Leo Panitch – Küresel Parlama Noktaları

Socialist Register dergisinin 1964’te kurulmasını takip eden yaklaşık yirmi yıl süresince, yani her sayıda belli bir konunun ele alınmasının kararlaştırıldığı 1980’lere gelinceye değin, derginin kapağında “hareketlerin ve fikirlerin bir incelemesi” ifadesi yer alıyordu. Bu incelemeyle kastedilenin, komünist ve sosyalist partilerle işçi hareketleri, gelişmekte olan yeni toplumsal hareketler ve Üçüncü Dünya’daki ulusal kurtuluş hareketleriyle sol ulusalcı kuvvetlerden meydana gelen siyasi topografya olduğu düşünülebilir. Günümüzde bu topografya köklü biçimde değişmiş, günümüzün hareket ve fikirlerini sosyalist bir bakış açısıyla yerli yerine oturtmayı amaçlayan herhangi bir girişim altından kalkılması zor bir görev hâline gelmiştir. Her şeye karşın, neoliberal karşıdevrimin başlamasından otuz, ABD emperyalizminin yeniden varlığını açıkça hissettirmesinden yaklaşık on yıl sonra, bu zorlu görevi üstlenmek gerekiyor ve Socialist Register’ın elinizde tuttuğunuz 44. sayısında bunu yapmaya çalışıyoruz. Neoliberalizmin ve emperyalizmin karşı karşıya olduğu biriken çelişkiler yumağı günümüzün koşullarını belirliyor. Gerek kapitalist küreselleşme dalgasının denizdeki bütün tekneleri yukarı kaldırmadığı, gerekse Amerikan imparatorluğunun askeri kudretini istediği gibi kullanamadığı giderek belirginleşiyor. Neoliberal projenin ve emperyal Yeni Amerikan Yüzyılı Projesinin ilan edilmesinde sergilenen kendinden emin gövde gösterisinin aslında ne kadar kof olduğunun iyice ortaya çıkması, kapitalist siyasi ve iktisadi güç yapısında önemli çatlaklar oluştuğunu gösteriyor. Neoliberalizm iktisat alanında hızını kaybetmemiştir ve ABD imparatorluğunun temelleri sapasağlam yerinde durmaktadır, ancak gerek gerici gerekse ilerici, hatta bazı olaylarda potansiyel olarak sosyalist nitelikteki direniş ve meydan okumalar gün geçtikçe yaygınlık kazanıp güçleniyorlar. Ne tuhaftır ki, yaşanmış onca acıya ve tahribata karşın (ki bahsettiğimiz direnişler ve meydan okumalar, ödenen bu ağır bedele gösterilen tepkinin bir sonucudur), eski sömürgeciliğin vahşileri uygarlaştırma misyonunun (böylece ıslah edilmiş olacaklardı) yeni bir uyarlaması olarak, emperyalizmle neoliberalizmi hayırseverlik ve cömertlik makyajıyla süslemeye çalışan ve hatırı sayılır sayıda düşünürün desteğini arkalarına alan, yüksek mevkileri işgal etmiş insanlar bulunmaktadır. Örneğin, hâlihazırda İngiltere Başbakanı olan Gordon Brown 2005’te şöyle diyordu: “Britanya’nın sömürgeci tarihi yüzünden özür dilemek zorunda olduğu günler artık geride kaldı… Britanya’da doğup dünyanın geri kalanını etkileyen İngiliz değerlerinden, … hoşgörü, hürriyet, yurttaşlık görevi değerlerinden bahsetmeliyiz; bahsetmeye hakkımız da var”. Köle ticaretinin yasaklanmasının 200. yılı vesilesiyle yapılan kutlamalarda genellikle William Wilberforce ile Britanya devletinin yürüttüğü hayırseverlik çalışmalarından özellikle bahsedilirken, Haiti’de olduğu gibi köleliğe karşı ayaklanıp, Avrupalı köle tüccarları ile sömürge devletlerdeki köle sahiplerinin yüzlerine karşı insan olduklarını haykıran Afrikalıların rolü görmezden gelindi. Çağdaş sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe karşı verilen cesur mücadeleler, tarihin, geçmişin ve bugünün nasıl utanıp sıkılmadan çarpıtıldığını gözler önüne seriyor. Ancak bizim bu derlemedeki amacımız, özellikle Ortadoğu ve Latin Amerika üzerine odaklanarak, emperyalizmle neoliberalizme karşı gösterilen tepkinin güncel “parlama noktaları”nı üreten siyasi kuvvetlere dair dikkatli ve isabetli çözümlemeler sunmak.


Bu tür “parlama noktaları”nın yoğunlaştığı bu iki önemli bölgeden birinde imparatorluğun, diğerinde ise neoliberalizmin çelişkileri ön plana çıkıyor –emperyal gücün ve neoliberal küreselleşmenin çelişkilerinin (ve bunlara gösterilen tepkilerin) doğal olarak her iki olayda da birbiriyle bağlantılı olduğunu aklımızdan çıkarmıyoruz. Hedefimiz, bu tepkilerin altında yatan siyasetin taşıdığı potansiyellerin yanı sıra sınırlılıkların da ayrıntılı bir şekilde irdelenmesini sağlamak. Bu sayının ilk makalesinin bize hatırlattığı gibi, Ortadoğu’da (Bush’un “teröre karşı savaş” açması sayesinde artık her yerde) yaşanan cepheleşmeyi, “İslamcılık”la (hatta “İslam”la) “Batı”nın karşı karşı gelmesiymiş gibi göstermek, ideolojinin, tarih ve akıl karşısında zafer kazanmasına izin vermek anlamına gelir. Radikal İslamcılığın yükselişinin yanı sıra Filistin’den Endonezya’ya kadar Müslüman ülkelerde radikal laik kuvvetlerin yok edilmesi için gereken koşulların yaratılmasında, Batı’nın çıkarlarının ve Batılı devletlerin payı olduğu unutuluyor; halkların insanlardan meydana geldiği, aralarında farklılıklar olduğu ve doğal haklara sahip oldukları, içlerinde laik ve ilerici kuvvetlerin de bulunduğu gerçeği, her şeyi kapsayan “Müslüman” etiketiyle siliniyor. Dinin siyasi rolü asla “doğal” olmayıp, dinin Ortadoğu bölgesinde oynadığı rolü irdeleyen iki makalemizde yeterince gösterildiği üzere, iç ve dış tarihsel kuvvetlerin bir ürünüdür. Emperyalizm karşıtlığının günümüzde giderek artan bir biçimde İslami siyasi güçler aracılığıyla ifade edildiği bir gerçektir (Derginin, İsrail kuşatması karşısında Filistin direnişinin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini inceleyen makalesi buna işaret etmektedir). Solun mevcut duruma yönelik ciddi çözümlemelerinde, bu gerçeğin sosyalist ve feminist bakış açısından doğuracağı sonuçlarla samimiyetle yüzleşilmelidir. Türkiye ile ilgili makalede anlatılan yeni İslamcı kapitalistler örneğinde görülebileceği üzere, günümüzün çeşitli siyasal İslam biçimleri arasında neoliberalizmle benzer yönleri olanların da bulunduğunun farkına varılması gerekiyor. Irak’ta Amerikan imparatorluğunun tarihinin en büyük başarısızlığıyla (Vietnam’dan da büyük bir başarısızlıkla) karşı karşıya bulunduğu daha şimdiden söylenebilir. Vietnam’ın aksine Irak, eski bir emperyal gücün ardından ortalığı temizleyip, komünizmin yayılmasını kontrol altına almak amacıyla yapılmış bir saldırı değildi. Tersine Irak, Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin ilk adımı olacaktı; II. Dünya Savaşı’nın ardından Almanya ile Japonya’nın işgal edilmesi kadar iddialı bir girişim olan Irak işgalinin hedefi, ülkeyi yeniden şekillendirerek Amerikan imparatorluğunun bir parçası hâline getirmekti. Bu projenin bozguna uğratılmasının önemi hiç de azımsanamaz, ancak burada bile (makalelerden birinde kullanılan ifadeyle) İslamcı emperyalizm karşıtlığının aykırı doğası dikkatli ve dengeli bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Irak hakkındaki makalemiz, yaşanan çatışmanın mezhepler arası bir iç savaş olarak görülemeyeceğini ısrarla vurguluyor; bu çatışma, Bush yönetimi ile Irak’ın hâkim ve yönetici sınıfları arasındaki siyasi güç ve iktisadi çıkar bağıntısının, direniş karşısında kendisini nasıl açıkça ortaya koyduğunu yansıtmaktadır. Günümüz emperyalizminin gerçekliğini ve sınırlarının bazılarını tüm açıklığıyla gözler önüne seren bölge Ortadoğu olduysa, geçtiğimiz on yılda neoliberalizmin mizacını ve sınırlılıklarını tüm çıplaklığıyla ortaya koyan yer de Latin Amerika olmuştur.

Latin Amerika ülkelerinde birbiri ardına ön plana çıkan siyasi kuvvetler, daha iyi bir dünya özlemiyle ihtiyacını siyasi gündemin bir parçası hâline getiren, hatta kendi liderlerini devlet iktidarına taşıyan tabi sınıfların tarih yazabilecek güce hâlâ sahip olduklarını bir kere daha göstermiştir. Latin Amerika’nın “pembe dalga”sının 1 getirdiği dönüşüm imkânlarını inceleyen makalede şöyle deniliyor: “Latin Amerika’nın şu an gelmiş olduğu toplumsal ve siyasi mücadele aşaması, solcu toplumsal hareketler, devlet ve küresel kapitalizm arasındaki ilişkinin değişmekte olduğunun altını çizmektedir”. Ne var ki, işin içindeki siyasi kuvvetlerin çok farklı siyasi projeleri bulunuyor; bu projelerden her birinin sınırlarını, taahhütlerini ve sunabilecekleri şeyleri de yine sosyalist bir bakış açısıyla dikkatli ve dengeli bir şekilde çözümlemek gerekmektedir. 1 Pembe dalga: Latin Amerika ülkelerinde birbiri ardına iktidara gelen sol eğilimli ya da sosyal demokrat partilerin, “Washington uzlaşması” ile tanımlanan neoliberal politikalardan ve ABD güdümlü dış politika uygulamalarından uzaklaşmasını ifade eden bir deyiş –çev. Dikkatler doğal olarak Chavez’in Venezüella’da izlediği “21. yüzyıl sosyalizmi” projesine ve kendisini devirmeyi amaçlayan ABD destekli girişimleri birer birer bozguna uğratmasına çevriliyor. Venezüella’da olanlara sıcak bakan, ancak farklı bakış açılarıyla yazılmış iki makaleye yer veriyoruz. Latin Amerika’nın en büyük ülkesi olan Brezilya, güçlü Topraksız Tarım İşçileri Hareketi’nin önderlerinden João Pedro Stédile ile yapılmış kapsamlı bir röportajla kitapta kendisine yer buluyor. Bu röportaj, dolaylı da olsa devlet başkanı Lula da Silva’nın İşçi Partisi hükümetine yönelik eleştirel bir yoruma vesile oluyor. Bir başka makalede, Bolivya devlet başkanı Evo Morales’in Sosyalizm Hareketi hükümeti, bu ülkedeki Topraksız Köylüler Hareketi deneyiminin ışığında eleştirel biçimde değerlendiriliyor. Ardından, Arjantin’de Kirschner yönetiminin uyguladığı “demokratik” neoliberalizmin, işsizler hareketinin “aşağıdan” yükselen protestosunu önemli ölçüde kendine çekerek etkisizleştirdiğini savunan bir makale geliyor. Latin Amerika’daki direnişin, özellikle Meksika’da güçlü bir etki yaratmış olan yönleri üzerine odaklanan iki makaleye daha yer veriyoruz: İlk makale, en iyi bilinen örneğinin Chiapas’taki Zapatistalar olduğu bu direnişin güçlü “yerli” uğrağını ele alırken, diğer makaledeyse Öğretmenler Sendikası’nı desteklemek amacıyla tabandan yükselen bir işçi sınıfı ayaklanması sonucunda 2006’da yaşanan Oaxaca Komünü’nün sıradışı deneyimini inceliyor. Her ne kadar yerel/bölgesel niteliğinden ötürü bazı soru işaretleri taşısa da, gerek soldaki reformist partilerin seçimciliğine2 , gerekse “iktidar olma”ya karşı çıkan Zapatistaların boykotçuluğuna3 alternatif bir model sunması ölçüsünde, Oaxaca Komünü deneyimi hakkındaki makalenin ulaştığı sonucun önem taşıdığını düşünüyoruz: “Mevcut kapitalist devlet aygıtını idare etmeye talip olmak ile bu aygıtı görmezden gelmek arasında stratejik bir tercih yapılması gerektiği düşüncesi yanlıştır. Bu, hatalı bir ikili karşıtlıktır. Önümüzdeki asıl stratejik görev, halk ayaklanması ve aşağıdan yükselen örgütlenme biçimleri aracılığıyla iktidarın karakterini dönüştürmektir.

İnsanların, toplumu dönüştürürken aynı zamanda kendilerini de dönüştürmelerinin ve yönetimi üstlenmelerinin yegâne yolu budur”. 2 Seçimcilik (elektoralizm): Demokrasiyi düzenli seçimler yapılmasıyla bir tutan, seçimleri kazanmanın halk gözünde meşruiyete sahip olmanın yeterli ve yegâne koşulu olduğunu kabul eden yaklaşım –çev. 3 Boykotçuluk (abstentionizm): Seçimlere katılıp, oy vermeye karşı olma –çev. Her ne kadar direnişin en göze çarptığı coğrafyalar Ortadoğu ve Latin Amerika olsa da, başka yerlerdeki direnişler de önem taşıyor. ABD’de yaşayan 6 milyon Latin kökenli işçinin daha önce benzeri görülmemiş bir biçimde 1 Mayıs 2006 gösterilerine katılması, “imparatorluğun hasat zamanı” olarak değerlendirilebilir. Konuyla ilgili makalemizde bu gelişmenin, göçmen işçilerin temel haklarının dahi inkâr edilmesi karşısında ortaya çıkan (kimileri yeni) çok çeşitli örgütlenme biçimlerinin bir sonucu olduğu gösteriliyor. Doğu ve Batı Avrupa’daki önemli tepkilere değinen iki makaleye yer veriyoruz. Bunlardan ilki, merkez-sol hükümetin sistemli yalan söyleme tutumunun ortaya çıkmasını ve hükümetin uygulamaya geçirdiği radikal kemer sıkma politikalarını takiben 2006’da Budapeşte’de patlak veren isyanları ele alıyor. Doğu Avrupa halklarının, neoliberalizmin gerek yaşam standartlarında gerekse kendilerine olan saygıları üzerinde yarattığı tahribatlara karşı gösterdikleri karmaşık ve sıklıkla da gerici tepki, bu isyanların ayırt edici özelliği olan “yabancı düşmanı, Yahudi karşıtı, Batı karşıtı, göçmenlere karşı tahrikler” biçiminde tezahür ediyor. Diğer makalede, 2005-2006 yıllarında Fransa’da neoliberalizme karşı direnişin üç önemli halkası (Avrupa Anayasasına “Hayır” oyu kampanyası, Fransız banliyölerinde yaşayan genç göçmenlerin isyanı ve öğrencilerin başını çektiği iş yasası reformuna karşı çıkan hareket) ele alınarak, bu üç olayın oldukça farklı ve çok daha umut verici özellikleri inceleniyor. Fransa’da yaşananlar, bir yandan “Fransız sosyal modeli”nin yavaş yavaş dağılması, öte yandan da Sarkozy’nin 2007 seçimlerinden zaferle çıkmasına yol açan etkenler bağlamında değerlendiriliyor. Bu sayının son bölümünde, 2006 yılı Aralık ayında Londra’da düzenlenen Historical Materialism/Socialist Register konferansının “Keynesçi ve Marksçı neoliberalizm eleştirileri arasındaki farklar nelerdir?” başlıklı oturumuna yapılan katkılarla başlayan neoliberalizm konulu bir sempozyuma yer veriyoruz. Bir bütün olarak bakıldığında bu makaleler, neoliberal projenin, etkin bir direnişin mutlaka hesaba katmak zorunda olduğu bir tutarlılığa ve güce sahip olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ayrıca bu makalelerde, dünya ticaretinde dengesizliklerin artması, askerî işgallerin ters tepen niteliği, giderek katlanılmaz hale gelen eşitsizlikler, özelleştirilen tekellerin etkinlikten uzak olmaları, küresel bir ekolojik krizin önüne geçilememesi ve neoliberal projenin benzer çelişkileriyle maliyetleri ortaya seriliyor; gerek sol çözümlemelerin, gerekse tüm bu olumsuzluklara karşı yürütülen mücadelelerin sınırlılıkları da vurgulanıyor. Eski sosyalist ve komünist partilerin (ve eski siyaset yapma tarzının) tükenmesinin ya da bastırılmasının geride bıraktığı boşlukta ortaya çıkıp gelişen bu mücadelelerin çoğu, gerek bakış açıları ve cesaretleri, gerekse geçmişte yapılan hataları tekrarlamaktan ve geçerliliğini yitirmiş örgütlenme biçimlerini benimsemekten kararlı biçimde uzak durmaları nedeniyle takdir edilmeyi hak ediyorlar.

Öte yandan , eski partilerin yapmaya çalıştıkları (seçmenleri eğitmek, iktidarı ulus olarak sahiplenmek, devleti dönüştürmek, hem özyönetimi uygulayabilmek hem de temsilcileri hesap verir hale getirmek için halkı güçlendirmek gibi) kimi şeyleri gerçekleştirmenin yeni ve daha iyi yollarını bulmak gerekiyor. Bunlar olmazsa direniş yalnızca direnişten ibaret kalır, bir adım dahi ileri gidilemez. Kapitalizmi aşma görevi hâlâ bizleri bekliyor. Katkıda bulunan yazarlara içtenlikle teşekkür ederken, her zaman yaptığımız üzere bizlerin olduğu gibi katılımcıların da bu sayıda dile getirilen görüşlerin hepsine tamamen katılmalarının gerekli olmadığını belirtmek istiyoruz. Güçlüklere rağmen bu sayının başarıyla yayımlanmasında önemli roller üstlenen pek çok kişiye de teşekkürlerimizi sunmak istiyoruz: Editör yardımcısı Alan Zuege’ye, kapak tasarımını yapan Louis Mackay’e, Merlin Press’teki çalışma arkadaşlarımız Adrian Howe’a ve bu girişin hazırlanmasındaki katkılarından ötürü Tony Zurbrugg’a, João Pedro Stédile röportajıyla önemli bir katkıda bulunan, Barbara Schijman’dan çevirmenlik hizmeti alınmasını sağlayan ve kitabın Latin Amerika bölümünün hazırlanmasında bize yardım eden dostumuz ve Latin Amerika bölümünün editörü Atilio Borón’a özel bir teşekkür borçluyuz. Son olarak, Socialist Register’ın geleceğini ilgilendiren önemli bir gelişmeyi duyurmak istiyoruz. Farklı kıtalardaki genç sosyalist kuşaklar arasında varlığımızı güçlendirmek amacıyla bizimle editörlük görevini paylaşmayı kabul eden Toronto’dan Greg Albo, New York’tan Vivek Chibber ve Londra’dan Alfredo Saad-Filho üç yeni ortak editörümüz olarak seçildiler. Teklifimizi kabul etmeleri bizi çok sevindirdi ve katkılarıyla Socialist Register’ın önümüzdeki yıllarda niteliğinden taviz vermeksizin güçlü bir gelişme göstermesini sağlayacaklarına inanıyoruz. Ayrıca, yeni editörlerimizin, bu sayının planlanması aşamasında olduğu gibi, katkıda bulunan ve ilgili tüm editörlerin desteklerini her zaman yanlarında hissedeceklerine eminiz. Temmuz 2007 İslam, İslamcılıklar ve Batı Aijaz Ahmad Kimlik siyaseti, en geniş anlamıyla, günümüzde bir norm [düzgü] hâline gelmiş; hem sağı, hem solu, hem de liberal merkezi etkisi altına alarak siyasetin fiili idaresinde olduğu gibi kuram ve çözümlemelerde de çeşitli kılıklarda bizi çepeçevre kuşatmıştır. Kültürcülük ya da toplumsal varoluşun asli ve belirleyici halinin kültürden oluştuğu görüşü, bu kimlikçiliğin bir yan ürünüdür. Siyasetle dinin birbirini beslediği her yerde, din kültürle ve kültür de dinle eş anlamlı hale gelir. Örnek vermek gerekirse, eşitlikçi siyasetin İslamiyet ile Hıristiyanlığın her birine özgü mıntıkalar dâhilindeki hareket alanı söz konusu olduğunda, solun bu ikisi arasındaki temel farklılığı din, kültür ve medeniyete ilişkin bir söylem kılığında ortaya koyabilmesi bu özdeşlik sayesinde mümkün olur. Öte yandan, en pişkin jeopolitik reçeteleri sağ sunmaktadır. Müslümanların çoğunlukta olduğu, bundan yaklaşık on yıl öncesine kadar kısaca “Müslüman ülkeler” olarak adlandırılan ülkelere bugün “İslam ülkeleri” deniliyor.

Böylece, tanımlama, yalın bir demografi meselesinden çıkarak daha dar bir dini inanç meselesine kaymış oluyor. Müslümanlar arasında bu iki terim birbirinden ayrı tutulmalı. Müslüman olmak genellikle Müslüman bir ailede; en azından daha geniş (Mısırlı, Nijeryalı, Lübnanlı ya da buna benzer) bir milli kültür içinde Müslüman bir altkültür ortamında dünyaya gelmeyi ifade eder. Öte yandan, din, insanın özgül (bu nedenle de dil, bölge, gelenekler, sınıf ve benzeri şeylerle derinden bağlantılı olan) karmaşık toplumsal kimliğini oluşturan çok sayıdaki bileşenden biri olarak yaşanır; dini âdetler büyük ölçüde yerel ve kişisel olmaya devam eder. Bu altkültürel Müslümanlık bağlamsaldır; şekillenmesinde tarihin, coğrafyanın, siyasetin, daha büyük bir çokdinli ortamın, maddi yaşamın sayısız ritminin derin etkisi vardır. Hindistan’ın Batı Bengal eyaletinde Bengalce konuşan bir Müslüman olmakla, komşu ülke Bangladeş’te Bengalce konuşan bir Müslüman olmak aynı şey değildir; yakın çevrenin belirleyici bir etkisi bulunur. Bu Müslüman altkültürel varoluşun dini boyutu, mezhepsel ve ideolojik özelliklerin farklı tezahürlerinde görülebilir: Örneğin, Şii ve Sünni mezhepleri ya da Şiilerin çeşitli alt mezhepleri; Vahhabiler ve Ahl-e-Hadith gibi Sünnilerin daha tutucu olan alt mezhepleri; dinin bazı kurallarını zorlayan Sufi geleneğe meyledebilecek diğer mezhepler; hatta laik milliyetçiliğe, komünizme, bilinemezciliğe [agnostisizm], tanrıtanımazlığa [ateizm] ve benzerlerine meyilli olanlar bile varoluşsal bakımdan kendilerini İslam altkültürünün değil, Müslüman altkültürünün bir parçası olarak hissederler. Dünyanın en büyük Müslüman nüfusuna sahip ülkesi Endonezya’da, nüfusun büyük bir kesiminin gündelik yaşam kültürü Hinduizmin ve bazı yerlerde de Budizmin dikkat çekici izlerini taşır. Hindistan, dünyada en fazla Müslümanın yaşadığı ikinci ülkedir ve Hindistan Antropoloji Araştırmaları tarafından yayımlanan kapsamlı araştırmalar, ülkenin herhangi bir bölgesinde (örneğin Güney’de Kerala’da, Doğu’da Batı Bengal’de, Kuzey’de Uttar Pradesh’te) yaşayan Müslümanların gündelik kültürel uygulamalarının yüzde 80’den fazlasının aynı bölgede yaşayan Hindu komşularıyla aynı olduğunu, ülkenin uzak bölgelerindeki Müslümanlarla pek az ortaklık taşıdığını ortaya koymaktadır. İbadet usullerinin bazıları uzakta yaşayan dindaşlarıyla aynıdır ve siyaset alanında ülkeyi bir girdabın içine çeken Hindu çoğunluk yönetiminin toplulukçuluğuna [komünalizm] karşı ortak bir korku beslerler. Dünyanın üçüncü büyük Müslüman ülkesi olan Bangladeş, ortak dinin bir ulus-devlet oluşumu için yeterli temel olduğu fikrini (yani Pakistan “fikri”ni) reddeden laik bir milliyetçilik anlayışı doğrultusunda, yaklaşık kırk yıl önce meydana getirilmiştir. Aynen ulemanın büyük çoğunluğunun 1947 yılında Pakistan’ın yaratılmasına çeşitli nedenlerle karşı çıkması gibi, İslamcılar da Bangladeş’in yaratılmasına karşı çıkmışlardır. Bangladeş’te ürkütücü bir İslamcı hareketin ortaya çıkışı yakın geçmişte olmuştur ve büyük ölçüde, ilk kez Carter yönetimince Afganistan’da komünizm karşıtı bir cihat başlatmak için oluşturulan silahlı İslamcı militanlığın giderek küreselleşmesiyle ilgilidir. Bu örnek, bu tür dini ve kültürel kimlikler yaratılmasının ve yok edilmesinin ne kadar siyasi saiklere bağlı, tarihsel olarak koşullu ve ideolojik açıdan kurgusal olduğunu gösterir. Bütün dünya Müslümanlarının birliğini amaçlayan Endonezya halk İslamı; laik, çokdinli Hindistan’da yaşamış çeşitli Müslüman altkültürleri; Pakistan’ın yaratılmasına ideolojik gerekçe sağlayan “Müslüman milliyetçiliği”nin aşırılıkları; laik bir ulus olarak Bangladeş’in yaratılmasına yol açan Doğu Pakistan’ın dilsel milliyetçiliğinin tutarsızlığı; bu örneklerin hepsi, yönetim şekline veya kültüre içkin bir İslami nitelik atfetmenin ne kadar yanıltıcı olabileceğini gösteriyor.

Tüm bu halklardan “İslam” ülkeleri diye bahsedilmesi, genel olarak İslamcılığın özgüllüğünü ve özgünlüğünü görmezden gelmek, Müslüman insanların hiper-İslamcı olduklarını farz etmek, Şarkiyatçılar [Oryantalist] kadar dinci sağın da propagandasını yaptığı, kültürün (dolayısıyla toplumsal varoluşun ve siyasi kaderin) kurucu unsurunun din olduğu görüşüne boyun eğmek anlamına gelecektir. TOPLUMLARIN İSLAMCILAŞTIRILMASI: AFGANİSTAN’DAN IRAK’A İslamcı köktendinciler [fundamentalist], yasal yapılar, toplumsal normlar, hâkim eğitim sistemleri, popüler kültürler ve benzeri şeylerin açıkça İslami olmaması nedeniyle bu ülkeleri İslami olmamakla suçluyorlar. Böylece, İslamcılaştırma projeleri açıklığa kavuşuyor: Bu ülkeler Müslümanlar, ancak aynı zamanda İslami yapılmaları da gerekiyor. Sünni köktendincilere göre, ağırlıklı olarak Şiilerden oluşması gibi basit bir nedenden ötürü İran İslami değildir. Pek çok el Kaide üyesinin içinden geldiği yeni Vahhabi muhalefetine göre, ne Suudi Krallık Ailesi ne de ona meşruiyet kazandıran dinsel yapılanma İslami olarak adlandırılabilir; Suudi Arabistan’ın hakiki İslam adına yeniden fethedilmesi gereklidir. Yeri geldiğinde bu olguların tarihsel kökenlerine geri döneceğim. Şimdilik, 1970’lerin ortalarından itibaren birçok ülkede fazlasıyla öne çıkmaya başlayan çeşitli İslamcı öbeklenmelerin ayırt edici özelliğinin, birbirleriyle bağlantıları olmayan bu oluşumların neredeyse hepsinin kendi ulusal ortamları içinde büyümeleri ve kendi ulusdevletlerini dönüştürmeyi amaçlamaları olduğunu söylemekle yetineceğim (Bunun önemli bir istisnası, 1920’lerde Mısır’a özgü bir olgu olarak ortaya çıkan, ancak daha sonra 1950’lerde Nasır tarafından bastırıldığında bazı Körfez rejimleri tarafından himaye edilen ve çeşitli ülkelerdeki kollarıyla giderek pan-Arap bir olgu hâline gelen İhvanül Müslimin, yani Müslüman Kardeşler örgütüdür). Gerek 1979 Kasım’ında Mekke camisini ele geçirerek dünya medyasında sansasyon yaratan Suudi Arabistan’daki yeni Vahhabi grup olsun, gerek Enver Sedat’a suikast düzenleyerek o dönemin en çarpıcı eylemini gerçekleştiren Mısır’daki çeşitli (ortak bir adlandırmayla Cemaat-ül İslam olarak anılan) İslamcı gruplar olsun, gerekse devlet öncülüğünde İslamcılaştırma sürecini başlatan Pakistan’ın asker kökenli diktatörü Ziya ül Hak’a düzenlenen suikastı gerçekleştiren grup olsun; bu özellik hepsi açısından geçerlidir. Vahhabi otokrasisine rağmen doğal olarak Suudi rejiminin sadık bir destekçisi olan ABD, Truman doktrininin ilanından itibaren çeşitli ülkelerdeki İslamcıları, komünizme ve radikal laik milliyetçiliğe karşı sistemli biçimde desteklemişti. Endonezya ve Cezayir, Filipinler ve Sudan, tabii ki Mısır ve Suudi Arabistan gibi farklı ülkelerde faaliyet gösteren bu gruplardan birçok kişiyi bir araya toplayıp, Sovyetler’in doğrudan müdahalesi gerçekleşmeden bir hayli zaman önce onları Afganistan’da komünizmle savaşacak ve (Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Brzezinski’nin ifadesiyle) Sovyetler Birliği’ni çatışmanın içine çekecek iyi eğitimli, sağlam finansman kaynaklarına sahip, iyi teçhizatlanmış bir kuvvet hâline getirmiş olması, Carter yönetiminin büyük başarısı oldu.1 Günümüzde “İslami terörizm”, hatta bazıları tarafından “İslami faşizm” olarak adlandırılan olgu doğrudan bunun sonucudur. İran İslam Cumhuriyeti, bu gelişmelerden tamamen bağımsız olarak yaklaşık aynı tarihlerde ortaya çıktı, ancak Saddam’ın İran’ı, İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi, Afgan mültecilerin İran’a akın etmesi ve benzeri çeşitli baskıların etkisiyle daha geniş bir bölgesel şekillenmenin içine doğru çekildi. Lübnan’daki Hizbullah “Afganlı Araplardan” (Afganistan’da savaşmaları için CIA’nin 2 devşirdiği Arap kökenli cihatçılardan) bağımsızdı ve hâlâ da öyle olmayı sürdürüyor; bu unsurların Lübnan’da bulunan kimi Filistin kamplarına sızmaları yeni bir gelişmedir ve Hizbullah buna karşı çıkmaktadır. İslamcı partiler Pakistan’da çok daha eski bir geçmişe sahip, ancak içinde bulundukları marjinal konumdan sıyrılıp Pakistan toplumunda merkezî bir konuma yerleşmeleri, muazzam maddi ve örgütsel kaynaklara kavuşmaları, Afgan cihadının Pakistan topraklarından idare edilmesi sayesinde olmuştur – bu partiler, daha sonraları Taliban hâline gelecek örgütlenmenin ideolojik oluşumunda başrole sahip olacaklardı. 1 Brzezinski, 15-21 Ocak 1998 tarihleri arasında Le Nouvel Observateur’da yayımlanan röportajda şöyle diyordu: “Sovyetler’in sınırı resmen geçtikleri gün Carter’a şöyle yazmıştım: Şu anda SSCB’ye kendi Vietnam savaşını yaşatma şansımız doğdu.

… Dünya tarihinde bundan daha önemli bir olay var mı? Taliban mı, Sovyet imparatorluğunun çökmesi mi? Müslümanların biraz tahrik edilmesi mi, Orta Avrupa’nın kurtulması ve soğuk savaşın sona ermesi mi?” 2 ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı –çev. Afgan cihadı sona yaklaşırken, bu kadroların bir kısmı önce Keşmir’e ve ardından da Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu Orta Asya’daki Sovyet cumhuriyetlerine, Çeçenistan’a, Bosna’ya ve başka yerlere sızıyorlardı. Bu deneyimli kadroların Afgan cihadının sona ermesinin ardından devreden çıkarak kendi ülkelerinde kargaşa yaratmak için serbest kalması ve günümüzde el Kaide denilen gevşek ilişkiler ağını sürdürmesi, ABD’nin bu stratejisinin uzun dönemli sonuçları oldu. “El Kaide” teriminin kökenleri pek belirgin değildir. Asıl olarak komünizm karşıtı Afgan cihadı sırasında yabancı ülkelerden gelerek bir araya toplanan cihatçı gruplarda yer alanların isimlerinin ve bunlara yapılan ödemelerin tutulduğu kayıt defterine göndermede bulunduğu söyleniyor. Usama bin Ladin, bu büyük grubun önde gelen liderlerinden biri değildi. Afgan cihadının sona ermesiyle birlikte, bu grubun çeşitli üyelerinin ve alt gruplarının dağılmasının ardından birbirlerine bağlı, tek bir merkezden idare edilen bir grup olarak varlığını sürdürdüğünü söylemek pek inandırıcı olmaz. Afganistan, ABD’nin iktidara getirdiği mücahit gruplar arasında kanlı ve kıyıcı bir çarpışmanın yaşandığı bir dönemden geçti. Yeni bir kuvvet olarak ortaya çıkan Taliban bu grupların hepsini tasfiye etti. Taliban’ın Usama bin Ladin’e ev sahipliği yapmasına karşın, ülke, belli bir biçimden yoksun ve küresel olarak dağınık bir olguyu idare edebilecek kalıcı bir odak olamazdı. Aslında Taliban, küresel bir cihada girişmekten çok kendi yönetimini sağlamlaştırmakla uğraşıyordu. Günümüzde el Kaide, en iyi ihtimalle karşılıklı bağlantıları çok zayıf olan ilgi gruplarının [affinity group] oluşturduğu gevşek bir ağ olarak tanımlanabilir. Her ne kadar Afganistan ve Irak işgalleri bu tür grupların yanı sıra kendi başlarına harekete geçen (kendi deyişleriyle) şehitlerin artıp yaygınlaşmasına kesinlikle katkıda bulunmuş olsa da, bu tanımlamanın geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum. ABD’nin başını çektiği uluslararası medyanın “özgürlük savaşçıları” diyerek kazandırdığı büyük şöhret sayesinde, bu gruplar küresel bir meşruiyete ve gizemli bir havaya sahip oldular. ABD’nin Afganistan’da bir araya getirdiği İslamcı cihatçı kuvvete “mücahitler” (cihat yolunda ilerleyenler) dendiği ve Başkan Reagan’ın, Oval Ofisi ziyaret eden liderleri “Kurucu Babalarımızın 3 ahlaki eşitleri” diyerek tanıttığı bugün hatırlanmıyor.

Bush yönetimi de iki önemli katkıda bulundu. Birincisi, 11 Eylül 2001’de yaşanan korkunç olayların, hayatta kalan suçluların bireysel olarak ya da grup halinde sorumlu tutulacakları uluslararası bir suç olarak değil de, karşılığında küresel bir savaşın ilan edileceği bir “savaş” fiili olarak değerlendirilmesiydi: İşlenen suçla hiçbir ilişkileri olmayan Afganistan ve Irak işgal edildi, bölgedeki diğer ülkeler ya baskı altına alındılar ya da tehdit edildiler ve İsrail’e İşgal Altındaki Filistin Toprakları’nda serbestçe hareket etme izni verildi. Kaçan suçluların sadece ABD’li değil, dünyanın dört bir yanındaki kolluk kuvvetleri tarafından arandığı düşünüldüğünde, bu kişilerin imha edilmeleri ya da eylemsizliğe sürüklenerek etkinliklerini kaybetmeye zorlanmaları beklenirdi. Aksine, küreselleşen bir medeniyetler savaşının ortakları olarak sahip oldukları o gizemli hava müthiş arttı. O zamana kadar Usama bin Ladin’in adını dünyada pek az kişi duymuş, Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen saldırıyı Müslüman ülkelerde yalnızca az sayıdaki fanatik sevinçle karşılamıştı. Tahran sokaklarında Amerikan halkıyla dayanışma gösterileri düzenlenir, Arafat gibi liderler taziye mesajları gönderirlerken, Taliban da bizzat eylemi kınamıştı. Usama bin Ladin’in bir efsaneye, hatta bazılarının gözünde bir kahramana dönüşmesi, Amerika’nın misilleme olarak yaptığı saldırının şiddeti, bir ölçüde de Usama bin Ladin’in saldırının beyni olarak sunulmasının yarattığı ayinsel efsun ile yaptığı cüretkâr açıklamaların el Cezire gibi basın organları aracılığıyla televizyonlarda yayımlanması sayesinde oldu. Müslüman ülkelerin bazılarının işgal edilmesi, diğerlerinin de işgal tehdidiyle karşı karşıya kalması, İslami medreselerden tutun da LSE 4 mezunlarına kadar konuyla fazla ilgilenmeyen çok sayıda Müslüman gencin artık yeni cihada katılmayı istemesi sonucunu doğurdu. Cihada katılmanın bizzat ABD tarafından moda hâline getirildiğini tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor. Bu moda halen devam ediyor, ancak bu sefer ABD’ye karşı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir