Luan Starova – Keçiler Dönemi

Nehir kıyısındaki yeni evimize yerleşir yerleşmez gözlerimizi ruhlarımızın derinliklerinde yer eden Şato’ dan ayıramaz olduk. Son savaştan kalede kalanları, özellikle, zafer kazanmış olanların resmi bayramlarını; 1 Mayıs’ı, Zafer Günü’nü, Ordu Günü’nü, Cumhuriyet Günü’nü gürleyerek selamıayan antik topları taş setin oradan uzun uzun seyrettik. Kent halkının gözbebeği Şato, kente yeni gelmiş bizlere boşlukta asılı bir balkon gibi görünüyordu. Üzerinde kalenin yükseldiği tepeciğin eteklerine erişmek isteyen birinin önce Tahtaköprü’yü geçmesi gerekiyordu. Baştan sona tahtadan yapılmış bu güzel köprüyü geçer geçmez hakiki bir saray; ön cephesinde, görünümleri alabildiğine değişik kabartma suretler ve masklarla çevrelenmiş, adeta insan boyunda bir dizi heykelin, heykel-sütunların yer aldığı bembeyaz bir saray gözler önüne seriliyordu. Neoklasik tarzda burada inşa edilmiş ama Viyana’ dan, Roma’ dan ya da Paris’ten dosdoğru Balkanlar’ın merkezine aktarılmış gibi bir izienim bırakan bu saygın yapı Tiyatro idi. Bu yeni bina, ve onun yanında yer alan ve halkalı sütunlarından dolayı Burmalı Cami ya da Yüksük Cami denilen bir caminin arsasına inşa edilmiş Orduevi, karşıdaki büyük banka ve de -daha çok küçük bir Doğu kasabasını andırdığı için Balkan yarımadasının en güzel binalarından biri sayılan- Merkez Demiryolu Garı, Devlet’in gücünü gösterıneyi amaçlıyordu. Gerçekten, yabancı sermaye, Versailles Anlaşması’nın ardından ülke7 ye girdikten yirmi yıl kadar sonra, yeni çağın gücünün simgelerini belirlemiş oluyordu. Bu yeni yapılar, Taşköprü ve bunların tümüne hakim bir konumda olan ve de en eski zamanlardan beri Balkanlar’ da kurulmuş bütün imparatorlukların başlıca dayanak noktası olarak bilinen muazzam kale kentin görünümünde hiç değişmeyecek özellikleri oluşturuyordu. Bu yapıların ortasında -boyutları bakımından, Balkanlar’ da belki de bir eşi daha bulunmayan- geniş meydan uzanıyordu. Taşköprü’ye ve Demiryolu Garı’na giden ana sokak bu geniş meydana açılıyordu. Orada kenti hem Kuzey ve Batı Avrupa’ya hem de yarımadanın güneyine ve doğusuna bağlayan Şark Ekspresi başlıca trendi. Büyük kışla olarak kullanıldığı Osmanlı döneminden beri “Şato” denilen kale artık yerinde yeller esen imparatorlukların tek simgesi olarak kalıyordu kesinlikle. Bu imparatorlukların her biri öylesine kaçınılmaz bir çöküşe ve unutuluşa mahkum olmuştu ki bunlardan artakalan dikili taşlar, üzerlerindeki yazıları farklı işaretler ve alfabelerle bezenmiş ama yeni fatihler ya da depremler tarafından yerleri hep değiştirilmiş dev blokların kalıntıları arasında duruyordu şimdi. Taş kütlelere kazınmış bu harfler, tarihi özgür kılarak, nesnelerin süreksizliğini kanıtlayarak, zamanla siliniyordu.


Kaybolmuş uygarlıklar dönemi bu dev duvarlar arasında duruyordu. Kenti her beş yüz yılda bir tekrar tekrar sarsan korkunç depremler dışında, yeryüzünde onları ortadan kaldırabilecek hiçbir kuvvet yoktu belki de. Balkanlar dönemi başka her yerden çok asıl bu kaleye damgasını vurmuştu. Fatihlerin bu taşlarda bıraktıkları mesajiara gelince, bunlar, onların geçmişteki müthiş kudretlerinin mezar taşı kitabesi olarak nitelendirilebilirdi ancak. Böylece, bizi gölün batı yakasındaki kentimizi terk etmek zorunda bırakan büyük göçten hemen sonra, hızla akan bu nehrin kıyısında konaklayarak, Taşköprü ile eski kız lisesi arasında boy vermiş dört kocaman titrekkavağın gölgelendirdiği harap bir zengin evine yerleştik – sonradan Jozef Broz Tito Lisesi adını taşıyacak olan kız lisesi son depremden çok büyük hasar gördüğü için, (kurtarılabilmesi mümkün olduğu halde) 8 yıktınlacak ve yerine, Komünist Partisi Merkez Komitesi’ni, gözden düşüşüne kadar, barındıracak tapınak biçiminde üç katlı bir bina kurulacaktı. Demek ki, sadece Şato idi zamana karşı direnen, sonunda Devrim Müzesi’ne dönüştürülen aşıboyası rengindeki kışlaları yerle bir etmiş depremle de sarsılmış ve hasara uğramış olmasına rağmen. Biz çocuklar ise, bu kentte yaşamaya başladığımız ve savaşın son izleri ortadan kalktığı andan itibaren içimizde kalemize bir şey sunmak arzusunun -ki belki de, yenilgilerimizden artakalmış belli belirsiz bir içgüdünün doğurduğu dürtülerden ileri geliyordu- uyanmaya başladığını hissettik. Bu arzunun etkisiyle adımlarımız Tiyatro’nun öte yanma gider oldu. Ve o sırada Yahudilerin oturduğu mahalleye daldıktan sonra kendimizi, her zamanki gibi, hemen yakındaki tepeciğin eteğinde bulduk. Ve zamanın -özellikle, şiddetli yağmurlar ya da nehrin kabarmaları sırasında- en yumuşak yerlerinden aşındırdığı tepeciğin derinlikleriyle karşılaştık birdenbire: Zaman, bombardımanıara ya da kenti hedef alabilecek diğer saldırılara karşı bugünkü sığınakların yapılmasına yarayan kilden oyulmuş çizikli ve girintili çıkıntılı derin mağaralar oluşturmuştu burada. Ancak Şato’ya çıkınca kentin merkezinden bütün bir kenti kucaklayabiliyorduk. Aşağıda soluk mavi ya da sarımtırak yeşil nehrin suları gözlerimizin önünde akıyor ve biz, kendimizi zamanın üzerinde yalpalayan bir geminin serenine tünemiş gibi hissediyorduk. Gelip geçen insanları, eski kira arabalarını, büyük pazarın renklerini, nehrin dinmeyen akışını seyrediyorduk. Bununla birlikte, hemen hemen bütün görüş açılarından büyük meydandı bakışlarımızı kendine çeken. Çoğu zaman, tarih orada duruyor ya da orada başlıyordu.

işgalciler ilk geçit törenleri için bu meydana doluşuyor, kurtarıcılar zaferi bu meydanda ilan ediyorlar, işçiler bu meydanda büyük gösterilerini düzenliyorlar, politikacılar kalabalık toplantılarını bu meydanda yapıyorlardı. *** 9 Bir ilkbahar sabahı, her zamanki gibi Şato’ya çıktığımızda bakışlarımız meydana çevrilmeye başladı ve tüm boşluğu gerçekten dolduran beyaz, alışılmadık ve kımıl kımıl bir şekle takıldı. Bakışlarımız keskinleşince meydanda olup biteni daha net seçebildik. İçimizden biri; “Meydanı keçiler, binlerce keçi ve insan doldurmuş!” diye bağırdı. Her yöne, kentin dört bir tarafına baktık Her yandan akın akın gelen keçiler ve insanlar sokaklarda kendilerine bir yol açıyor ve meydanda muazzam bir beyaz alay toplanıyordu. “Keçiler mitingi bu!” diye bağırdı, bir başka çocuk. Belli ki, bu yerde sık sık yapılan toplantıları düşünüyordu. Meydanda ikide bir düzenlenen geçit törenlerini düşünen bir üçüncüsü daha da ileri giderek, “Keçiler mitingi değil, keçilerin geçit töreni!” diye bağırdı. Keçilerle, insanlarla dalınayan bir karış yer bile kalmadı, göz açıp kapayıncaya kadar. Sürü sürü keçileri güçlü tekeleriyle birlikte peşlerinden götüren dağ köylerinin gözde çobanları, meydanın ortasına kurulmuş ve genellikle, geçit törenlerinde, gösterilerde ya da önemli mitinglerde, yeni Yugoslavya Sosyalist Federasyonu’na bağlı yeni Makedonya Cumhuriyeti’nin yüce yöneticilerinin yer aldığı geniş kürsüye tırmandılar. Şimdi bu kürsüde çobanlar, Belediye ve Parti yetkilileriyle ilk karşılaşmalarının başlamasını bekliyorlardı. Ama neler oluyordu meydanda? Bizler ta yukard an, Şato’ dan baktığımız için olup bitenleri anlayamıyorduk; ama, en yaşlı kişilere göre, çok önemli, tarihi bir şeyin, anlamını daha sonraları zamanla kavrayacağımız bir şeyin söz konusu olduğu açıkça görülüyordu. “Gönüllü” işçi kooperatiflerine katılmamış köylüler çevredeki dağlık bölgelerden sadık keçileriyle birlikte kente inmişlerdi. Yöneticiler ise, bu çobanların, sosyalist devrimi gerçekleştirecek işçi sınıfıyla en kısa zamanda kaynaşacaklarını umuyorlardı. İşte anlamını zamanla kavrayacağımız şey buydu.

Ama o sırada kim anlayabı1irdi bunu! . Kent bu yeni ahalisinin yaydığı dağ havasıyla yeniden hayat buluyordu. Bu insanlar, kendilerini o zamana kadar mutlu ya da mutsuz kılmış topraklarından, içlerinde bir burukluk duyarak 10 ayrılmışlardı. Doğup büyüdükleri baba ocağını, günün birinde gene oraya dönmek umuduyla ıssız bırakmışlardı. Sadece kendilerine en gerekli olacak şeyleri beraberlerinde getirmişler, ama her biri, bir daha hiç dönmeyeceğini bile bile evlerinin anahtarlarını yanına almıştı. Hayvanlarından -özellikle çoğu zaman kooperatiflerde kalması gereken büyükbaş hayvanlardan- ayrılmış olmak, sadece keçileriyle baş başa kalmak da çok zor gelmişti, ama -büyükbaş hayvanlardan değil de- keçilerden ayrılmak söz konusu olsaydı, hiçbir yasa ya da kuvvet bu insanları keçilerinden ayıramazdı. Sanki çok çocuklu ailelerinin ayrılmaz bir parçasıymışlar gibi, onların yanında kalıyordu keçiler. Gerçekten, savaşın yol açtığı uzun felaket ve kıtlık yılları boyunca bu ailelerin büyük bir kısmı onlar sayesinde hayatta kalabilmişti. Zaten, her ailede, atalarının Balkanlar’ da meydana gelen önceki çatışmalara ve felaketiere sürüklendiği birçok keçi soyu vardı. Keçiler olmaksızın, ne bu insanların, ne de yeni doğmuş çocukların var olamayacağı kesindi. Çoban eşlerinin birçoğu, ömürlerinde ilk kez, üstlerini değiştirip, sarıya çalan yeşille karışık çivit mavisi alışılmadık renklerin oluşturduğu geçme kaytan örgülerde kıvılcım gibi parlayan altın ya da gümüş sırma işlemelerle bezenmiş görkemli ulusal urbalarını giymişlerdi. Ülkenin ancak bazı dağ köylerinde rastlanırdı bu renk cümbüşüne. Başkente yolculuk, o zamana kadar bayırlara, belenlere, dar boğazlara dağılmış, hatta Balkanlar’ daki yüksek dağların doruklarında yaşayan bu aileler için bir dönüm noktasıydı. Bazı yerlerden başkente ulaşmak günlerce, gecelerce yol almayı gerektiriyordu; oysa, diğer bazı yerlerden oraya bir günde varılıyordu. Sanki sessizce aniaşmışlar gibi çobanlar dağ doruklarındaki meskenlerini, küçük köylerini de terk etmişlerdi.

Evet, aralarında önceden anlaştıkları belliydi. Yürüyüş kolları oluşturarak birlikte yol almışlardı. Çok çocuklu ailelerin ardında çok sayıda keçi ve nadiren, birkaç teke yürüyordu. Bazen, bir çocuğun ya da çocukların hep birlikte ağlamaları dinrnek bilmediğinde, yürüyüş kolu yolda duruyordu. O zaman keçiler de duruyorlardı. Bir damla süt bile vererneyen aç ll annenin koynuna büzülmüş ağlamaklı çocuğa meme vermeye kendiliklerinden hazır oluyorlardı. Keçiler yol boyunca rastladıkları yaprakları, dalları, dalcıkları, otları ve besin değeri olan her şeyi koparıp çiğniyorlardı. Savaştan galip çıkanların izinde, Cumhuriyet başkentinin büyük meydanına doğru yol alan bu insanlar için keçiler seyyar sıvı-besin deposuydu. Evet, çobanlar ve memeleri süt dolu keçiler, sanki savaşın gerçek galipleri kendileriymiş gibi ilerliyorlardı. Öte yandan, uzun mücadele yıllarından dolayı yorgun düşmüş, göğüsleri madalyalı askerlere, yol yapımında çalışan gönüllü gençlere rastlıyorlardı yol boyunca. Durup onları selamlıyorlar, süt ve keçi peyniri olarak ne kalmışsa kendileriyle paylaşıyorlardı. Dağ insanlarının doğal cömertliğinin bir belirtisiydi bu. Kaleden, biz çocukların bakışlanınızla selamladığımız keçiler ve çobanlar bu ilkbahar sabahmda başkente işte böyle çıkartma yaptılar. *** Devlet’in ve Parti’nin yüce yöneticilerinin, işçi sınıfının mayası ve kardeşleri olan bu yeni ahalinin dağ köylerini terk edip başkente indiklerinden haberleri vardı kuşkusuz. Bu yeni gelenlerin doğup büyüdükleri yerden ayrılmakta güçlük çekmiş olacakları tahmin ediliyor, ve kiminin bir kedi, bir köpek, bir horozla, kiminin bir koyunla ya da bir keçiyle gelmesi bekleniyordu.

Ama, başkenti keçilerin istila edeceği hiç kimsenin aklına gelmemişti, hatta böyle bir şeyi rüyalarında bile görmemişlerdi. Gerçekten, Zafer Günü geçit töreninden sadece birkaç gün sonra aynı meydancia keçilerin geçit töreni yapmaya geleceklerine kimse inanamazdı. Yaşadıkları dağların gelenek ve göreneklerine kesinlikle veda etmiş, ve şimdi hiç şüphesiz iç ve dış sınıf düşmanıarına öldürücü bir darbe indirecek olan bu yeni kadroların işçi sınıfına katılmak üzere gelişine Devlet’in ve Parti’nin yüce yöneticileri için için seviniyorlardı. Ama “bu karŞı-devrimci keçiler” bu gerçek beyaz istila, Parti ideologlarının ve düşünürlerinin stratejik tasarılarını rafa kaldırıyor, hatta sıfıra indiriyordu. 12 Belediye Meclisi üyeleri, üst makamların talimatına göre çalışmaya · alışmış olduklarından, girişimlerde bulunmak için ellerinden geleni yapıyorlardı, fakat çobanlara, onların keçilerine nasıl davranmaları gerektiği konusunda somut hiçbir talimat verilmemişti kendilerine. Aslında, ivedi bir danışma için bile vakit kalmamıştı. Keçiler meydanı doldurmuştu, çobanlar, çocuklar ve anneleri bir an önce bir çözüm bulunsun diye bekliyorlardı. Parti’nin bazı kadrolarında kısa bir süre sonra dile getirilecek olan formüle göre, kent “keçilerin istilasına” uğramıştı. Parti İl Komitesi Sekreteri ve Belediye Başkanı çobanların önderleriyle tanışmak için tören kürsüsüne tırmandılar. Hiç tartışmasız, diğerlerine rehberlik eden Başkeçi Çobanı’nın adı Çanga idi. Üzerinde keçi kılından yumuşak bir kaftan, başında da Tito’nun serpuşuna benzeyen bir başlık vardı. Kentin yüce yöneticilerini ilkin o selamlamaya kalkıştı. Konuşmaya başlayan Parti Sekreteri’nin sözleri karşısında afalladığı belliydi: “Köylü kardeşlerimiz, aydınlık geleceğimizin, sınıfsız toplumumuzun kurucuları, hoş geldiniz! Günlerdir bekliyorduk sizleri, ama sadece sizleri, keçilerinizi değil. Bu hayvanlarınızla birlikte nereye yerieşebilirsiniz kardeşler? Bu kentte onlarla birlikte yaşayıp çalışabileceğinizi mi sanıyorsunuz? ‘Bu keçilerin eşliğinde toprağı bellemenin bile mümkünü yoktur’ demiyor mu darbımeselimiz. Kaldı ki, sınıfsız toplumda, komünizm döneminde böyle bir şeyin haydi haydi mümkünü yoktur.

” Hoş geldiniz konuşması yerine söylenen bu sözlerden sonra Çanga kendini toparlamakta güçlük çekti. Bununla birlikte, Parti sekreteri, “komünizm” sözcüğünü kullanınca, çobanların rehberi onun sözünü kesip şöyle dedi taşı gediğine koyarak: “Kardeş, biz keçilerimizle birlikte komünizmden geliyoruz, oysa sizler, şu anda, onu gerçekleştirme yolunda henüz adım atmış bulunuyorsunuz. Evet, bizler, keçilerimizle, hep birlikte, doğal biçimde komünizm öncesi bir tarzda yaşadık. Başımıza gelenlere birlikte göğüs gerdik. Sizin deyişinizle, ‘sınıfsız bir toplumda’ keçilerimizle birlikte yaşadık. Faşizme bu keçiler sayesinde birlikte dayandık ve onlar sayesinde ha1 3 yatta kaldık. Evet, keçilerimiz olmasaydı, sizlere katılmak ve birlikte işçi sınıfı oluşturmak için buraya kadar asla gelemezdik.” Çevresindeki çobanlar onu yüksek sesle onayladılar; beyaz kitle yerinde duramaz oldu. Parti sekreteri, hiç de böylesine bir yanıt beklemiyordu. Kendince en uygun sözleri bulmaya çalışırken, meydanda toplanmış bütün bu kalabalık, söylenenleri birbirlerine iletıneye koyuldu ve anlaşmak mümkün olmadı artık. Keçili beyaz istilanın haberi kente yayılmıştı. Biz çocuklar, keçilerin meydanda toplandığını görür görmez, bunu duyurmak için koşarak tüm mahallelere yayılmıştık Başlangıçta insanlar sözlerimize inanmak istemediler -inanılmasının güç olduğunu itiraf etmek gerekir- ama çok geçmeden, dört bir yandan meydana koşmaya başladılar. Kentte olup bitenleri hiç kimse anlayamıyordu ve bu keçi akınının gizli anlamını kavrayabilecek hiç kimse yoktu. Herkes kendine göre yorumluyordu. Kimilerine göre, keçiler bir “beyaz karşı-devrimin” habercisiydiler.

Diğerlerine göre ise, onların gelişi “zorla kooperatif kurmaya” karşı köylülerin bir tepkisiydi. Bazılarına göre, Stalin’in bütün bunlara duyarsız kalmaması gerekirdi. Kentiiierin birçoğu çobanların arasına karışınıştı şimdi. Çobanlar arasındaki kaynaşma durulunca, Belediye Başkanı, kelimelerini seçerek ve yatıştırıcı bir sesle Çanga’ya şöyle dedi: “Biz sizi daha erken bekliyorduk. Bir an önce kente ulaşınanızı sağlamak için kamyonlar ayırtmıştık. Ne oldu da bınyanlara binmediniz?” “Keçilerimizden dolayı yaya geldik. Kamyonlarda onlara yer yoktu. Oysa, biz, ne pahasına olursa olsun, onlardan ayrılmak istemiyorduk” diye yanıtladı Çanga. “Anlıyorum, anlıyorum” dedi Belediye Başkanı, kaygılı bir halle. “İyi ama, keçilerinizi ne yapacaksınız şimdi? Onları satacak mısınız, kesecek misiniz, ya da? . ” Bu sözcükleri duyunca Çanga’mn tüyleri diken diken oldu. Belediye Başkanı’nın boğazına sarılmak geldi içinden, ama kendini tuttu. En yakınındaki çobanlar, sonra kalabalığın tümü: diğer çobanlar, çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar da aynı duyguya kapıl14 dı. Beyaz kitle bumundan soludu, hoşnut kalmadığını belirtmek için; Çanga’nın ağzından şu mesajı yollamak istercesine başkaldırdı: “Keçiler ailelerimizin hayatlarının bir parçasıdırlar. Onlarsız bir yanımız eksik kalır; biz, biz olmaktan çıkarız.

Oysa onlarla birlikte kendimizi daha güçlü hissediyoruz.” “Anlıyorum, anlıyorum” diye söze karıştı Belediye Başkanı uzlaştırıcı bir ses tonuyla. Görüşlerini sonuna kadar savunmakta direnen Çanga, “Hayır, keçilerin bizler için ne ifade ettiklerini asla anlayamayacaksınız!” dedi. Bununla birlikte, onların kentte bile ne kadar yararlı olduklarını kısa zamanda fark edeceksiniz. Çanga’nm söylediklerini duyan Parti Sekreteri, şüpheci ve tehdit edici bir tarzda başını çevirdi. Sözlerine bir şey, tumturaklı bir şey eklemek istedi fakat kendini tuttu. Bunu fırsat bilen Çanga konuşmasını sürdürdü: “Sayın kentliler, yanakları elma gibi kırmızı, gürbüz çocuklarımıza baktınız mı? Onların, kentlerin cılız ve yetersiz beslenmiş çocuklarından ne kadar farklı olduklarını görmüyor musunuz? Çocuklarımızın her birinin arkasında bir keçi vardır. Kurtaneısıyla birlikte kalır boğulmaktan kurtulan. Evet, çocuklarımızın kendilerini dünyaya getiren bir anaları vardır ama, onları yaşatan keçiler de vardır.” Parti Sekreteri ile Belediye Başkanı, cesaretleri kırılmış gibi bir an bakıştılar. Çanga sözlerini esirgemiyordu. Sekreter, Başkeçi Çobanı’nın söylediklerinin parti kurallarına hiçbir şekilde uygun olmadığını düşünüyordu. Bu sözleri başka biri sarf etmiş, hatta daha ılımlı sözlerle kendisine karşı gelmiş olsaydı, o kişi bunun sorumluluğunu yüklenir, ona ve onun gibilerine hadleri bildirilirdi. İşte bunun içindir ki, rejime, Partiye, sosyal sınıflara, sosyalizme karşı bu tür imalar, herkesin önünde çok daha ılımlı bir tarzda dile getirilmiş bile olsa, başkentin sıradan vatandaşlarına olağanüstü geliyordu. Astıarının önünde, Başkeçi Çobanı’nın sözleriyle sarsılan otoritesini sağlama almak için Parti Sekreteri diğer çobanların da duyabileceği sakin, ölçülü ve tok bir sesle konuştu Çanga ile: 15 “Bizi komünizme, sınıfsız topluma götürecek olan sosyalizmi inşa ediyoruz.

Bu demektir ki fabrikaları, yolları, köprüleri ancak birbirimizle kenetlendiğimiz, işçiler ve köylüler olarak, tüm güçlerimizi birleştirdiğimiz takdirde gerçekleştirebiliriz. Güçlü bir sanayiye ihtiyacımız var. Barajlarımız, hidroelektrik santrallerimiz eksik. Kentlerimiz hala kalkınmış değil. Herkesi barındıracak kadar büyük konutlara sahip değiliz. Mevcut evlerimiz ise dardır, az çocuklu aileler için yapılmıştır.” Parti Sekreteri sözlerinin etkisini gözlemlemek için bir an sustu; sonra, sessizlikten cesaret alarak konuşmasını sürdürdü. “Başınızı sokacak bir yeri bin güçlükle bulduk. Barakalar yaptırdık Biz zar zor barınduabiliriz sizleri. Ama siz, keçilerinizle geliyorsunuz üzerimize! Sosyalizmde onlarla birlikte mi öncülük edeceğimizi sanıyorsunuz? . ” Çobanlar, bu tür görüşlerin geliştirildiğini daha önce de duydukları için, Çanga, Parti Sekreteri’nin sözünü kararlılıkla kesti: “Keçilerimiz olmaksızın, sosyalizmde bir adım bile ilerleyemeyiz. Onlarla birlikte kalacağız bulunduğumuz yerde. Gelmiş olduğumuz yerlere onlarla birlikte derhal dönmeye bile hazırız. Size söylediğimiz gibi, orada faşizme onlar sayesinde dayandık O halde, sizin söylediğiniz gibi, sosyalizmde bu çok daha kolay olacaktır.” Parti Sekreteri kendi kendine bir şeyler ınırıldanmaya başladı, sonra sustu.

Konuşmayı daha fazla sürdürmeyi istemiyor, yukarıdan verilecek talimatı bekliyordu. Kendi otoritesini yitirmek tehlikesiyle karşılaşmayı da istemiyordu, çünkü, bu otoriteyi çobanların daha şimdiden adamakıllı sarstıkları açıkça görülüyordu. Belediye Başkanı yetkisinin sınırlarını bilen olgun ve ihtiyatlı bir adamdı. Öyle ki, Parti Sekreteri’nin karşısında bile, inisiyatifi ona bırakmakta tereddüt etmiyordu. Bununla birlikte, bu kez, inisiyatifi ele almanın, hemen ele almanın kendisine düştüğünü apaçık gördü. Hükümet makamlarından, Parti kurallarına uygun olarak gelecek emirler ise aslında bundan daha açık seçik olamazdı: Bu çobanlar kentte iyi kabul görmeli ve ne pahasına olursa olsun, geri dönmelerine izin verilmemeliydi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir