Louis-Charles Royer – Ciplak Arzu

Merdivenden mi düşmüştü? Hayır!.Ne ilişki! Bacağına bir yaba ile vurmuşlardı.Güzel kadının bacağı bu yüzden kırılmıştı. Bununla birlikte, Abdonile karısı Magun bacağı kırılmış olan Magundu o güne kadar gül gibi geçiniyorlardı. Şimdi de aralarında büyük bir anlaşmazlık var denilemezdi. Bu işi jandarmaya anlatmak herhalde doktora düşen bir iş değildi.Tabii, her zaman olduğu gibi, bu faciaya da bir kıskançlık sebep olmuştu. O hadisenin faili bakışları ateşli, tıknaz yapılı yanaşma şimdi neredeydi acaba? O yanaşmaya da bu hadiseden sonra sanki tesadüfenmiş gibi yol vermişlerdi. doktoru almaya bizzat kadının kocası gelmişti. Her şey gün gibi aşikardı. Doktor Sieroz, Abdon’ların çiftliğinden Palalda’ya inen taşlık patikadan geri dönerken bütün bunları birer birer zihninden geçiriyordu. Hava çok sıcaktı.Aylardan Ekimdi ama, Savuada sonbahar çok defa yaz kadar sıcak geçerdi. Sieroz ceketini çıkarıp omuzuna vurdu.


Bu haliyle bir dağlıdan farkı yoktu. Ama aslını ararsak doktor da dağlı sayılırdı. Ne var ki, doktor, o havalideki dağlılardan değildi.Onun çocukluğunu geçirdiği yerlerdeki dağlar Vallespir dağlarına hiç benzemezdi. Sieroz, dünyaya gözlerini ilk açtığı gün karşısında Alplere benzeyen tepeler görmüştü. doktor Klod Sieroz EksleBeu ile Anesi arasındaki, Rumillide doğmuştu. Babası ile dedesi yine aynı şehirde doktorluk yapmışlardı. Sieroz günün birinde oradan ayrılmak zorunda kalacağını hatırından bile geçirmemişti. Ama sonunda bir gün gelip evlenmiş ve karısı Tina hastalanınca memleketinden ayrılması lazım gelmişti.Ne feci şey! insan doktor olsun da karısını tedavi edemesin! Sieroz alnında biriken terleri sildi. Ayakkabısının bağını bağladı. Sonra yoluna devam etmeden önce etrafına bakındı.Tek vadisi ayaklarının altında uzayıp gidiyordu.Solda, kartal yuvası gibi bir kayaya yapışıp kalmış hissini veren, keskin ve kaba çizgileriyle Palalda köyü görünüyordu. Sağda ise, çağlayan kenarında tembel tembel uzanan Amelile LeBen göze çarpıyordu. Ilıcalarıyla meşhur o şık sayfiye yerinin villaları, dağları ve dağların çevrelediği dar ovası yaldızlı bir gün ışığına boğulmuştu.

Bu altın renkli ışık insanın vücudunu olduğu gibi kalbini de ısıtıyordu. Bir tebessümle doktorun çehresi aydınlandı. Bu Tina için fevkalade güzel bir havaydı. Tina şu anda her halde, mutadı üzere, yine bahçedeki şezlonguna uzanmış, kitap okuyordu. Artık hiç bir iş göremiyordu… Böyle olunca zaman geçirmek için kitap okumaktan başka yapılacak ne vardı ki? Sieroz içini çekti. Tina ile nişanlı bulunduğu sıralarda,onun Tüme tepelerine keçi gibi nasıl tırmandığını görür gibi oluyordu. Yarabbi, bundan onbeş sene önce Tina ne kadar güzel bir kızdı. İnce, narin yapılı ve çevik bir vücudu, gür siyah saçları ve Napoli geceleri gibi sıcak bakışlı siyah gözleri vardı. Bütün bu güzelliği mahvetmek için bir bronşit yeterli gelmişti. Dağlıların “kötü öksürük” dedikleri cinsten bir bronşit. Tina bu hastalığa Valdüfer tepelerine çıktıkları bir sırada tutulmuştu. Halbuki o sırada, mevsim yaz ortalarıydı.Tina’nın gözleri hala iri ve güzelliğini de muhafaza etmekteydi, fakat o zarif gözlerin etrafında hastalık eseri halkalar peyda olmuş ve o güzel gözlerin feri sönmüştü, ince yüzünün teni kupkuruydu.Vücudu ise daha fena bir haldeydi. Kamburlaşmış, çökmüştü.

O zarif vücudun adaleleri arasındaki çukurlar şimdi kemiklerin arasına gömülen deride birer delikmiş hissini veriyorlardı. doktor bunları düşünürken bir an için Magun Reynesin bacağını tekrar gözlerinin önünde görür gibi oldu. Yarasına rağmen bu bacak, hala şeklini muhafaza ediyordu. Baldırı yuvarlak kalçaları dolgun, tunç renkli cildi sağlıklıydı. İhtimal bu cildi okşayıp sıkmış olan yanaşma epey hoşça zaman geçirmiş olmalıydı. Fakat bu kadar boş bir amaç vasıtasıyla bir araya toplanmış olan kadınlar herhalde bütün bunları bir tek erkeğe hasretmenin pek egoistçe bir düşünce olacağını kanaatini taşımaktaydılar. Sieroz bir an karısını düşündü: Acaba o da Magun kadar güzel olup kendisine ihanet etseydi bunu nasıl karşılardı? Sonra bu kötü düşüncelerinden dolayı kendi kendinden utandı. Evet, cinsel arzu insanları gerçekten hayvanlaştırıyordu. Fakültedeki Profesörü, o çapkın Kayfa da, bir gün: “Biz insanların hayvanlardan zerre kadar farkımız yoktur.” dememiş miydi? Bu Darvinci fikir, o zamanlar, sofu bir anne tarafından yetiştirilmiş olan genç Sieroz’un duygularını rencide etmişti. Sieroz küçükken, annesi onun,güzel manzaralara, göllere, ormanlara karşı duyduğu hayranlığı aşırı bularak onu bu derin doğa sevgisinden vazgeçirmeye çalışmıştı. O zaman, henüz çocuk yaşta olan Sieroz, annesine: “Ama anne bütün bunlar Tanrının birer eseri değil mi?” diye karşılık vermişti. Madam Sieroz oğlunun doğaya karşı duyduğu bu derin ilgiden çekiniyordu. Çünkü onun indinde kadınlar da Tanrının birer eseriydiler. Çocuk büyüyüp de olgun bir erkek olunca doğaya karşı duyduğu bu sevgi kadınlara doğru yönelebilirdi.

Nitekim Madam Sieroz’un korktuğu şey de sonunda başına gelmişti. Sieroz tatilini Talluvarda geçirirken bir Talluvar kızına delicesine aşık olmuştu. Halbuki annesi bu durumda ona dair bambaşka bir takım tavsiyelerde bulunuyordu. Oğluna Savuadaki zengin ve nüfuzlu kızlardan bir gelin bulmak istiyordu. Madam Sieroz’un tasavvur ettiği tipte ve nüfuzlu akrabaları olan böyle bir genç kız muhakkak ki doktorun mevkinin yükselmesine çok faydalı olabilirdi. Fakat Klod Sieroz Nuh deyip peygamber dememiş, fikrinde ısrar etmişti. Zaten sevdiği kız Tina da iyi bir ailedendi. Oldukça parası da vardı. Neticede Madam Sieroz oğlunun bir yabancı kızla evlenmesine müsaade etmek zorunda kalmıştı. Aradan iki sene geçmişti ki, ölümün genç kadını Sieroz’un elinden almasına ramak kalmıştı.Sieroz bilgisine güven edemeyerek, büyük bir tevazu ile karısını Parise götürüp Profesör Kayla’ya göstermişti. Kayla, genç kadını muayene ettikten sonra kesin bir teşhis koymuş ve ona fikrini açıkça söylemişti. Genç kadının Savuada bir kış daha geçirebilmesine imkan yoktu. Napolili genç kadının daha yumuşak bir iklimde yaşaması lazımdı. Kayla, onlara Doğu Pirenelere gitmeleri tavsiyesinde bulunmuştu.

Seçecekleri yerin denize yakın olmadığı gibi, yüksek bir yer de olmaması lazımdı. AmeliIeBen gibi bir yere gitmeliydiler mesela… Sieroz, Profesörünü dinledikten sonra: “Karım kışları orada mı geçirmeli?” diye sormuştu. Kayla da: “Evet. Bu ihtiyatlıca bir hareket olur!” cevabını vermişti. Profesör çok sevdiği eski öğrencisi ile yalnız kaldığı zaman, babacan bir tavırla: “Biliyorum, Savuada birçok hastaların falan olduğunu, söyleyerek itiraz edeceksin,” diye homurdanmıştı. “Fakat karının yaşamasını istiyorsan muhakkak AmelileBen’e gitmelisin. O zaman Sieroz adeta bir elin kalbini sıkıp ezdiğini hissetmişti. “Hiç olmazsa yaşayacak, değil mi?” diye sormuştu. “İyi bakarsan yaşar. Yani ona kocadan ziyade doktorluk edersen demek istiyorum…” Bu konuşmanın üzerinden tam on iki sene geçmişti… O karşılıklı konuşmadan sonra gelip yerleştikleri Kraliçe Amelinin ismini verdiği bu şehirde tam on iki senedir yaşıyorlardı. Sieroz bu on iki sene zarfında, karısı için hocasının tabiriyle bir “kocadan ziyade bir doktor olmuş”tu. Bu on iki sene zarfında ne endişelerle dolu yaşamış, ne çetin mücadeleler yapmıştı. Öncelikle, her şeyden önce, ailesi mensuplarını ikna zorunda kalmıştı. Hastalarını kendisine devretmiş olan babası, Sieroz gitme kararını bildirdiği zaman, çılgınca bir hiddete kapılmış ve deliye dönerek: “Vazifene ihanet ediyorsun, öyle mi?” diye bağırmıştı. “Hastalarını, bütün ümitlerini sana bağlamış olan bu insanları yüzükoyun bırakıp gideceksin öyle mi?” Annesi ise hiçbir şey söylememişti, ama boynu bükük sükut etmesi ve oğluyla yalnız kaldığı zamanlar sessiz sessiz ağlaması Sieroz’a onun eski sitemli yalvarışlarından çok daha fazla etki ediyordu.

Fakat Tina’nın yaşaması için bu elzemdi. Bu sebepten doktor bütün itirazlara kulaklarını tıkayarak oradan ayrılıp AmelileBen’e gitmişti.Amelideki hayatlarının başlangıcında sıkıntı çekmişlerdi. Küçük şehrin zaten haddinden fazla olan doktorları yeni· bir meslektaşın daha gelişini hoş karşılamamışlardı. O güne kadar rekabet yüzünden birbirlerine karşı cephe almışken, Sieroz gelince birleşerek ona karşı müşterek bir cephe almışlardı. Gerçi kendileri bu yeni gelen adam hakkında pek bir şey söylemiyorlardı, ama karıları yeni gelen doktor hakkında bir sürü tenkit ve imalarda bulunmaktan geri durmuyorlardı. doktorların karılarına göre, oraya gelmezden önce Savua köylerinden birinde hekimlik eden bu “zavallı” adamcağız buradaki hastalıklar hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyordu. Sıtma, romatizma, karaciğer hastalığı herhalde Savua dağlarında pek sık rastlanan hastalıklardan değildi. Belki yeni doktor akciğer hastalıkları hakkında bir şeyler biliyordu ama… Karısı bu illete müptela olduğuna göre, herhalde yeni doktor bu hastalığın tedavi şeklini öğrenmiş olacaktı. Fakat, doğrusunu söylemek lazım gelirse karısını bile doğru dürüst tedavi edemediği belliydi… Bu yüzdendir ki, Klod Sieroz’un hastaları hep AmelileBen’e gelen ve bu dedikodulardan haberdar olmayan yabancı hastalardan ibaret kalmıştı.Yerliler ise kendileri gibi Katalanyalı olan doktorları tercih ediyorlardı. Çünkü onlara dertlerini kendi dilleriyle anlatabiliyorlardı. Bununla beraber, Sieroz kendisini köylülere nihayet kabul ettirebilmişti. Ağır başlı hali, tatbik edilmesi gereken tedavi şeklini ciddiyetle izah etmesi hemşireleri olan doktorların uzun uzun izahatlarına alışmış olan köylülere güven telkin etmeye başlamıştı. Şimdi Sieroz’un müşterilerinin çoğu civardaki köylerden geliyordu.

Bu hastaların pek para getirdikleri yoktu. Çünkü dağlılar fakir ve fakir oldukları kadar da hastalık nedir bilmeyen insanlardı. Bu yüzden ancak gerçekten ciddi hallerde müracaat ediyorlardı. Öyle olduğu halde, Sieroz, oraya geldiği için pişman değildi. Tina yaşıyordu, asıl önemli olan buydu. Sieroz eve geldiği zaman hava kararıyordu. Tina, omuzlarında bir atkı, dizlerinin üzerinde bir kitap, onu bekliyordu. Her zamanki gibi, kocasını müşfik bir bakışla karşıladı ve ona yanağını uzattı… doktor, dudaklarının temas ettiği cildin ateşle yandığını hissetti. “Sokağa mı çıktın?” diye sordu. “Hayır, canım. Kendimi biraz yorgun hissediyorum.” Genç kadın pencereye doğru bakıyordu. Pancurlar daha o saatte kapanmıştı. Pancurlara çarpan akşam rüzgarı hafif bir ses çıkarıyordu. Tina, elinde olmayarak ürperdi.

Sieroz: “Pekala, öyleyse,” dedi. “Haydi, gel de sofraya oturalım. Karnın acıkmadı mı?” “Eh, biraz.” Zavallı kadın tereddüt içindeydi. Kocasının alnı kırıştı. Zoraki bir tebessümle: “Zile bas, Tina” dedi. “Çünkü neredeyse açlıktan öleceğim” Tina kuru elini Sieroz’un alnı üzerinden geçirerek: “Tabii acıkmışsındır. Bu kadar yol yürüdükten sonra kim acıkmaz? Niye otomobile binmedin?” diye sordu. Bu sefer Sieroz içten gelen bir samimiyetle güldü. “Demek bu dağlarda otomobille dolaşacağım,öyle mi Tina? Oralara hiç gitmediğin belli.” “Madam Magun’un nesi varmış?” “Sol bacak kemiği kırılmış. Galiba merdivenlerden yuvarlanmış.” Bu “galiba” kelimesi bütün hastalar gibi seziş kabiliyeti fazla olan kadının merakını uyandırmıştı. “Çok güzel bir kadın doğrusu,” dedi. Çorbasını alelacele kaşıklayan doktor durdu.

Başını kaldırarak: “Güzel mi?” dedi. “Güzel mi? Belki de öyle… Oldukça sevimli bir kadın. Sağlam, sağlıklı. O kadar işte.” Tina, doktorun kullandığı tabiri tekrar ederek: “Galiba kocası çok kıskançmış,” dedi. Sieroz ona parmağını tehdit eder gibi sallayarak: “Sen galiba Titunla dedikodu ediyorsun.” dedi. Tina hafifçe kızardı. O anda yüzüne hücum eden kan vaktiyle gayet kanlı canlı olduğu halde şimdi solmuş olan çehresine bir canlılık vermişti. “Güzel Madam Pradel seni görmeye geldi,”dedi. “Muayene olmak istiyormuş.” doktor bir kahkaha attı. “Güzel Madam Pradel mi? Sen bugün bütün kadınları güzel buluyorsun,Tina.” Hasta kadın acı acı gülümsedi: “Madam Pradel bu şehrin en güzel kadınlarından biridir. Çok müşkülpesent davranıyorsun doğrusu.

” doktor Sieroz: “Müşkülpesent miyim? Ben mi?”dedi. “Biliyorum. Madam Pradele Noterin güzel karısı” diyorlarmış ama bu artık maziye karışmış bir şey… Madam Pradel kaçın kurası?” “Öyle ama hala da çok güzel bir kadın.” “Hala kelimesi tam yerinde… Evet. Hala güzel denilebilir… Çünkü o güzel dediğin kadın kırkbeş yaşında şekerim. Tam benim yaşımda…” Tina başını tabağının üzerine eğdi. O kocasını eskisi kadar yakışıklı, eskisi kadar güzel buluyordu. Tıpkı Anesi gölünün kenarında gezindikleri günlerde onun kendisini kucakladığı günlerde olduğu gibi… Sieroz hala yakışıklı bir adamdı. Hem Tina kocası geldiği zaman, Eliz Pradel’in sesinde bir değişiklik olduğunu fark etmişti. Gerçi Eliz Pradel’i kocasına kompliman yapmakla itham edemezdi. Fakat Eliz’in sesi onu ele veriyordu. doktor Sieroz yanına gelir gelmez Madam Pradel’in sesi daha derin, daha samimi bir ifade alıyordu. Tina bunları düşünürken başını kaldınp kocasına baktı. Sieroz onun bakışında genç kadını okşayışlarından mahrum ettiği zamandan beri gözlerinde beliren o gizli endişeyi tekrar gördü: “Vallahi beni şaşırtıyorsun, Tina,” dedi. “Yoksa beni kıskanmaya mı başladın?” Sieroz karısının elini tutup öptü.

Tina kocasına samimi bir bakışla teşekkür etti. O sırada Titun içeri girdi. Tina alelacele elini kocasından çekti. Hizmetçi kadın: “doktor bey, santral otelinden biri gelmiş, sizinle görüşmek istiyor” dedi. “Gelsin bakalım.” Santral Otelinden gelen vale, kısa boylu, konuşkan ve Katalanyalıydı. Selam vererek gülümsedi. “Müşterilerimizden bir hanım sizi çağırtıyor, efendim.” dedi. Sieroz: “Bu kadar doktorun arasından beni mi seçtiniz?” diye sordu. “Teşekkür ederim doğrusu.” “Hayır, sizi ben seçmedim ki, o hanım bana bizzat sizi getirmemi söyledi.” doktorun karısı kocasına hayretle bakıyordu. Sieroz da şaşırmış kalmıştı. On iki seneden beri, oraya gelir gelmez özellikle doktor Sieroz’u arayan ikinci kadın buydu.

İlki Rumilliden gelen bir kadındı. Sieroz: “İsmi ne bu hanımın?” diye sordu. Adam: “Vallahi bilmiyorum, efendim” dedi. “Fakat, merak etmeyin, yanılmazsınız, doktor Bey. Koca otelde ondan başka hastamız yok.” Gerçekten de Santral Oteli ılıcalar için gelen hastalardan ziyade tüccarların uğrağı olan bir yerdi. Adam bu cevabı verdikten sonra alaycı bir edayla doktorun yanından ayrıldı. Tina kocasına doğru müşfik bir edayla bakarak: “Görüyor musun? Artık burada tanınmaya ve takdir edilmeye başladın, Sieroz?” dedi. Sieroz omuzlarını silkti. “Kim bilir nereden adımı hatırlayan bir Savua’lı olacak.” dedi. İKİNCİ BÖLÜM Gecenin derin sessizliği içinde kilisenin saati ikiyi vurdu. Tina hala gözünü kırpmamıştı. Yanında,o geniş yatağın içinde, doktor derin bir uykuya dalmış, uyuyordu. Göğsü açıkta kalmıştı.

Nefes aldıkça o geniş göğsü de ritmik bir şekilde kalkıp iniyordu. Gecenin serinliğini hisseden Tina kocası üşür diye düşünerek onu örtmek istedi. Fakat Sieroz refleks bir hareketle uyanmadan yorganı eliyle tekrar itti, sonra karısına sırtını dönerek biraz daha uzaklaştı. Genç kadın içini çekti.”Allah rahatlık versin” dedikten sonra birbirlerini kardeşçe öpmekten başka aralarında hiç bir başka okşayışın gerçekleşmediği bir gece daha sona ermek üzereydi. Acaba Sieroz kendisini hala seviyor muydu? Bundan kesinlikle şüphe edemezdi. Çünkü Sieroz kendisinin sağlığı için memleketini, mevkisini terketmiş, kendisine özenle bakmıştı. Sıhhatinin bozuk olduğu günlerde kocasının gözlerinde beliren endişe de bunu gösteriyordu. Evet, Sieroz kendisini seviyordu, fakat annesini yahut kız kardeşini sever gibi… Tina on iki seneden beri onun nazarında hemen hemen daima aynı şey olarak kalmıştı: derin bir şefkatle sevilen bir kız kardeş… Klod Sieroz ihtiraslarına mağlup olup ta genç kadına karşı daha başka bir ilgi gösterdiği ender zamanlarda bile, Tina onun bunu sadece kendisini teskin etmek için yaptığını seziyordu. Evet, Sieroz kendisini seviyordu, fakat artık karısının vücudunu arzu etmiyordu. Gözlerinde beliren yaşlar yanaklarından aşağı süzüldü. Tina onları silmeye bile gerek görmedi. “Haksızlık ediyorum.” diye düşündü. “Klod artık bana sahip olmuyorsa, herhalde sağlıkime zararlı olur diye böyle hareket ediyor.

” O anda zihnine giren bir başka düşünce ona acı vermeye başladı. Bu düşünceyle kendisine işkence ediyordu. Kocası evliliklerinin ilk başında onunla cinsel ilişkide bulunmak için o kadar büyük bir ihtirasla davranmıştı ki, herhalde şimdi de o ihtiras susuzluğunu başka bir kadınla gideriyordu. Acaba onun bu ihtiras ve ateşini vücuduna boşalttığı kadın kimdi? Tina’nın gözleri önünden bütün dostları, hısım akrabaları ve kocasının kadın hastaları birer birer geçti. Bir ara gözlerinin önünde birdenbire Magun’un hayali belirdi. Sieroz, ondan bahsederken: “Sağlam yapılı” demişti. Evlerine kestane getiren uzun boylu köylü kadını Magun’u Tina çok iyi hatırlıyordu. Magun onlara geldiği zaman bahçeden, torbası omuzunda, dimdik yürüyerek ve kalçalarını hafif çıkararak yürüyordu. Ağır torbası vücudunu dimdik tutuyor, bu duruşta göğüslerinin fırlamasına sebep oluyordu. Bu kadında herhalde erkekleri cezbeden bir koku vardı. Tina, Magun’dan sonra Eliz Pradeli düşündü. Pradel güzelliğiyle meşhur bir kadındı. O havalide ondan güzel bir kadın yoktu. Bununla beraber, Eliz Pradel gayet namuslu bir kadın olarak tanınmıştı. Kocası noter öldükten sonra Eliz Pradel hakkında güzelliğine rağmen tek bir dedikodu dahi duyulmamıştı.

Kırkını geçmiş olmasına rağmen güzelliğinden hala hiç bir şey kaybetmemişti. Biraz şişmanlamıştı, fakat hala seksi bir kadındı. Hiç de hasta görünmüyordu. Kocasına muayene olmak da nereden aklına gelmişti? Tina’nın duyduğu endişe genç kadının boğazında bir düğümlenmeye sebep olmuştu. Tina öksürdü. Bunun üzerine, Sieroz: “Uyumuyor musun, Tina?” diye endişeyle sordu. Genç kadın hemen hemen ağlayacakmış gibi: “Doğrusunu söylemek lazım gelirse daha gözlerimi bile kırpmadım.” diyerek kendisini kocasının kolları arasına attı. Doktor, genç karısını kolları arasına aldı ve onu bir çocuk sever gibi sükunetle teselli etti: “Senin bir üzüntün var, güzelim? Söyle bana, neyin var?” Genç kadın kocasına her an biraz daha sokuluyordu. Doktor o ince kolları ve kuru bacakları tutuşturan ateşin sadece hastalıktan ileri gelmediğini sezmişti. Kuvvetini kaybetmiş olan bu adaleleri geren şey cinsel bir arzudan başka bir şey değildi. Genç kadın: “Beni sev, Klod, ne olursun, beni sev.” dedi. “Hatta bu yüzden ölsem bile yine sev.” “Deli misin, Tina? Neler söylüyorsun böyle? Ölümden bahsetmek de şimdi nereden aklına geldi? Biliyorsun ki sağlığın her gün biraz daha düzeliyor.

” Genç kadın hüzünle başını salladı: “Hayır, Klod. Hiç de iyi değilim. Bunu sen de pekala benim kadar biliyorsun.” Kocasına daha fazla sokularak devam etti. “Biliyor musun? Sen benim hayatımı devam ettirmekten başka bir şey yapmıyorsun. Daima böyle acı çekeceksem yaşamakta ne anlam var? Sensiz hayatın ne kıymeti var?” Sieroz, genç kadının, herkesten gizlemeye çalıştığı sırrı keşfettiğini anlayarak, endişeyle: “Ama ben daima senin yanındayım. Seni terketmiş değilim ki?” dedi. Gece lambasının ışığı altında karısının gözlerinin hararet ve ihtirastan çakmak çakmak olduğunu gördü. Genç kadın gözlerini kocasına dikmişti. Sieroz, onun kendisini açık bir kitap gibi kolaylıkla okuduğunu anladı. Tina, hüzünle: “Evet,” dedi. “Sen yanımdasın ama yanımda olman daha fena. Hemen hemen bir yıl oluyor. Yıl dönümümden beri bana bir defa olsun sahip olmadın. Ben senin nazarında bir hastadan başka bir şey değilim.

Tıpkı ötekiler gibi…” Sieroz müteessir olmuştu. Gözlerine yaşlar doldu. “Tina, yavrucuğum, sana tapıyorum…” Karısının alnını, yanaklarını buselere boğuyordu. Genç kadın birdenbire dudaklarını onun dudaklarına yapıştırdı. Boğuk bir sesle: “O halde beni sev,” diye inledi. “Beni eskisi gibi sev, Klod…”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir