M. Bourse, H. Yucel – Iletisim Bilimlerinin Seruveni

Günümüz toplumu genelleşmiş bir iletişim toplumu olarak tanımlanabilir. Bunun için iletişimin, nasıl insan deneyiminin iletişim kavramından uzak görünen birçok alanını açıklama ölçütü durumuna geldiğini, politik ve kültürel alanda nasıl stratejik bir önem kazandığını sorgulamak yeter. Bugün “iletişim” sözcüğü, kendi aralarında çok farklılaşan birçok deneyimi, pek fazla ayrım da yapmadan tanımlar. Böylece iletişim birçok alanı ele geçirir: Şirket iletişimi, politik pazarlama, reklam, teknik iletişim, gazete, radyo, televizyon gibi iletişim araçları, “iletişimi” öğrenme amaçlı psikoterapi grupları bunlara örnek oluşturur. İletişim iki kişi arasında bir söyleşim de bir roman, bir reklam spotu, bir film, bir tiyatro oyunu da olabilir. Aynı zamanda ağ ile birbirine bağlanmış iki bilgisayar arasında bilgi alışverişi, iki kredi kurumu arasında gerçekleştirilen bir ekonomik aktarım da iletişimdir. Daha da ileri gidersek, beyin hücrelerinin bağıntısını da iki birey arasında niteliklerin kalıtsal aktarımını da iletişim terimleriyle betimleyebiliriz. Bu sözcüğün içerdiği anlam çokluğu rastlantısal değil. “İletişim” örtük kalan bir kasıtlılığa, iletişim kurma isteğine de gönderme yapar. İletişimin içermesi gereken alışveriş düşüncesi, ileti ve aktarım kavramlarıyla açıklanmaya çalışılan olguların oluşturucusudur. Bu anlamda iletişimin başlı başına, günlük evrenimizin bir “açıklayıcısı” durumuna geldiği saptanabilir. Bunun nedeni de günümüzde iletişimin her yerdeliğinden kaynaklanan kavram belirsizliği kuşkusuz. İletişimsel bileşimden kaçmak olanaksız. Günümüzde iletişimden çok söz edilmesinin bir nedeni de bilişim ve iletişim tekniklerinin yaygınlığıdır. Günlük evrenimiz artık uydular, bilgisayarlar, yeni televizyon kanalları, cep telefonları, internet ve başka “bilgi otoyollarıyla” sarılmıştır.


Bu konuda kitapların, raporların, söylemlerin, basın makalelerinin bolluğu, iletişimin yalnızca teknik yönleri üzerine olumsuz bir odaklanmaya tanıklık eder. Dominique Wolton’un 1 saptadığı gibi, iletişim, çok önemli bir ekonomik etkinlik sektörü olmanın ötesinde, insanların, haberin ve bilginin dolaşımını sağlayan tüm araçları ve ağları kapsar. Birinci düzeyde iletişim, araçsal bir biçimde, bir başka deyişle onu olası kılan aygıtlar yoluyla tasarlanır. Ancak bir başka düzeyde iletişim, günümüzün toplumsal pratiklerini bir okuma yöntemi işlevi de görür. İletişim varoluşumuzda giderek önem kazanan bir yer edinme eğilimindeyse de temel gücü kendisine açıkça karşı çıkılmasının zorluğu olan yeni bir ideoloji basamağına da yükselmiş gibidir. Bu egemenlik, bir yandan üstün performanslı tekniklere dayanması, öte yandan da iletişim ideolojisinin, dünyayı değiştireceği savındaki büyük ideolojilerin külleri üzerinde doğmasıdır. İletişim insanoğlunu derinden etkiler, iletişimi kolaylaştırabilecek her şey de bireysel özgürlüğün ülküsel aracı gibi belirir. 2 Elbette iletişim söylemi her yerdeliğiyle politik söylem kadar esnek görünür, her alana uygulanabileceği izlenimi uyandırır. Bu nedenle tüm bilgi alanlarının iç işleyişini temelde iletişim olguları gibi yorumlamak olasıdır. İletişimin bu evrenselliği, sorgulanmasını ve yorumlanmasını gerektirir. Bunun için de iletişim söylemi konusunda yalın bir sınıflandırmanın ötesine geçmelidir. A. İletişim Bilimlerinin Tarihi Günümüzde toplum bilimleri araştırmacılarının çoğu, iletişimi merkez değer durumuna getiren söylemin tarihsel olarak aşıldığı, doğuşunu ve gelişimini yeniden açıklamanın denenebileceği bir toplumsal oluşum durumuna geldiği konusunda görüş birliği içindedir. İletişim kurmak başlı başına bir anlam taşımaz. İletişim kuramları, uygulamaları ve teknikleri önemlidir: Bu kitabın da açıklamayı ve tartışmayı önerdiği bu öğeler.

İletişim birçok disiplinin (felsefe, tarih, dilbilim, toplumbilim, psikoloji, biyoloji, sibernetik, siyasal bilimler) kavşağındadır. Toplum bilimlerinin bu özel alanı, bilimsel meşruluk sorunuyla sürekli ilgilenmiştir, bu da onu pozitif bilimlerden esinlenerek, genellikle şemaları benimsemeye, bilimsellik modelleri aramaya yöneltmiştir. Bununla birlikte iletişim bilimlerinin üçlü bir gereksinimden doğduğunu ileri sürebiliriz: 1. Epistemolojik bir gereksinim, bir yandan bilgilerin nesnelerinin kendilerine özgü nitelikleri nedeniyle, örneğin sosyolojinin de psikolojinin de tek başlarına gerektiği gibi kavrayamadığı kimi iletişimsel olguları açıklayabilecek bir bilimsel yaklaşım geliştirme gereğini içerir. Edgar Morin için, uzmanlaşma sorunu söz konusudur. Böylece disiplinler arasılık epistemolojik sorunu gündeme gelir, bu da daha genel olarak insan bilimlerini ilgilendirse de iletişim bilimlerine özgüdür. Piaget’ye göre bilimsel disiplinler arasında üç karşılaşma biçimi vardır: Çokdisiplinlilik: Ortak bir izlek çevresinde (burada iletişim) farklı disiplinlerden, kendi kavram ve yöntemlerini kullanan araştırmacılar bir araya gelir. Disiplinler arasılık: İki ya da birçok disiplin arasında (örneğin hayvan iletişimsel davranışı araştırmasına uygulanan etnoloji ve iletişim psikolojisi arasında) bilgi, inceleme ve yöntemlerin aktarımı ve alışverişini varsayar. Disiplinlerötesilik: Sınırlara aldırmadan farklı bilimleri kapsayan bir bilgi söz konusudur (örneğin, Norbert Elias’ın tarihsel toplumbilimi ya da Leroi Gourhan’ın tarih öncesi antropolojisi). İletişim bilimlerinde bu üç karşılaşma türünü de bulabiliriz. Bu “disiplinin” özelliğini oluşturan, birbirleriyle yalnızca bir araya gelmekle kalmayan, eklemlenmeleri de gerçek bir özgünlük ortaya koyan farklı kaynaklardan kavram ve varsayımları kapsayabilmesidir. Göstergebilim, dilbilim, toplumbilim, antropoloji, pozitif bilimler ve teknikler, sürekli bir araya gelen birçok düzey yoluyla iletişim bilimlerinin özgün bakış açısını oluşturur. Bu yaklaşımlardan her biri bağımsız olarak, ötekilerden ayrı kullanıldıklarında, 3 insan ya da toplum bilimlerinin ya da mühendislik alanındaki bilimlerin bir başka alanında yerini bulur. Bilimleri ve uygulamaları birbirinden ayırmak ve iletişim bilimlerinin varlık nedeninin “Nasıl daha iyi iletişim kurmalı?” sorusuna yanıt aramak olmadığını da belirtmek gerekir. Yanıt aranan sorular şunlardır: İletişim nasıl oluşur (eklemlenmenin farklı yönlerini, özellikle de iletilerin dolaşımı biçimini dikkate alarak) ? İletiler nasıl algılanır? İletiler nasıl sürekli yorumlanır ve yeniden yorumlanır? İletişimin yeni bir bilim olup olmadığına ya da yeni bir değerler dizisi oluşturup oluşturmadığına karar veremeyiz.

Lazarsfeld, Goffman, Hall, Adorno, Marcuse, Watzlawick gibi iletişimle ilgilenen ve iletişim alanında ünlü birçok isim, böyle bir bilim alanı kurmayı hiçbir zaman gerçekten amaçlamamışlardır. Hiçbir zaman “iletişim” adlı bir bilim ya da bir disiplin kurmamışlardır. Dolayısıyla “iletişim kuramlarından çok, iletişim süreçlerinin ve olgularının sorunsalına uygulanan başka bilgilerden, “iletişim üzerine kuramlardan” söz etmek gerekir. Örneğin Konrad Lorenz’e göre, 4 genomun kodlanması konusundaki gelişmeler, bir bilgi ediniminden başka bir şey değildir (bu da hemen görünmeyen bir iletişim uzamını varsayar). Psikolojide iletişimin işlevi açıktır, farklı kuramlarca farklı biçimlerde kullanılır. Toplumsal olguları kapsayan alanda, telekomünikasyonları iletişim gibi değerlendirebiliriz, bu da mühendislik ve uygulamalı bilimler kapsamındadır, aynı zamanda şirket iletişimi, reklam, halkla ilişkiler ve şirket kültürü de iletişime ilişkindir, iş evreniyle birleşir. Son olarak da kitle medyası ve gazetecilik alanını, politikada iletişim kurma sanatını ve imaj yaratıcılarını, kamuoyu araştırmalarını ve işlevlerini iletişim kapsamında ele alabiliriz. İletişimin yeni bir araştırma nesnesi, çok disiplinli bir bilim ya da alan olduğu, birçok disiplinden, özellikle toplum bilimlerinden esinlendiği ve bu disiplinlerin yöntemlerini benimsediği konusunda görüş birliğine varabiliriz. İletişim farklı alanlara yayılan, parçalara ayrılan bir bilimdir, bu özelliği nedeniyle de bir araştırma alanıdır, özgünlüğü disiplinler ötesi, çokdisiplinli ve disiplinler arası niteliğinde bulunan bir birleşim bilimdir. Bu nedenle de “iletişim biliminden” çok, “iletişim bilimlerinden” söz edilerek, çoğul ek kullanımıyla çokdisiplinli niteliği vurgulanır. İletişim matematiği, psikolojiyi, mantığı, dilbilimi, antropolojiyi, göstergebilimi kapsayan birçok disiplinin bilimsel katkısından beslenir. Çok farklı araştırma ve sorgulama biçimleri ekonomiden, sosyolojiden, antropolojiden ya da tarihten esinlenir. Anketler ve istatistikler, vaka incelemeleri, katılımcı gözlem gibi yöntemler de bu büyük çeşitliliğe tanıklık eder. Amerika Birleşik Devletleri, İspanya ve Kanada’da iletişim başlı başına bir disiplin olarak fakültelerde kırk yıldır; Fransa’da da yirmi yıldır yer almaktadır. Almanya ve İtalya’da felsefe ve sosyoloji programlarında az bir yer kaplar ancak giderek tüm disiplinlerde belirmektedir.

Türkiye’de de 1950’lerde üniversite düzeyinde gazetecilik öğretimiyle başlayan iletişim eğitimi, 1992’de Basın-Yayın Enstitülerinin İletişim Fakültesine dönüştürülmesiyle giderek yaygınlaşmıştır. 2. Tarihsel, toplumsal hatta politik bir gereksinim: XX. yüzyıl boyunca ortaya çıkan evrensel çatışmalara ve toplumsal dışlama üzerine temellenen diktatörlüklerin belirmesine bağlı beliren bir gereksinimdir. 5 Bu tarihsel ve toplumsal durum, gözlemciler ve özneler için yeni sorular ortaya koyar. Böylece iletişim, İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, sanki halklar bu yeni iletişim ideolojisinde barbarlığa bir yanıt, politik ideolojilere bir seçenek, neredeyse her türden toplumsal ve ekonomik sorunu çözmeyi sağlayabilecek, çevresinde bir toplumsal uzlaşmanın gerçekleştirilebileceği bir merkez değer bulmuşlar gibi, tam anlamıyla patlama yapar. XX. yüzyıl tarihin en şiddetli ve öldürücü olaylarına tanıklık etmiştir. İki dünya savaşında öldürülen milyonlarca insan, onlarca bölgesel çatışma, insan bilimleri araştırmacılarının karşı karşıya kaldığı zorunlu bir doku gibidir. Olguların bir ülkeden çok, tüm evrene ilişkin olduğu bu yüzyılda Avrupa, uluslararası arenanın odağına yerleşir. Ama bunun bedeli de ağır olur: Avrupa neredeyse durmadan savaşır. Bu şiddet ufku Avrupa politik haritasını altüst eder, milliyetçi duyguları güçlendirir, büyük modern totalitarizmleri doğurur. XX. yüzyılda ortaya çıkan yeni bir rejim olan totalitarizm, ilk başta tek partinin desteklediği tek adam diktatörlüğüdür. Faşist İtalya’da Mussolini 1922’den 1943’e kadar diktatörlüğünü sürdürür.

Almanya’da Nazi partisi Hitler’le 1933’te başa gelerek 1945’e kadar iktidarda kalır. Sovyetler Birliği’nde de Stalin 1928’den 1953’e kadar yönetimdedir. Bu rejimler, diktatörlüğü aşarak totaliter rejimler durumuna gelirler. Totaliter rejimlerin yöntemlerinin hepsi de tek bir amaca yönelir: Halk kitlesine ortak bir istenç aşılamak, insanı tüm yönleriyle ideolojik bütünün içine çekmek (ulusal, ırksal ya da toplumsal), yalnızca politik görüşlerinin ya da toplumsal işlevinin değil, meslek ve aile yaşamının, inançlarının, değerlerinin, estetik beğenilerinin de devlet ideolojisinin hizmetine adanması. Bu üç rejimin yöneldiği, neyse ki hiçbir yerde ulaşılamamış hedef, “sivil toplumu” bu bütün içerisinde eritip ortadan kaldırmaktır. Totaliter rejimlerin tarihsel döneminin sonucu da iletişimin merkez konuma gelmesidir. Erik Neveu’nün belirttiği gibi 6 Orwell’ın “1984” adlı romanından çıkarılabilecek temel derslerden biri, totaliter dinamiğin yalnızca aykırı ve rejime zararı dokunabilecek sözlerin şiddetle bastırılmasında olmadığını ortaya koymaktır. Totalitarizm toplumsal evrenin eleştirel düşüncesinin simgesel araçlarını kırarken, iletişim araçları üzerinde tam bir egemenlik kurmayı da amaçlar. Bu ideolojik amaçların hangi açılardan toplum bilimleri araştırmacılarının dikkatini çektiği açık: İletişim bilimlerinde uzmanlaşmış araştırmacılardan birçoğu, Avrupalı psikososyologlardır. Büyük bir bölümü XX. yüzyılın ilk yarısında önem kazanan Freudyen-Marksist ideolojileri de benimser. İki dünya savaşının yarattığı şok, özellikle Şoah, bu araştırmacıların iletişim sorununa yönelmesini büyük ölçüde açıklar. Çoğu sürgündedir, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde çağdaş iletişim biliminin akımlarının öncüleri olurlar. İletişimi totaliter sapmalara bir çözüm ve engel gibi tasarlamaya çalışmak üzere politika ve uygulamalı sosyoloji alanını terk ederler. Palo Alto Okulu ya da Herbert Marcuse, Jürgen Habermas gibi düşünürler bu eğilimin tanığıdır.

Özellikle Palo Alto ekibi, genel kapsamlı bir düşünsel hareketle belirlenen özgün bir anlam topluluğu oluşturur. Aynı zamanda da akılcı öznenin klasik felsefecilerinin bir yapı bozumudur. İkinci Dünya Savaşı’nın barbarlığınca sınanmış Palo Alto Okulu’nun kurucu üyeleri eleştirel ve kuşkucudurlar: Bir “devrim” düşüncesinin politik bakış açısına karşı, hatta bir ilerleme düşüncesine karşı kuşkucudurlar, Kartezyen geleneğin ve geleneksel psikolojinin ele aldığı anlamda egemen özne kavramına karşı da eleştireldirler. Mantık dışının (bürokratik, komünist, dürtüsel) uygulayımı ve bilinci, düşüncelerini etkiler. Bize ilk önce mantıklı gibi gelen, bu araştırmacılara göre, gerçekte, mantıkdışı etkenlerin ürünüdür (bilinçdışı, dürtü, egemenlik ilişkileri, güç isteği, isteğin isteği gibi). Toplumsal olguların toplulukçu boyutu, her zaman baskılayıcı ve yabancılaştırıcı olarak değerlendirilir. Ancak yerleşik düzenin kökten eleştirisini elden bırakmadan, iletişimin belirli bir biçiminde gerçek “dönüşümünü” beklemek gerekir. Bunun için, Philippe Breton’un açıkladığı gibi, 7 iletişim değiş-tokuş ideolojilerinin ya da dinlerinin sonuncusunu oluşturacaktır. Evrensel uzlaşma ya da anlaşma ideolojisi düşman tanımaz. “İletişim ideolojisi”nin savunuculuğunu üstlenmek, tüm insanlığı paylaşılan bir topluğun içinde birleşmeye çağırmaktır. İletişim teknolojileri, klasik ideolojilerin boşalttığı merkeze yerleşir. İletişim ideolojisi politik ideolojilerin nöbetini devralır, özellikle de çöktüğü varsayılan ya da saptanan akılcı ilerleme ideolojisinin yerine geçer. Eğer internet bugün yeni bir toplumu doğuran gerçek bir “devrim” gibi tanıtılıyorsa, bunun nedeni tekniğin toplumu değiştirebileceğinin varsayılmasıdır. Ve eğer günümüzde böylesine bir güçle kendini aşılatıyorsa bunun nedeni de Philippe Breton’un saptadığı gibi, Amerikalı matematikçi Norbert Wiener tarafından İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana şaşırtıcı bir biçimde gündemde kalan terimlerle kuramsallaştırılmasıdır. 3.

Teknik bir gereksinim, kitle iletişiminin yeni tekniklerinin belirimine bağlıdır: Gazeteler ve örneğin Amerikan Birleşik Devletleri’nce XX. yüzyıl başında büyük politik kampanyalara ilişkin basılı yayınlar, radyo, televizyon, sinema, reklam ve günümüzde internet. Kitle kültürü, medyanın etkileri, kamuoyu incelemesi, bildirişim, örgütsel ağlar dinamiği gibi büyük iletişim kuramları, dönemlerinin teknik yenilikleri üzerine (yazılı basın, televizyon) bir sorgulamada kaynaklarını bulurlar. İnternet, çoklu ortam ve bilgisayarlar üzerine çalışmalarda da aynı durum geçerlidir elbette. Watzlawick’in iletişim pragmatiği gibi kişiler arası iletişim üzerine kuramlar sibernetiğin ve bildirişimin istatistiksel kuramının birçok temel kavramını benimser. Toplumsal düzenin dönüşümlerine eşlik eden teknik olgu da iletişim bilimlerini doğuran düşüncenin odağındadır her zaman. Örneğin yeni iletişimsel çalışmanın yeni nesnelerinin doğası nedeniyle araştırmacılar, iletişim sürecini yalnızca iletilerin alımlanması açısından değil, sürecin bütününde değerlendirerek, bakış açılarını değiştirmek zorunda kalırlar. İletişim bilimlerinin gelişiminin teknik olgunun gelişimiyle bağlantılandırılabileceği ileri sürülebilir. İletişim sürecinde teknik olgu üzerine görgül gözlemleri ve kuramsal düşünceleri içeren bilimsel üretimlerin sayısı çoktur. Ayrıca iletişimin çağdaş kavramının kaynağında, her şeyi bildirişim olarak gören sibernetikçiler bulunabilir. Onlara göre gerçek, tümüyle bildirişim yoluyla yorumlanabilir. Breton’un belirttiği gibi, iletişim ideolojisi 1940-1950 yılları arasında doğar, bu yeni ideolojinin kaynağını da matematikçi Norbert Wiener tarafından kurulan yeni bir bilimde, sibernetikte aramak gerekir. Wiener klasik bilimlerin geleneksel yöntemini eleştirmekle işe başlar: Klasik bilimler doyurucu değildirler; çünkü üzerine çalıştıkları olguların içeriğiyle fazla ilgilidirler. Oysa asıl önemli olan, olguların aralarındaki bağıntılardır. Wiener’e göre, olgular arasındaki bağıntılar, olguların herhangi bir yönü değil, varoluş biçimlerinin oluşturucusu sayılmalıdır.

Bu da “gerçeklik tümüyle bildirişim ve iletişim terimleriyle yorumlanabilir” epistemolojik önermesinin nedenidir. Bilgi aktarımı ve alışverişinin gelişimi yeni bilim konusu durumuna gelir, doğal olduğu kadar, yapay olguların da oluşturucusu gibi sunulur. İletişim üzerine ütopik söylemin temeli buradadır. Akıl, bir öznenin karmaşık bilgileri işleme ve çevresiyle iletişim kurma yetisi olarak tanımlanır. Toplumsal gerçekliğe uygulandığında, özneler arasında iletişimin gelişimi daha iyi bir toplumsal işleyiş sağlayacaktır. Örneğin Wiener, toplumsal işleyiş bozukluklarının saydamlık yokluğuna ve bilgilerin ketlenmesine, dolayısıyla da bilgi aktarımının kötü işleyişine bağlı olduğunu düşünür. Sibernetik model, iletişim tekniklerinin toplum üzerindeki etkisinin incelenmesine olanak tanır. Bu tekniklerin ortaya çıkışı, bir inceleme modelini doğurur. XX. yüzyılın ortasından başlayarak, iletişim olgusunun bilimsel biçimlenmesi olarak sibernetiğin, kamusal alanın düzenlenmesinin yeni biçimi gibi belirdiğine tanık oluruz; 8 benzer bir biçimde, özellikle de Marshall McLuhan’ın çalışmalarıyla birlikte bir iletişim “antropolojisi”, 9 medya tarihini modernliğin başlangıcına kadar götürür, güncel medya uygulamaları çerçevesinde modern toplum tasarısına görünüşte bir süreklilik sağlar. İletişim uygulamalarının genelleşmesi, toplumsal düzenin yapılanmasında etkinleştikçe, insanlık tarihine evrensel katılım biçimleri gibi belirir. “Kitle toplumu”ndan genelleşmiş “etkileşimsel” bir iletişimin oluştuğu günümüz toplumuna, yeni bir toplum biçimi, uygulamaların daha önce görülmemiş bir düzenlenmesini ortaya koyarak yayılır. Yüceltilen bu iletişim toplumunun “paradigmadik modeli” ve iletişim ideolojisini en iyi ortaya koyabilecek bir toplum türü gibi XX. yüzyıl Amerika Birleşik Devletleri’nin gelişimiyle beliren de bu uygarlık biçimidir. Bu anlamda iletişim bilimlerinin, bilimsel yöntem olarak, diyalektik bir yön taşıdığı anlaşılabilir: İletişim olguları üzerine çalışmak ve bu çalışma yoluyla kendi bilgisini eleştirel bir yaklaşım gibi tanımlamak.

Çünkü bu bilgi, incelenen olgulara ve bir yandan toplumun, öte yandan araştırmacıların ona verdikleri anlama sıkı sıkıya bağlıdır. 1950’den başlayarak iletişim üç alanı kapsayacaktır: Medya, telekomünikasyonlar ve bilişim. Medya sonsuz bir alanı kaplar. Örneğin reklam ve televizyon, “tüketim toplumunun” gelişimine en çok katkıda bulunan öğeler olarak kendilerini kitlesel biçimde benimsetirler. Reklam savaş sonrası dönemde, özellikle Amerikan Birleşik Devletleri’nde şaşırtıcı bir önem kazanır. Reklamın kullanımıyla, çalışanlar yeni kitle tüketimi düzenine katılırlar. Çalışmaya övgü, yerini toplumsal ben’i öne çıkaran harcama ahlakına bırakır. Dolayısıyla artık satılacak ürünün nitelikleri üzerine bilgilendirici bir söylem değil, bu ürünün bir “istek nesnesi” durumuna gelmesi için bir baştan çıkarma edimi söz konusudur. Tecimsel şirketler “satış promosyonu” “halkla ilişkiler” ve “reklam” politikaları hazırlamak için pazarlama terimi altında toplanan tekniklere başvurur. Televizyon en yaygın medya durumuna gelir. Altmışlı yıllardan başlayarak, tüm toplumsal çevrelere girmeyi başarır, yetmişli yıllarda da Amerikalıların birincil günlük haber kaynağı olur. Telekomünikasyonların amacı ileti aktarımıdır. Öncelikle başlangıçta politik erkin iletişimlerine ayrılmış, kodlanmış yazılı metin gönderme tekniği (telgraf), sonra uzaktan kişiler arası iletişimin hizmetinde sözlü teknik durumuna gelir; telefona, veri taşıma ağına ve telematiğe dönüşür. Bilişim en yeni sektördür, bilgiyi sayısal ya da dijital biçimiyle işleme tekniğidir. Başlangıçta askeri uygulamalara özgü olan bilgisayar, çok geçmeden toplumsal iletişimin hizmetine verilir.

Bu üç teknik arasındaki temel farklılık, “bildirişim” kavramının medyanın kullandığı biçimiyle niteliksel bildirişime, telekomünikasyon teknisyenleri için bilgi etkileşimine, bilişimciler için sayısal bilgiyi işlemeye göndermede bulunmasıdır. Bu üç teknik, kişilere göre de farklılaşır: Medyada çalışanlar daha çok uslamlamaya yönelirler. Telekomünikasyon alanında çalışanlarsa bilimsel kültür edinmiş teknisyenlerdir, her şeyden önce “ağ kişileridir.” Bilişimciler de bilimsel eğitim almışlardır; ancak kültürleri daha çok evrensel bir dil arayışının izini taşır. Bu üç büyük grup, iletişim ideolojisinin giderek artan önemiyle bir bakıma birleşir: Batılı toplumlar artık ileti aktarımının, yaşam biçimlerinde merkez bir işlev gördüğü düşüncesiyle beslenirler. Tekniklerin giderek artan birleşmesiyle ve “dijital paradigmanın” ikili sisteme bağlı elektronik temelli araçların, tekniklerin, ekonomik ve politik sorunsalların ortaya çıkışıyla da birbirlerine yakınlaşırlar. Dile, uslamlama kültürüne baskın gelen hesap eğilimi, yoruma yer bırakmayan açıklık ve kesinlik kültürü, iletişim tekniklerini en çok değiştiren olgulardır kuşkusuz. Bu konuda iletişim bilimlerinin birçok modele başvurduğunu belirtebiliriz: Mekanikçi model, kaynağını XIX. yüzyılda toplumun canlılarla karşılaştırılmasında bulur. Önvarsayımları, iletişimin bir neden-sonuç mantığında, doğrusal biçimde işlediğidir. “Bilgi” iletisi özdeksel bir veridir, göndericinin oluşturduğu bir nesne türüdür. Psikolojik modele göre anlam, kişilere ve algılamalarına bağlıdır. Bireyler ortak deneyimler edindiklerinde paylaşılabilir. Bu model bireyleri, algıladıkları ve üretimine katkıda bulundukları bir uyartılar alanının içinde bağımsız özneler gibi ele alır. Her bireyin kavramsal süzgeçleri, alışverişlerin etkinliğini sağlar.

Psikolojik bakış açısı mekanikçi modelle bir nedensellik mantığını paylaşır, bu mantığa göre de iletişim zincirini başlatanlar uyartılardır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir