Leyla Azzam – Yeni Baslayanlar icin Peygamber

Yaklaşık dört bin yıl önce, Fırat nehri vadisindeki Sümer şehri Ur’da, İbrahim adında bir genç yaşıyordu. Ur’lular önceleri Allah’a kulluk ediyorlardı, fakat zamanla hak dini unuttular ve tahtadan, çamurdan ve hatta bazen değerli taşlardan yapılmış heykellere, putlara tapmaya başladılar. İbrahim küçük bir çocukken bile halkının ve özellikle de babasının kendi elleriyle nasıl olup da bu suretleri yapabildiklerini, sonra da onlara ilâh adını verip taptıklarını anlayamıyordu. Halkı bu heykellerin önünde saygıyla eğilirken, onlara katılmayı hep reddediyordu. Onun yerine, şehri terkediyor ve yalnız başına oturarak gökleri, çevresindeki âlemi düşünüyordu. Halkının yanlış yaptığından emindi ve bu yüzden doğru yolu tek başına arıyordu. Bulutsuz bir gece oturmuş gökyüzünü seyrederken güzel parlak bir yıldız gördü; o kadar güzeldi ki haykırdı: “Bu Allah olmalı!” Yıldıza bir süre huşuyla baktı, tâ ki birden sönmeye başlayıp gözden kayboluncaya kadar. Hayal kırıklığı içinde yüzünü çevirdi ve şöyle dedi: Batıp giden şeyleri sevmem. (Kur’an VI. 77) İbrahim, bir başka gece yine gökyüzüne bakıyordu ki yükselmekte olan Ay’ı gördü, o kadar büyük ve ışıltılıydı ki elini uzatsa sanki dokunabilecekti. Kendi kendine düşündü: İşte benim Rabbim budur. (Kur’an VI. 78) Fakat ayın da batması çok sürmedi. Sonra şöyle dedi: Rabbim bana hidayet vermezse, muhakkak ki ben dalâlete düşen kavimden olurum. (Kur’an VI.


77) İbrahim daha sonra güzel ve göz kamaştırıcı güneş doğumunu gördü ve evrendeki en büyük ve en güçlü şey güneş olmalı’ sonucuna vardı. Fakat üçüncü kez yanılmıştı, çünkü günün sonunda güneş battı. İşte o zaman Gücü Herşeye Yeten’in, yıldızların, Ay’ın, güneşin, yeryüzünün ve yaşayan herşeyin Yaratıcısının Allah olduğunu anladı. Birden kendisini tam bir huzur ve güvende hissetti, çünkü Hakikat’ı bulduğunu biliyordu. Hani o, babasına ve kavmine: “Neye tapıyorsunuz?” dediğinde, Demişlerdi ki: “Putlara tapıyoruz. Onlara devamlı ibadet ediyoruz.” Demişti: “Çağırdığınız zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Size bir faydaları ya da zararları oluyor mu?” Demişlerdi: “Hayır, fakat biz babalarımızı böyle yapar bulduk. Dedi: “fiimdi taptıklarınızı gördünüz mü? Siz ve sizden evvelki babalarınızın (taptıklarını)? Muhakkak ki, onlar benim düşmanlarımdır, ancak âlemlerim Rabbi müstesna. O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir, Hastalandığımda bana şifa veren O’dur. Bana ölümü verip tekrar diriltecek O’dur. Ve Kıyamet Günü günahlarımızı af etmesini ummakta olduğum da O’dur.” (Kur’an XXVI. 70-82) Birgün, bütün şehir halkı dışarıdayken, İbrahim, çok büyük birinin dışında bütün putları sağ eliyle kızgınlıkla parçaladı. İnsanlar geri döndüklerinde öfkelendiler. İbrahim’in putları hakkında söylediklerini hatırladılar.

Onu herkesin önüne çıkarıp sordular: “İlahlarımıza bu işi yapan sen misin, ey İbrahim?” İbrahim cevap verdi: “Hayır, belki de bunu reisleri yapmıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa onlara sorsanıza.” Halk bağırdı: “Onların konuşamadığını sen de biliyorsun.” “Allah sizi ve yaptıklarınızı yarattığı halde, kendi ellerinizle yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz?” İbrahim devam etti: “Allah’ı bırakıp, size ne fayda ne de zarar veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz?” (Kur’an XXXVII. 95-6) (Kur’an XXI.66) En sonunda İbrahim onları şöyle uyardı: Allah’a kulluk edin ve ondan sakının, bu sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz. Siz, Allah’ı bırakıp putlara tapıyor ve ancak yalan uyduruyorsunuz. Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın size rızık vermeye gücü yoktur. Öyleyse, rızkı Allah’tan isteyin. O’na kulluk edin ve şükredin (zira) O’na döndürüleceksiniz. (Kur’an XXIX. 16-17) Urlular İbrahim’e bulabildikleri en kötü cezayı vermeyi kararlaştırdılar: Onu yakarak öldüreceklerdi. Kararlaştırılan gün, bütün Ur halkı şehir merkezinde toplandı. Ur kralı bile oradaydı. İbrahim’i odunla doldurulmuş özel bir binanın içine koydular.

Odunları yaktılar. Kısa sürede ateş o kadar şiddetlendi ki, insanlar alevler yüzünden gerisin geriye kaçtılar. Fakat Allah dedi ki: Ey ateş, İbrahim’e serin ve esenlikli ol. (Kur’an XXI. 69) İnsanlar, ateş tamamen sönünceye dek beklediler ve o zaman gördüler ki İbrahim oracıkta sanki hiçbir şey olmamış gibi oturuyor! Bir ân son derece şaşırdılar. Ama yine de, gözlerinin önünde meydana gelen mucizeden etkilenmediler. İbrahim buna rağmen Azer ismindeki biricik babasını hiçbir şeye gücü yetmeyen, görmeyen, işitmeyen heykellere tapmaması için ikna etmeye çalıştı. Kendisine özel bir bilginin verildiğini söyleyen İbrahim, babasına şöyle yalvardı: “O halde bana uy ki, seni doğru yola götüreyim. Ey babacığım! fieytan’a tapma.” Fakat Azer onu dinlemeyecekti. Eğer Ur’luların ilâhlarını inkâr etmeye devam ederse, onu taşlamakla tehdit etti. fiu sözlerle İbrahim’e şehri terketmesini emretti: “Uzun bir müddet benden uzak kal.” Bunun üzerine İbrahim dedi ki: “Allah’ın selâmeti senin üzerine olsun. Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Çünkü O bana pek lütufkârdır.

” (Kur’an XIX. 43-7) Düşünsenize, yurdunu, ailesini ve tanıdığı herşeyi terketmek ve bilinmez bir dünyanın yalnızlığına atılmak onun için kimbilir ne kadar zor olmuştur. Fakat, aynı zamanda, Allah’a inanmayan ve putlara tapan insanlar arasında nasıl kalabilirdi? İbrahim, Allah’ın her zaman kendisini koruyup gözettiği hissini taşıdı, yolculuğu sırasında da Allah’ın kendisiyle birlikte olduğunu hissetti. Uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra, sonunda Mısır yakınlarında, Akdeniz kıyısında bir yere ulaştı. Orada Sare isminde soylu bir kadınla evlendi ve Filistin topraklarına yerleşti. Aradan yıllar geçti, fakat İbrahim ve karısının henüz çocukları olmamıştı. Sare, bir çocuk olur ümidiyle ve geleneğe uyarak İbrahim’e Mısırlı hizmetçisi Hacer’le evlenmesini teklif etti. Kısa süre sonra, bu evlilik gerçekleşti ve Hacer’in İsmail adında bir erkek çocuğu oldu. Bir zaman sonra, Allah İbrahim’e bir başka erkek evlât vaadetti, fakat bu defakinin annesi ilk karısı Sare olacaktı. İkinci çocuğun ismi ise İshak koyulacaktı. Allah ayrıca İbrahim’e iki oğlundan -yani İsmail ve İshak’tan- iki millet ve üç din çıkacağını ve bu nedenle Hacer’le İsmail’i Filistin’den alıp yeni bir ülkeye götürmesi gerektiğini bildirdi. Bütün bu olaylar Allah’ın takdirinin önemli bir parçasıydı, zira İsmail’in torunları, içinden büyük bir Peygamber’in gönderileceği bir millet kuracaklardı. Bu Peygamber insanlara, Allah’a ulaştıran yolda rehberlik edecekti. Bu kişi, Allah’ın Resulü Muhammed (sav) olacaktı. Sare’nin çocuğu İshak’ın soyundan ise Hz.

