Leibniz – Metafizik Üzerine Konuşma

Leibniz dünyaya geldiğinde Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) henüz sona ermiş değildi. İspanya, Avrupa ülkeleri üzerindeki baskıcı gücünü artık koruyamaz olmuştu, Felipe IV’ün (1621-1655) ve ona canla başla destek olan kont-dük Olivares’in çabalarına karşın eski gücünü yitirmeye doğru gidiyordu. 1640’da Portekizliler ayaklandılar. Avrupa iyiden iyiye karışıktı. Fransa’da da güç zamanlar yaşanmaktaydı, iki Fronde olayı dünyanın merkezi görünümündeki Fransa’yı temelden sarsmıştı (1648-1649, 1650-1653). Yeniçağ’ın başlarında İspanyolları ve İtalyanları yeni dünya düzenini oluşturmakta öne geçiren gelişimler durur gibi olmuş, ağırlık Fransa’ya ve İngiltere’ye kaymıştı. Kültür düzeyinde çok büyük gelişimler yaşanmaktaydı. Bu gelişimlerin temelinde elbette toplumsal, siyasal ve iktisadi etkenleri aramak doğru olur. Avrupa ortak bir sıkıntıyı yaşıyor da olsa koşullar ülkeler açısından oldukça ayrıydı. Genel görünüm XVI. yüzyılda Almanlar açısından özellikle sıkıntılıdır. Bu yüzyılda feodal yaşam koşullarından hızla sıyrılıp sermayeci ilişkiler içine giren Fransa ve İngiltere’ye karşı Almanya henüz feodal yaşam koşullarının doruğundadır ya da feodallik orada yeni yeni çözülmeye başlamıştır. Almanya’da oldukça geç zamanda, aşağı yukarı XIII. yüzyılda kurulan feodal düzen ülkenin siyasal parçalılığı yüzünden başka ülkelere göre çok daha kalıcı özellikler gösteriyordu. Genel ölçüler içinde Almanya’da iktisadi yaşam Avrupa’nın öbür ülkelerinde olduğundan çok daha geriydi.


Almanya bütünlüklü bir ülke değildi, bütünlüklü duruma gelmeye yatkın da görünmüyordu, orada bir bölgenin yapısı bir başka bölgenin yapısına hiç mi hiç benzemiyordu. O zamanın Almanyası aralarında büyük uzaklıklar olan çiftliklerden oluşmuştu. Adı büyük kendi güçsüz Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ülkenin üstünde ince bir zar, çürük bir örtü, çatlamaya hazır bir kabuk gibiydi. Kutsallıkla dini, Romalı oluşla eski Roma’nın görkemini, Germen oluşla ulusal bütünlüğü düşündüren bu adı var kendi yok imparatorluk sınırları çok belirgin bir bütünlüğü belirlemekten uzaktı. Ayrıca bu imparatorluktan herkes daha değişik bir bütünlüğü anlayabilirdi. Örneğin Yvon Belaval’e göre Almanya “Leibniz’in düşüncelerinde her zaman Alsace’ı, Lorraine’i, İspanyol Hollandası’nı, hatta Besançon’u, Dauphine’yi ve Arles Krallığı’nı içerecekti”. Bugünkü Almanya’nın temelini ya da ilk biçimini oluşturan o günkü topraklarda Viyana’daki Habsburgların yönettiği üç yüz altmış devlet vardı. İmparatoru yedi seçici prens seçiyordu, bunlardan üçü (Mainz, Köln, Trier) dinsel nitelikliydi. Otuz Yıl Savaşları’nı sona erdiren Westfalen antlaşmaları (1648) sonrasında Alman prensliklerinin durumu hiç de iç açıcı değildi. Almanya’nın siyasal konumu bu antlaşmalarla büyük bir değişikliğe uğradı. Seçicilerin sayısı yediden sekize çıkarıldı, üç yüz elli Alman devletine egemenlik tanındı. İyiden iyiye küçülen Kutsal İmparatorluk hemen tüm gücünü yitirmiş gibiydi. “Sonuç? Alman nüfusu on altı milyondan altı milyona düştü. Bazı kentler insanlarının dörtte üçünü yitirdiler (Aachen); Köln’de bin iki yüz ev kaldı; Berlin’de artık altı bin insan vardı; München’de dokuz bin, Augsburg’da on sekiz bin insan vardı; yalnızca Frankfurt, Leipzig, Hamburg ağırlıklarını az çok korudular” (Yvon Belaval). Leibniz şöyle yazar: “Ülke hemen hemen yarı yarıya çocuklardan oluşuyordu.

Savaş yeniden başlasaydı doğacak kuşakların tohumu yok edilmiş olacağından zavallı Almanya’nın büyük bir parçası çöle dönecekti diye korkuya kapılmak hiç de yanlış olmazdı.” Toprakların üçte biri artık ekilip biçilmiyordu. Thüringen’de küçük ve büyük baş hayvanların altıda beşi yok oldu. Köylüler neredeyse köle durumuna düştüler. Almanya savaşın yaralarını ancak bir yüzyıl içinde sarabilecektir. Dağılmış ülkenin sıkıntılı filozofu Almanya yakın zamanlara kadar bütünleşememiş bir ülke olmanın, ulusal birimlerin oluştuğu bir dönemde ulusal bir birlik oluşturamamanın sıkıntısını çekecektir. Luther’in öncülüğünde gelişen Reform devinimi böylesi bir bütünlüğün kurulabilmesi yolunda bir adım değil miydi? Leibniz bu konuda şöyle düşünür: “Büyük Reform Batı’da çok şeyin durumunu büyük ölçüde değiştirdi ve bir bölünme getirdi; bu bölünmeyle köken olarak Töton dili konuşan halkların büyük bir bölümü, dilinin kökeni Latince olan halklardan koptu.” İnançta kilisenin gücünü kırmaya, yükselen kentsoylu sınıfın gücünü din adamları sınıfına benimsetmeye yönelen Reform devinimi Avrupa’da dinsel bütünlüğü parçalayıp çıkmıştı. Gerçekte Reform bir bütünleşme çabası olmaktan çok din adamları sınıfının gücünü kırma denemesiydi, bu yüzden Alman kentsoylularının giriştiği bu devinime kentsoyluluğun güçlenmesiyle gelen yeni yaşam koşullarının tüketmekte olduğu soylu sınıfı da katılmıştı: Alman topraklarının üçte birini elinde tutan kilise bu saltanatını büyük ölçüde soyluların topraklarına el koyarak kazanmıştı, şimdi de soylular kentsoyluların peşine takılarak topraklarını geri alma girişiminde bulunuyorlardı. Soyluların kentsoylularla işbirliği yapması ya da onların arkasına takılması biraz garip bir tablo ortaya koyuyordu. Elbet koca bir Reform’u bir iki nedene bağlayıp çıkamayız, onun gelişiminde kilisenin işlevleri dışına çıkmış olmasıyla gelen bir düzenleme öngörüsü ve yeni yaşam koşullarının zorunlu kıldığı bir laiklik istemi de belirleyiciydi. Luther’le Calvin’in tam bir yarışa dönen çekişmeleri tarikat sayısını artırınca dinsel bütünlüğün ulusal bütünlüğü geliştireceği düşüncesi ortadan silindi. Oysa o dönem tam anlamında ulusal bütünlüklerin kurulma ve gelişmesi dönemiydi. Kuzey’de Luther’in açtığı yolda protestanlık gelişirken katoliklik de özellikle Güney’de varlığını korudu, ayrıca güçlendi. Kısacası XV.

ve XVI. yüzyıllarda Rönesans’ın getirdiği insancı değerler karşısında çok büyük bir sarsıntı geçiren din kurumları XVII. yüzyılda toparlandılar, eskisinden çok daha güçlü ve çok daha bilinçli bir biçimde yaşama ağırlıklarını koymaya yöneldiler ve özellikle “misyonerlik” yoluyla dünyaya açılmaya başladılar. Pek çok aydının bu zamanlarda tanrıtanımaz diye izlenmesi ve tutuklanması bu güçlenmenin bir göstergesi olduğu kadar kralların sınıflararası dengeyi bozmama özeniyle ilgilidir. Rönesans insancılığıyla gelen özgür düşünce ve özgür düşünceyle gelen “bu dünya” tutkusu insanların dikkatini dinden daha değişik alanlara çevirmişti. Yeni düşünce dinsel dogmalar üzerine değil, Stoa usçuluğu üzerine, Epikuros hazcılığı üzerine ve Pyrrhon’dan kalma gibi görünen ama onu çok aşan bir kuşkuculuk düşüncesi üzerine temelleniyordu. Kilise bu pagan anlayışlarına karşı kendi gücünü ortaya koymalıydı. Bu arada Almanya iyileşmez parçalanmışlığı içinde aşılmaz gibi duran binbir sorunla eski yapısı içinde hemen hemen olduğu gibi kaldı. Bütünleşmenin iki yüzü vardı, ulusal yüzü ve dinsel yüzü. İmparatorluk sınırları içinde kalan kiliseleri birleştirme çabası Leibniz’in bütün bir ömrünü kapsayacaktır. Bu dağılmışlık içinde Almanya’da felsefenin, sanatın ve bilimlerin durumu da pek iç açıcı değildi. Almanya Fransa’daki ve İngiltere’deki kültür gelişimlerine ayak uydurabilecek gibi görünmüyordu. Leibniz sorumlu bir aydın olarak bu durumdan şu sözlerle yakınır: “Genellikle Almanya’da büyük bir yanlış yaşanıyor, bu yanlış soylu sınıfımızın, seçkin insanlarımızın, hatta akarcılarımızın (1) İngilizlerde olduğu gibi bilime ya da Fransızlarda olduğu gibi manevi tartışmalara ya da düşünce yapıtlarına yönelmiyor oluşudur, yalnızca içkiye ve kumara yöneliyor oluşudur.” Leibniz’e göre Almanya’da insanlar kadına ve paraya tutkundurlar. Gençlerin eğitimi tam anlamıyla kötüdür, gençler sefahata yönelme eğilimindedirler.

Yurtsevgisi diye bir şey bilmezler. İlgisizlik veba gibi her yanı kasıp kavurmaktadır. Gerçekte yakından bakıldığında bu yakınmaların yüzde yüz karşılığı olmadığı görülecektir. Ancak Leibniz dinsel ve ulusal parçalanmışlık içinde bulunan Almanya’nın gerçek anlamda sıkıntıda hatta bir açmazda olduğunu düşünmektedir. Onun başlıca sorunu budur. Düşünceye adanmış bir yaşam XVII. yüzyıl felsefe açısından epeyce zengin bir dönem oldu. M.Ö. IV. yüzyıldan sonra kendini ahlak sorunlarında sınırlayan ve böylece bakış açısını son derece daraltan, çeşitli anlayışlarda zaman zaman da bir karşı-felsefe özelliği gösteren felsefe yirmi bir yüzyıl sonra yeniden eski derinliğine ve çeşitliliğine kavuşmuş oldu, ayrıca eski zamanlarda benzeri görülmemiş olan bir dizgeciliğe ve yöntemliliğe ulaştı. Felsefenin ilk büyük adları olan Sokrates’de, Platon’da ve Aristoteles’de herhangi bir düzen kaygısı düzeyini aşmayan yöntemlilik kavrayışı bu yeni dönemde gerçek bir yöntem anlayışına dönüşürken dizgesellik genel bir toparlayıcılık olmaktan çok ötede felsefenin zorunlu bir öğesi durumuna geldi. XVII. yüzyıl denilince üç büyük filozofu, Descartes’ı, Spinoza’yı ve Leibniz’i düşünürüz öncelikle. Spinoza ve Leibniz yüzde yüz Descartesçı bir tutum almaksızın Descartes’ın yolunu izlemişler, onun açtığı yoldan biri daha maddeci, öbürü daha ruhçu bir düzlemde yeni felsefeler geliştirmişlerdir.

Platon’un ve Aristoteles’in, özellikle Aristoteles’in felsefede uzun yüzyıllar boyu sürmüş olan doğrudan doğruya etkinliği artık doğal ya da dolaylı bir etkinliğe dönüşmüştür. Her üç filozof da rönesans aydınlarından kalma bir çalışkanlıkla felsefeye yönelip bir dönemin üç büyük yapı taşı oldular. Cizvitlerin La Flèche okulunda eksiksiz bir skolastik öğrenimi gören, daha sonra yoğun bir felsefe çabasına giren Descartes; İbranice, Latince ve Fransızcayı çok iyi öğrenmiş olan ve gündelik yaşamın gelgitleri dışında tüm yaşamını felsefeye adayan Spinoza yeni felsefenin öncüleri olurken ardılları Leibniz (Descartes’tan elli yıl, Spinoza’ dan on dört yıl sonra dünyaya gelmiştir) çok erken gelişmiş bir dahi örneği çizerek yeni bilimsel ve felsefi kavrayışın öncüleri arasında en önemli yerlerden birini almıştır. Leibniz’in belirttiği gibi Descartes’tan geçmeden Yeniçağ’ı kavramak nasıl zorsa bizim gibi düşünen pek çok kişinin de benimseyeceği gibi Leibniz’den geçmeden gelişim fikrini kavramak olası değildir. Yeni felsefeyi doğru olarak kavrayabilmek için bu üç filozofun bilgi dünyasına ayrıntılarıyla girmekte yarar vardır. Alman filozofu Leibniz Slav kökenli bir ailenin çocuğudur. Onun adını tam olarak söyleyebilmek bizim için güçtür. Bu konuda Almanlar bile güçlük çeker. Filozofun adını bazı kaynaklarda Leibniz, bazı kaynaklarda Leibnitz diye yazarlar. Gerçekte onun adını Alman dilinin koşulları içinde Lubenicz diye yazmak ve Leubnütz gibi okumak gerekiyordu belki de. (Yvon Belaval’e göre filozofun adı pek çok biçimde yazılabilir ve okunabilirdi: Leibniz, Leibnitz, Leibnüzius, Leibnütz, Leubnutz, Lubeniecz vb). Ancak bu yazış ve bu okuyuşların da Almancaya uyarlı olduğu kesin değildir. Slavcadaki “nicz”in Almancada “nitch” olması gerekiyordu. Bazı yazarlar onun adını Leibnitz diye yazmayı yeğlerler. Kendisi Leibniz’ i daha uygun görmüş, adını hep öyle yazmıştır.

Biz de filozofun adını Leibniz diye yazıyor ancak bu adı doğru ünleyebileceğimizi hiçbir zaman düşünmüyoruz, herhangi bir filozofun adını kendi dilinde doğru okumak gibi bir yükümlülüğümüz olmadığı için buna gerek de görmüyoruz. Dehanın ilk atılımları Gottfried Wilhelm Leibniz 1 Haziran l646’da Leipzig’de doğdu. Birkaç kuşak önce Almanya’ya yerleşmiş Slav kökenli Lutherci bir aileden geliyordu. Babası Friedrich Leibniz üniversite hocasıydı, ahlak dersleri veriyordu, aynı zamanda hukukçuydu. Annesi Catharina Schmuck bir hukuk profesörünün kızıydı. Gottfried Wilhelm babasını yitirdiğinde altı yaşındaydı. O yıl Nikolai-Schule’de ilköğrenimine başladı. Ancak yaşamının büyük bir bölümünü babasından kalan geniş kitaplıkta geçiriyordu. Kendi kendine Yunanca ve Latince öğrendi, özellikle Platon’u ve Aristoteles’i okudu, daha geniş çerçevede Eskiçağ’ın tüm filozoflarını ve skolastikleri inceledi. On beş yaşından sonra Bacon’a, Campanella’ya, Galileo Galilei’ye, Descartes’a yöneldi. l66l’de yani on beş yaşında Leipzig Üniversitesi’ne girdiğinde felsefesinin temellerini atmış bulunuyordu. Daha sonra, 1714’te yazdığı bir mektupta şöyle diyecektir: “On beş yaşlarımdayken Leipzig yöresindeki Rosenthal korusunda eskilerin ve skolastiklerin tözsel biçimlerini benimsesem mi benimsemesem mi sorusundan kurtulmak için gezindiğimi anımsıyorum.” Filozof bu genç yaşlarında daha çok Descartes mekaniğine ilgi duydu ve bu onu matematiğe yöneltti. Leibniz, Leipzig Üniversitesi’nde Jacob Thomasius’un derslerini izledi. Bu ünlü felsefe adamı felsefe tarihi alanındaki bilgisiyle Leibniz’in yetişmesine büyük katkıda bulundu.

Leibniz o sırada Bacon’la ve Descartes’la olduğu kadar Hobbes’la da ilgilenmeye başlamıştı. Bu araştırmaları sonucunda Descartes’ın mekanikçi anlayışına bağlılığı giderek artacaktır. Ancak o hiçbir zaman körü körüne bir Descartes izleyicisi olmayacak, örneğin Aristoteles metafiziğinden kalan ve Descartes’ın hiç benimsemediği sonuçsal neden fikrini yeniden felsefeye getirecektir. Bu da onun dinci bakış açısının zorunlu denebilecek bir sonucudur, her dinci bakış doğada bir ereklilik görmek ister. Oysa Descartes Aristoteles’in dört nedeninden (etkin neden, biçimsel neden, maddesel neden, sonuçsal neden) yalnızca etkin nedeni benimsemişti. Leibniz l663’te “bireyleşme” konulu teziyle üniversiteyi bitirirken de skolastik felsefeyle ilgili bir konuyu ele almaktaydı. O, bireyleşme ilkesi sorununa adcı bir çözüm getiriyordu. Evet, “bireyleşme” skolastik felsefeden kalma bir kavramdır, İbni Sina’nın metinlerini Latinceye çeviren Eucken tarafından felsefeye sokulmuştur. Leibniz de bireyleşme sorunu çerçevesinde bir varlığın yalnızca özgül bir tipe sahip olmadığını, aynı zamanda tekil, somut, uzayda ve zamanda belirgin bir varoluşa sahip olduğunu “De principio individui” adlı bu çalışmasında göstermeye çalışmıştır. Yvon Belaval bu tezle ilgili olarak şunları söyler: “Leibniz’in bakaloryasını almak için 1663 mayısında verdiği tezi “De principio individui” adcılıktan yana çıkar. Yaratılmış tözler bireysellik ilkelerini biçimde de maddede de bulmazlar, bütünsel birliklerinde bulurlar (biçim ve madde); biçimle madde, özle varoluş, türle özgül ayrım arasında ussal bir ayırma sözkonusudur; doğa kendi kendini bireyselleştirir yani ilk maddenin devinimi özel varlıkları oluşturmak için yeterlidir, çünkü şeylerin izleri Tanrı’da varoldukları sürece ölümsüzdürler.” Leibniz o yıl Jena Üniversitesi’nde metafizikçi, hukukçu, matematikçi Erhard Weigel’in derslerini izledi ve mantıkla ilgili çalışmalar yaptı. Felsefe dilini basitleştirmek ve felsefi araştırmayı matematiksel araştırmaya benzer kılmak düşüncesi onda o zamanlar oluşmaya başladı. “1663’te Jena’dan dönüşünde hukuk bilimi adına her şeyi yüzüstü bırakır. Yaptığı tarih ve felsefe araştırmalarının sağladığı kolaylıkla hukuku çok basit bulur ve kuramda oyalanmadan hemen uygulamaya geçer.

Savcı yardımcısı olan bir dostu onu mahkemeye götürür, ona okuması için kararlar bulup verir, yasa örnekleri gösterir. (.) Öğrencimiz hukuk biliminin derinliklerine erkenden girer. Yargıçlık mesleğini pek sever, ancak avukatların ayrıntıcılığından nefret eder” (Y.Belaval). 6 Şubat l664’te Leibniz annesini yitirmiş, bu yüzden Brunswick’de hukukçu olan dayısı Johann Strauch’un yanına yerleşmiş ve hukuk konularında araştırmalara başlamıştı. Aynı zamanda Altdorf’da (Nürnberg yakınları) “De casibus perplexis in jure” (Hukukta güç durumlar) adlı doktora tezini yazdı. Bu arada Nürnberg’de Rosenkreuz tarikatına girdi, tarikata girmekle kalmadı, örgütün sekreteri oldu. O sıra simyacıların çalışmalarıyla ve yapıtlarıyla ilgilenmeye başladı. Tarikattaki eğilimlerin tersine boşinanca dayalı fikirlerle ilgilenmek yerine kimya çalışmalarına yöneldi. l667’de Leibniz, Mainz Seçicisi’nin eski danışmanı olan Boineburg baronuyla dostluk kurdu, bir “Nova methodus discendae docendaeque jurispuridentiae” (Hukuku öğrenmek ve öğretmek için yeni yöntem) yazdı ve baronun önerisiyle onu Seçici’ye kendi eliyle sundu. Böylece hukukçu Lasser’le birlikte çalışma olanağı sağladı. Bu kitap hukuk öğretiminde yeni bir yöntem önerirken hukuka kesinliği ve apaçıklığı getirmeyi amaçlıyordu. Leibniz’in o günleriyle ilgili olarak E. Boutroux şöyle der: “Onun Nürnberg’de kalmaktan sağladığı en büyük yarar 1667 ilkyazında Almanya’nın en seçkin devlet adamlarından biri olan Boineburg baronuyla yani Mainz seçicisi Johann Philippe’in eski birinci özel danışmanıyla tanışmak ve böylece büyük bir güç kazanmak oldu.

Siyaset adamıyla bilgin arasında birdenbire çok değerli bir yakınlık kuruldu: o zamana kadar okulların dar çerçevesini aşamamış olan Leibniz dostunun yardımıyla toplum ve siyaset yaşamının geniş alanına girdi.” Paris yolculuğu ve son çalışmalar l667-l668’de “Confessio naturae contra atheistas” (Tanrıtanımazlara karşı doğanın tanıklığı) adlı yapıtını yazdı. 1668’de yayımlanan bu tantanalı başlıklı kitabında Leibniz tıpkı Bacon gibi az felsefenin insanı dinden edeceğini ve yeterli felsefenin ya da çok felsefenin dine bağlayacağını savundu. Boineburg’un aracılığıyla yayımlanan bu yapıtında filozof ayrıca Hıristiyan kiliselerinin birleştirilmesi için görüşler öne sürüyordu. Leibniz l669 yılını çeşitli siyasal ilişkiler içinde geçirdi. O yıl ilginç bir kitap yayımladı: “Defensio trintitatis per nova repeta logica” (Yeni mantıksal buluşların ışığında teslisin savunulması). Leibniz l670’de Mainz Seçicisi’nin sarayına danışman olarak atandı. Bu sırada Boineburg baronunun isteği üzerine bir XVI. yüzyıl insancısının, Marius Nigolius’un bir yapıtını yeniden baskıya hazırladı. “Antibarbarus” adlı bu yapıt skolastik düşünceye yönelik bir eleştiriydi. Yazar bu kitabında yeni düşünceyi savunuyor, skolastik düşünceyi yerden yere vuruyordu. Leibniz bu kitaba yazdığı önsözde yazarın aşırılıklarını belirtmekten geri kalmadı. 1672’de iki fizik kitabı yayımladı: “Theoria motus abstracti” (Soyut devinim kuramı) ve “Theoria motus concreti” (Somut devinim kuramı). Bunlardan soyutla ilgili olanı Londra krallık topluluğuna, somutla ilgili olanı Fransız bilimler akademisine sunuldu. Leibniz her iki kitabında sonsuzküçük hesabını fiziğe uygulamaya çalışmıştır.

Bu kitapların asıl önemi Descartesçı öğretiye yönelttikleri eleştiriden gelir. Descartes’ın uzam kavrayışı Leibniz’in düşünce dünyasına ters düşer. Descartes’ın öğretisinde uzam maddenin özüdür. Descartes uzamı “içsel yer” diye adlandırıyor, uzamda içerilmiş cismin uzamdan ayrılığı yalnızca düşüncemizden gelir diye düşünüyordu. Ona göre uzamı oluşturan şey cismi de oluşturan şeydi. Bu görüş elbette Hıristiyan dogmalarına aykırıdır. Leibniz sorunu şöyle koyuyordu: uzam cisimlerin özü olamaz, cisimde daha üst düzeyde bir şeylerin bulunması gerekir. Uzamdan bağımsız olan bu şey de tözdür. Leibniz böylece yeni bilimsel düşünceden uzaklaşmaksızın eski felsefenin töz kavrayışına bağlanıyor, ruhsal olanla cisimsel olanın varlığını ayrı ayrı belirleyerek bu iki şey arasına bir geçiş yeri koyuyordu. Böylece hıristiyan inancının dogmaları da zedelenmemiş oluyordu. Leibniz’e göre zaman nasıl art arda gelişin düzenini veriyorsa uzam da yan yana gelişin düzenini veriyordu. Leibniz l672’de diplomatik bir amaçla Paris’e gitti. Amacı Fransa kıralı Louis XIV’ü Mısır’ı ele geçirmesi için yönlendirmekti. Bu girişim Osmanlı İmparatorluğu’nun ortadan kaldırılması yolunda önemli bir adım olacaktı. Tasarının temelinde Almanya için tehlike saydığı Louis XIV’ün gücünü kırma düşüncesi yatıyordu.

Filozof Paris’te Haçlı Seferleri döneminin çoktan kapandığı gibi bir yanıt almakla düş kırıklığına uğradı. Y.Belaval bu konuda şunları yazar: “1672! Leibniz bu yılı kaç kez acı çekerek anacaktır. Paris’e yeni varmıştır, 6 Mayıs günüdür, Louis XIV Hollanda’ya savaş açar. Bundan böyle Mısır’a sefer düzenleme tasarısını kim umursayacak! 21 Haziran’da Pomponne Haçlı Seferleri’nin Saint Louis’den bu yana anlamını yitirdiği yanıtını verir.” (Fransızların Mısır karşısındaki duyguları oldukça çelişiktir. Onlar hem Mısır’ı ele geçirmek isterler, hem de Osmanlılarla arayı bozmak istemezler. Sonunda Talleyrand’ın öngörüsüyle ve Bonaparte’ın girişimiyle 5 Mart 1789’da Mısır seferine girişirler. 23 Temmuz’da Kahire düşer. Ancak bir süre sonra Fransızlar çeşitli nedenlerle Mısır’dan çekilirler.)

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir