmaya devam ettim. Kendisinin bir soruya karşılık verecek bir tipe benzediğini düşündüm. “Neler oluyor?” diye sordum. Yine sessizlik. Bu kere onun benim yüzüme bakma sırası gelmişti. Cevap verip vermemeyi, verecekse ne söyleyeceğini düşündüğünü görebiliyordum. “Neler oluyor?” diye bir daha sordum.

Arkasına yaslanıp parmaklarını birleştirdi. “Ne olduğunu biliyorsun” dedi. “Cinayet. Çok rahatsız edici unsurları olan bir olay. Kurban bu sabah Kliner’m deposunda bulundu. İlçe yolunun kuzey ucunda, otoyol yonca yaprağının bitişiğinde. Tanık, bir adamı oradan uzaklaşırken görmüş. Bu sabah sekizden az önce. Tarifine göre beyaz, çok uzun boylu, üzerinde uzun siyah bir pardesü varmış, açık renk saçlı, elinde bir şey yokmuş.” Yine sessizlik. Ben beyazım. Çok uzun boyluyum. Saçlarım açık renklidir. Orada üzerimde uzun siyah pardesümle oturuyordum. Şapkam yoktu.

Çantam da. Bu sabah dört saate yakın ilçe yollarında yürümüştüm. Saat sekizden on bir kırk beşe kadar. “İlçe yolu ne kadardır?” diye sordum. “Otoyoldan ta buraya kadar?” Finlay düşündü. “Yirmi kilometre falan sanırım” dedi. “Tamam” dedim. “Ben otoyoldan kasabaya kadar yürüdüm. Yirmi kilometre falan. O sırada beni çok kişi görmüştür. Bu kimseye bir şey yaptığım anlamına gelmez.” Cevap vermedi. Bu durum ilgimi çekmeye başlamıştı. “Ta otoyola kadar sizin yetki alanınız mı?” diye sordum. “Evet” dedi.

“Yetki alanı konusu kesin. Oradan kurtuluş umudunuz yok, Bay Reacher. Kasaba sınırı ta otoyola kadardır. Oradaki depolar da yetki alanım içinde, bundan hiç kuşkunuz olmasın.” Bekledi. Başımı salladım. Devam etti. “Kliner o depoyu beş yıl önce yaptırttı. Adını duymuş muydunuz?” Başımı salladım. “Nasıl duyabilirdim ki? Daha önce buraya hiç gelmedim.” “Buraların önemli insanlarındandır” dedi Finlay. “Oradaki işi nedeniyle çok vergi öder. Kasabaya çok yardımı olur, uzak olduğu için işimizi de güçleştirmez. Biz de oradaki deposuna gözkulak oluruz. Ama şimdi orası bir cinayet mahalli ve sizin de açıklayacağınız çok şey var.

” Herif işini yapıyordu ama benim de zamanımı boşa harcıyordu. “Bak, Finlay” dedim. “Bu boktan kasabanızın sınırlarından içeri girip kahvaltımın ortasında tutuklanana kadar yaptığım her şeyi anlatıp imzalamaya hazırım. Eğer bütün bunlardan bir şey çıkarırsan benden sana bir madalya. Çünkü burada yaptığım tek şey sağanak yağmur altında dört saate yakın yol yürümek olmuştur.” Bu altı aydır yaptığım en uzun konuşmaydı. Finlay durmuş bana bakarken her detektifin en basit ikilemi ile mücadele ettiğini görebiliyordum. Duyguları benim aradığı kişi olmayabileceğimi söylüyordu. Ama orada karşısında oturuyordum. Bir detektif ne yapmalıydı? Bıraktım düşünsün. Doğru yönde düşünmesi için iyi bir zamanlama yapmaya çalışıyordum. Benimle boş yere vakit harcarken gerçek katilin hâlâ başıboş dolaştığı hakkında bir şeyler söyleyecektim. Bu da onun içindeki güvensizliği besleyecekti. Ama ilk davranan o oldu. Hem de yanlış yöne.

“ifade istemem” dedi. “Ben soru sorarım, sen de cevaplarsın. Adın )ack Reacher. Adresin yok. Kimliğin yok. Nesin sen, serseri mi?” içimi çektim. Bugün Cuma’ydı. Büyük saat daha şimdiden yarım saatin geçtiğini gösteriyordu. Bu Finlay her şeyi deneyecekti. Hafta sonunu bir hücrede geçirecektim. Ancak Pazartesi’ye çıkardım. “Serseri değilim, Finlay” dedim. “Aylakım. Arada büyük fark vardır.” Ağır ağır başını salladı.

Bana ukalalık yapma, Reacher” dedi, “iyice boka batmış durumdasın. Orada kötü şeyler oldu. Tanığım seni oradan ayrılırken görmüş. Kimliği ve mazereti olmayan bir yabancısın. Ukalalığı kes, tamam mı?” Hâlâ işini yapıyordu ama hâlâ da benim zamanımı boşa harcıyordu. “Cinayet mahallinden ayrılmıyordum” dedim. “Kahrolası bir yolda yürüyordum. Arada bir fark var, değil mi? Cinayet mahallini terk eden insanlar kaçıp saklanır. Herkesin göreceği bir yolda yürümezler. Yürümenin yanlış tarafı ne? insanlar hep yürümez mi?” Finlay öne eğilip başını salladı. “Hayır” dedi. “Otomobilin icadından beri o yolda kimse o kadar yü-rümemiştir. Neden adresin yok sonra? Nerelisin? Soruları cevapla da bu işi bitirelim.” “Pekâlâ, Finlay, bitirelim” dedim. “Adresim yok çünkü belirli bir yerde oturmuyorum.

Belki günün birinde bir yerde yaşarım, o zaman adresim olur, sana da bir kart atarım o kahrolası adres defterine koyman için.” Finlay yüzüme bakıp seçeneklerini gözden geçirdi. Sabırlı yolu seçti. Sabırlı ama inatçı. “Nerelisin?” diye sordu. “En son adresin neresiydi?” “Nerelisin derken ne demek istiyorsun?” diye sordum. Dudakları sımsıkı kapandı. Onu da öfkelendiriyordum. Ama sabrı elden bırakmadı. Sabrı buz gibi bir alayla süsledi. “Pekâlâ. Sorumu anlamadığına göre değişik bir biçimde sorayım. Demek istediğim şu: Nerede doğdun ya da güdüsel olarak hayatının toplumsal ve kültürel bağlamda hâkim dönemi olarak gördüğün zaman dilimini nerede yaşadın?” Yalnızca yüzüne bakabildim. “Sana bir örnek vereyim” dedi. “Beıı Boston’da doğdum, Boston’da okudum ve yirmi yıl Boston’da çalıştım.

Böylece benim Boston’lu olduğum söylenebilir, değil mi?” Haklıydım. Harvard’lıydı. Sabrının sonuna gelmek üzere olan bir Harvard’ll. “Tamam” dedim. “Soruları sordun, ben de cevaplayayım. Ama önce bir şey söyleyeyim. Ben aradığın kişi değilim. Pazartesi günü bunu anlayacaksın. Onun için kendine bir iyilik yap da, adamı aramaya devam et. ” Finlay gülmemeye çalışıyordu. Ciddi bir tavırla başını salladı. “Tavsiyene teşekkür ederim. Mesleğime duyduğun kaygıya da.” “Bir şey değil” dedim. “Devam et.

” “Ben hiçbir yerden değilim. Askeri denilen bir yerden geliyorum. Batı Berlin’de bir ABD askeri üssünde doğdum. Babam deniz piyadesiy-di, annem de onun Hollanda’da karşılaştığı bir Fransız. Kore’de evlendiler.” Finlay başını salladı. Bir not aldı. “Asker çocuğuydum. Dünyanın her yerinde, bütün Amerikan üslerinde yaşamışımdır. Liseyi yirmi farklı ülkede tamamladım, dört yıl West Point’te okudum.” “Devam et” dedi. “Orduda kaldım. Askeri Polis. Bütün o üslerde tekrar yaşadım. Sonra da Finlay, önce bir asker çocuğu olarak, sonra da kendim bir subay olarak geçirdiğim otuz altı yılın ardından Sovyetler battığı için o kadar bü- ____________ ____________________________________21 yiik bir orduya ihtiyaç kalmadı. Barışa kavuştuk. Bu da sizin için vergilerinizin başka yerlere harcanması demek ama benim için, benim yaşadığım dünyada beş dakika sağ kalamayacak ukala sivillerin aylak diye nitelendirdiği, otuz altı yaşında işsiz bir eski askeri polis demektir.” Bir an düşündü. Etkilenmemiş görünüyordu. “Devam et” dedi. Omuzlarımı silktim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. teşekkürler!!!!!!!!