Musa ve Hz. İsa gönderilecekti. Böylece Hz. İbrahim, Hacer ve İsmail Filistin’den ayrıldılar. Sonunda, büyük bir kervan yolunun üzerindeki, kıraç Bekke (daha sonra ki ismiyle Mekke) vadisine ulaşıncaya dek günlerce seyahat ettiler. Vadide bir damla bile su yoktu, ve Hacer’le İsmail’in çok az suları kalmasına rağmen, Hz. İbrahim, onları orada bıraktı: çünkü onları Allah’ın koruyup gözeteceğini biliyordu. Çok geçmeden bütün su bitti. Çocuk susuzluktan bitkin düşmeye başladı. Safa ve Merve adında, birbirine yakın iki tepe vardı. Hacer bir tepeye çıktı ve su görebilme ümidiyle uzaklara baktı. Diğer tepeye de çıkıp aynı şeyi yaptı. Bunu yedi defa tekrarladı. Sonra, üzgün bir halde oğlunun yanına döndü. Orada kendisini büyük bir sürpriz ve sevinç bekliyordu: Oğlunun yanıbaşında kaynamakta olan bir su pınarı buldu.

Anne ve çocuğun yanında yerleştiği bu pınara sonraları Zemzem dendi. Zemzem’in civarındaki bölge, çölde seyahat edenler için bir konaklama yeri oldu ve zamanla ünlü ticaret şehri Mekke haline geldi. Hz. İbrahim, zaman zaman Filistin’den buraya ailesini ziyarete geliyor ve İsmail’in büyüdüğünü, gürbüz bir delikanlı olduğunu görüyordu. Bu ziyaretlerden birisinde, Allah onlara Kâbe’yi -yani, insanların Allah’a ibadet ettikleri ilk yeri- yeniden inşa etmelerini emretti. Onu tam olarak nerede ve nasıl inşa edecekleri bildirildi. Zemzem kaynağının yanında kurulacak ve bir küp şeklinde inşa edilecekti. Doğu köşesine yeryüzüne cennetten düşmüş olan siyah bir taş koyulacaktı. Taşı onlara yakındaki Ebu Kubeys dağından bir melek getirdi. Hz. İbrahim ve İsmail, Kâbe’yi yeniden inşa etmek için canla başla çalıştılar ve Allah’a torunlarından bir Peygamber göndermesi için dua ettiler. İbrahim ve İsmail Ev’in duvarlarını yükselttiklerinde, (İbrahim dua etti): “Ya Rabbi. Bizden kabul buyur; Herşeyi işiten ve herşeyi bilen ancak Sensin; Ya Rabbi. Bizi Sana teslimiyette sabit kıl, Soyumuzdan sana teslim olmuş bir ümmet yarat. Bize ibadet yollarını göster, tevbemizi kabul et.

Günahları bağışlayan ve merhamet eden ancak Sensin. Ya Rabbi onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara ayetlerini okusun, Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları günahlarından temizlesin Kudreti ve hikmeti herşeyi kuşatan ancak Sensin.” (Kur’an II. 127-9) Kâbe tamamlanınca, Allah Hz. İbrahim’e insanları Mukaddes Ev’ini ziyarete, yani hacca davet etmesini emretti. Hz. İbrahim, sesini nasıl duyuracağını merak ediyordu. Allah, “Sen çağır, ben onları sana getiririm” dedi. Mekke’deki Kâbe’ye yapılan hac ziyareti işte böyle başladı ve Müslümanlar bugün hac görevini yaparken, Hz. İbrahim’in çağlar ötesinden giden davetine uymaya devam ediyorlar. İsmail’in Çocukları Yıllar sonra, İsmail’in çocuklarının da çocukları oldu. Soyundan gelenlerin sayısı arttı ve Arabistan’ın dört bir yanına dağılan kabileler kurdular. Bu kabilelerden birisi de Kureyş adını taşıyordu. Kureyşliler hiç Mekke’den ayrılmamışlar ve daima Kâbe’nin yanında yaşamışlardı. Kureyş reisinin görevlerinden birisi Kâbe’ye hacca gelenlerin ihtiyaçlarını karşılamaktı.

Hacılar Arabistan’ın her tarafından gelirlerdi ve onlara yiyecek ve su vermek büyük bir şerefti. Ancak zaman geçtikçe, Araplar doğrudan doğruya Allah’a ibadet etmeyi bırakıp gittikleri çeşitli ülkelerden putlar getirmeye başladılar. Bu putları Kâbe’ye koydular, böylece Kâbe İbrahim’in hedeflediği gibi Allah’ın mabedi olarak kabul edilmiyordu. Ancak yine de Araplar ona saygı gösteriyorlardı. O dönemde, Zemzem’in kaynağı kumların altında kayboldu. Yine bu dönemde, Kureyş ileri gelenlerinden Kusay Mekke’nin yöneticisi oldu. Mabed’in anahtarları ondaydı ve hacılara su ve yemek vermek, toplantıları yönetmek, çarpışmalardan önce savaş bayraklarını dağıtmak onun göreviydi. Ayrıca, Kureyşliler meselelerini onun evinde çözümlerlerdi. Kusay’ın ölümünden sonra, onun sağlığında meşhur olan oğlu Abdulmenaf Kureyş’in reisliğine geçti. Sonra da onun oğlu Haşim reis oldu. Biri yazın Suriye’ye ve Kuzeye, diğeri ise kışın Yemen’e ve güneye olmak üzere, Kureyş’ten iki büyük kervan seferini ilk başlatanın Haşim olduğu söylenmektedir. Bunun sonucunda Mekke zenginleşti, büyük ve önemli bir ticaret merkezi haline geldi. Haşim, bir yaz mevsiminde, Yemen’de satmak üzere kuzeye mal satınalmaya gitti. Yolda, pazarda alışveriş yapmak için Yesrib’de durdu ve orada güzel bir kadın gördü. Bu kadın çok saygın bir aileden gelen Amr b.

Zeyd’in kızı Selma’ydı. Haşim ona evlenme teklifinde bulundu. Dürüst ve tanınmış biri olduğundan teklifi kabul edildi. Ve Selma güzel bir erkek evlât doğurdu, çocuğun saçlarının bir kısmı beyaz olduğundan, adını Arapça “Ak saçlı” anlamına gelen fieyba koydular. Anne ve oğul, Yesrib’in daha serin ve daha sağlıklı ikliminde kaldılar, Haşim ise Mekke’ye döndü. Fakat kervanını kuzeye götürdüğü zamanlar onları ziyaret edecekti. Ne var ki, bu seferden birisinde Haşim hastalandı ve öldü. Yakışıklı ve zeki bir çocuk olan fieyba Yesrib’deki dayısının evinde büyüdü. fieyba, kendisi çok küçükken ölen babasını hiç tanımadığı halde, Haşim b. Abdülmenaf’ın, yani Kureyş’in reisinin, Kâbe’nin muhafızının ve hacıların koruyucusunun oğlu olmaktan gurur duyuyordu. Haşim’in ölümü üzerine kardeşi Muttalip onun görevlerini ve sorumluluklarını üstlendi. Yeğeni fieyba’yı görmeye Yesrib’e gittiğinde, bu çocuğun bir gün babasının yerine geçeceği kanısına vardı. fieyba’nın Mekke’de yaşama zamanı gelmişti artık. Oğlunun amcasıyla birlikte gitmesine izin vermek fieyba’nın annesi Selma’ya çok zor geldi, fakat sonunda en hayırlısının bu olduğunu anladı. Muttalib Mekke’ye döndü ve arkasında fieyba, devesinin üzerinde bir öğle vakti şehre girdi.

Mekke halkı çocuğu görünce, onun bir köle olduğunu sandılar ve onu göstererek “Abdulmuttalib” diye seslendiler; çünkü “abd” Arapça’da köle anlamına geliyordu. Muttalib onlara fieyba’nın kölesi değil yeğeni olduğunu, kendileriyle birlikte yaşamaya geldiğini söyledi. Ancak yine de o günden sonra fieyba sevgiyle Abdulmuttalib diye çağrıldı hep. Muttalib’in ticaret için gittiği Yemen’de ölmesi üzerine, yerine Abdulmuttalib geçti. Ailesinin en saygın, en sevilen ve herkesin imrendiği üyesi oldu. Bununla birlikte o, İbrahim’in öğrettiklerini terkeden Araplara hiç benzemiyordu. Zemzem’de Verilen Söz Araplar Kâbe’ye putları koyunca kaybolan Zemzem’in kaynağı kumlar altında kurumuş halde duruyordu. Bu yüzden, Kureyş halkı yıllarca sularını uzaktan getirmek zorunda kaldılar. Bir gün Abdulmuttalib su getirmekten çok yorulmuş ve Kâbe’nin yanında uyuyakalmıştı. Rüyasında, kendisine Zemzem’i kazması söylendi. Uyandığında hayretler içinde kaldı, çünkü kaynak o doğmadan yıllar önce kaybolduğundan, Zemzem’in ne olduğunu bilmiyordu. Ertesi gün aynı rüyayı gördü, fakat bu defa kaynağı nerede bulacağı söylendi. Abdulmuttalib’in o zaman bir oğlu vardı, onunla birlikte kazmaya başladılar. Yaptıkları iş o kadar zordu ki, Abdulmuttalib, kendisine yardım edecek ve destek olacak on oğlu olursa, birisini Allah’a kurban edeceğine yemin etti. Üç gün çalıştıktan sonra nihayet Zemzem’in kaynağını buldular.

Hacılar o günden beri bu sudan içmekteler. Yıllar geçti ve Abdulmuttalib’in on oğlu oldu. Büyüyüp güzel ve güçlü insanlar oldular. Abdulmuttalib’in verdiği sözü tutma zamanı gelmişti. Oğullarına bu sözünü anlattı, onlar da içlerinden birisini kurban etmesine razı oldular. Kimin kurban edileceğini bulmak için, Kureyşlilerin önemli konularda karar verecekleri zaman yaptıkları gibi, kura çekmeyi kararlaştırdılar. Abdulmuttalib, oğullarından her birinin birer ok alıp üstüne isimlerini yazmalarını, sonra da okları kendisine getirmelerini istedi. Denileni yaptılar. O da okları Kabe’ye, ok atmakla ve aralarında birisini seçmekle görevli bir adama götürdü. Adam bu işi titizce yaptı. Çektiği okun üzerinde Abdulmuttalib’in en küçük ve en sevdiği oğlu Abdullah’ın ismi yazıyordu. Buna rağmen, babası oğlunu Kabe’nin yanına götürdü ve kurban etmeye hazırlandı. Kureyş ileri gelenlerinin çoğu da oradaydılar ve çok kızmışlardı, çünkü Abdullah hem çok küçüktü, hem de herkes tarafından seviliyordu. Onun hayatını kurtarmanın bir yolunu bulmaya çalıştılar. Birisi Yesrib’de oturan yaşlı bir bilge kadının tavsiyesinin alınmasını teklif etti, ve böylece Abdulmuttalib oğlunu alarak kadının neye karar vereceğini görmeye gitti.

Mekkelilerden bazıları da onlarla birlikte gitti ve oraya vardıklarında kadın “Sizde bir insanın hayatının bedeli nedir?” diye sordu. “On deve” dediler, çünkü o dönemde bir kimse başkasını öldürürse, ailesi öldürülen adamın ailesine, aralarındaki barışın korunması için, on deve vermek zorundaydı. O zaman kadın onlara Kabe’ye dönmelerini ve Abdullah ile on deve arasında kura çekmelerini söyledi. Eğer develer çıkarsa, onlar kesilecek ve etleri fakirlere verilecekti. Eğer Abdullah çıkarsa, o zaman on deve daha eklenecek ve kura tekrar çekilecek, bu işlem oklar develere çıkıncaya kadar tekrarlanacaktı. Abdulmuttalib, oğluyla ve Mekkelilerle birlikte Kabe’ye döndü. Abdullah ile develer arasında kura çekmeye başladılar. Abdulmuttalib oğlunun hayatını bağışlaması için Allah’a dua etti. Herkes sessizlik içinde sonucu bekliyordu. Çekilen ok Abdullah’a çıkınca babası on deve ekledi. İkincisinde, kura yine Abdullah’a çıktı, onlar da her defasında on deve ekleyerek tekrar tekrar aynı şeyi yaptılar. Sonunda, sayıyı yüz deveye yükselttiler ve ancak o zaman kura develere çıktı. Abdullah kurtulmuştu ve herkes mutluydu. Ancak, Abdulmuttalib bunun doğru sonuç olduğuna kesinlik kazandırmak istediğinden ok çekimini üç defa tekrarladı ve her defasında develer çıktı. Develer kesilerek kurban edildi, tüm şehre, hatta hayvanlara ve kuşlara bile yetecek kadar yemek çıktı.

Abdullah büyüdü, serpildi ve yakışıklı bir genç oldu. Ve vakti gelince, babası ona hanım olarak Vehb’in kızı Amine’yi uygun gördü. Bu iyi bir seçimdi, çünkü Amine Kureyş’in en güzel ahlaklı kadını, Abdullah da en iyi erkeğiydi. Karısıyla birkaç ay yaşadı, fakat daha sonra onu bırakıp Suriye’de ticaret yapmak üzere kervanların birisiyle sefere çıkmak zorunda kaldı. Mekke’ye dönerken, Abdullah hastalandı ve iyileşmek için Yesrib’de kaldı. Kervan ise yoluna devam etti ve Mekke’ye onsuz ulaştı. Abdullah’ın hasta olduğunu duyan Abdulmuttalib, onu Mekke’ye getirmesi için başka bir oğlunu, Hâris’i gönderdi; ama gecikmişti. Hâris Yesrib’e vardığında Abdullah ölmüştü. Amine kocasını ve yakında doğuracağı çocuğunun babasını kaybettiği için çok üzüldü. Bu yetim çocuğun bir gün büyük bir peygamber olacağını sadece Allah biliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir