M. Emin Deger – Oltadaki Balik Turkiye

“Biz askeri paktlarımızı kurmayı ve sağlamlaştırmayı hedef alan tedbirlere devam etmeliyiz… Büyük ölçüde politik ve askeri nüfuz garantileyecek genişlikte bir ekonomik yayılma planını Asya, Afrika ve diğer az gelişmiş bölgelerde uygulamak zorundayız… -Yardımda- birinci gruba, bizimle dost olan ve bize uzun süreli askeri paktlarla bağlanmış olan ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. OLTAYA YAKALANMIŞ BALIĞIN YEME İHTİYACI YOKTUR. Bu noktada Dışişleri Bakanlığı ile aynı fikirdeyim, genişletilmiş iktisadi yardım, -örneğin TÜRKİYE’YE- bazı hallerde düşünülenin tersi sonuçlar verebilir. Yani BAĞIMSIZLIK eğilimini artırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere -TÜRKİYE gibi – doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir, ama bu bize uygun ve bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır. Bunlarla bağlantılı olarak özel sermaye yatırımlarım da ayarlamak gereklidir. Hükümet, özel sermaye yatırımlarını cesaretlendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmasını bilmelidir. Bu yatırımlar yardımıyla birçok politik amaca ulaşılabilir. Bu tip özel sermaye yatırımları zamanla bütün gayrı meşru muhalefeti ve politikamıza karşı mukavemeti ortadan kaldırabilmen veya nötralize edebilmelidir. Ayrıca bizi desteklemekte kararsız ve sallantılı olan bütün şahsi teşebbüs ve menfaat çevrelerini etkilemelidir. Aynı zamanda ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardımı artırmalı ve böylece bu işadamlarının, İLGİLİ ÜLKENİN EKONOMİSİNDE kilit noktalarını ele geçirmeleri, buna dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır.” Nelson A. ROCKEFELLER’İN Başkan Eisenhower’a yazdığı mektup’tan DAVET*’* 1 Dört nala gelip uzak asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim! Bilekler kan içinde Dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim Kapansın el kapılan bir daha açılmasın Yok edin insanın insana kulluğunu Bu davet bizim Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim. Nâzım Hikmet ŞEHİTLER*** Şehitler, Kuvvayı Milliye şehitleri, mezardan çıkmanın vaktidir! Şehitler, Kuvvayı Milliye şehitleri Sakarya’da, İnönü’nde, Afyon’dakiler Dumlupınar’dakiler de elbet ve de Aydın’da, Antep’te vurulup düşenler, siz toprak altında ulu köklerimizsiniz yatarsınız al kanlar içinde.


Şehitler, Kuvvayı Milliye şehitleri, siz toprak altında derin uykudayken düşmanı çağırdılar, satıldık, uyanın! Biz toprak üstünde derin uykulardayız, kalkıp uyandırın bizi, uyandırın bizi! Şehitler, Kuvvayı Milliye şehitleri, mezardan çıkmanın vaktidir! Nâzım Hikmet 1959 * (*) Kuvvayı Milliye Destanı’ndan * (**) Nâzım Hikmet, Bütün Eserleri-Şiirleri, cilt 2, s.242, -Sofya Baskısı- 1967. GİRİŞ “Çekiç güç köklü bir çıban gibi!. Çıbanın başını keskin bir bıçakla kesebilirsiniz, ama kökünü çıkaramazsınız. Çıkarmaya kalktığınızda nelerle karşılaşacağınız bilinmez!” 1 2 22 Ocak 1993 günü TV-1’de haberleri izlerken işittiğim bu sözleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı söylüyordu. Önce bir şaşkınlık geçirdim. Acaba, gerçek miydi? Evet gerçekti ve DYP Meclis Grubu’nda Demirel, düşünceli ama kararlı bir yüzle konuşuyordu. Hemen Demirel’in birkaç gün önce, 18 Ocak günü ABD, İngiliz ve Fransız Büyükelçilerinin olağan Dışı ziyaretlerinde, Çekiç Güç’ün faaliyetleri ile ilgili toplantı çıkışındaki yüz ifadesini anımsadım. Deyim yerindeyse, zıpkın yemiş gibiydi. Ve hırslıydı… Soruları yanıtlarken söyledikleri, geçmişte yapılan bir yanlışa işaret ediyordu. O toplantıda neler konuşuldu bilinmiyor, ama apar topar gelen büyükelçilerin, Türkiye’nin egemenlik haklarını incitici sözler söyledikleri düşünülebilir. Konu, İncirlik Üssü’nün, bizim iznimiz dışında kullanılmasının yarattığı tepki olmalıydı. Son birkaç ay içinde ve özellikle son günlerde, Çekiç Güç sözleşmelere aykırı olarak, Türkiye’nin bilgisi Dışındaki uçuşlarla kamuoyunun ilgi odağı oluyordu. 3 4 Demirel, o gün Genelkurmay Başkanıyla da konuştu. İncirlik Üssü’nün Türkiye’nin iradesi ve bilgisi Dışında kullanılması da ilk kez olmuyordu.

1958’de Lübnan olayları sırasında, ABD Deniz Piyadeleri’nin İncirlik üzerinden Lübnan’a aktarılması, zamanın muhalefeti CHP’nin lideri İsmet Paşa tarafından eleştirilmişti. Türkiye kamuoyu, Birinci Dünya Savaşı’na istemimiz dışında girmemize ve Sevr’e kadar uzanan olaylara, Göben ve Breslaw adlı iki Alman kruvazörünün, bayrağımızı asıp Karadeniz’e açılarak Sivastopol’ü bombalamasının neden olduğunu bilmektedir. Türk kamuoyu işte bu bilinç içinde ve kendi topraklarından başka ülkelere yapılan saldırıyı ulusal istence karşı saygısızlık saydığı, hoş görmediği için, bu gibi konularda çok duyarlıdır. Daha sonra U-2 casus uçakları olayı, Körfez Savaşı sırasında da ABD uçaklarının İncirlik Üssü’nü kullanmaları gibi olaylara karşı, kamuoyundaki aşırı duyarlık, doğal olarak siyasal iktidarları güç durumda bırakmıştır. Hemen Demirel’in, büyükelçilerle yapılan toplantıdan çıkıştaki sözlerini anımsadım. “Çekiç Güç korkuluk değil ya! Oraya getirildiğine göre, geliş amacına uygun çalışacaktır, ne yapacağını biliyorsunuz demektir. Buna baştan izin vermişsiniz! Biz izin vermezdik.” [* ] Bu sözler, elbet bir yandan da ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a yanıttı. Ve anlamı şu olmalıydı. Çekiç Güç’ün ABD’li komutanı, ne kural, ne de Türk hükümetini dinliyor… İşte Demirel’in bardağını taşıran bu olmalı. Kürsüdeki Demirel, bu sözleri bilinçle ve kararlılık içinde söylediğini anlatmak için olsa gerek, sözlerinin altını çizercesine konuşmasını şöyle sürdürdü: “…Demirel, Çekiç Güç’e çıban dedi, diyeceksiniz…” TV’de gerisi gelmedi bu sözlerin. Önce düşündüm ki, Demirel, her zamanki konuşma biçemi ile, “Demirel, Çekiç Güç’e çıban dedi diyeceksiniz, bakın bunu yanlış anlamayın…” diye sürdürür ve enfes bir Aristo mantığı ile sözlerinin etkisini bir başka yöne çevirebilirdi. Bekledim, gerisi gelmedi… Daha doğrusu TV’deki bölüm burada kesildi!. Basından izlediğimde öğrendim ki, Demirel, “Evet Çekiç Güç, çıban başıdır” diye yinelemiş! [3][** ] DÖNÜM NOKTASI MI? Acaba Demirel, bu olayı örnekleyerek, Türk-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktası olacak mesaj mı vermişti? Çünkü, Çekiç Güç’ü, yalnız şu kadar personel ve uçak, helikopter olarak görmek ve onun devinimlerini önlemek sorunu çözmez. Çünkü, gerçekte Çekiç Güç, Türkiye’deki ABD varlığının çıban başıdır.

Aslolan o çıbanı kurutmaktır. Türkiye eğer, değişen dünya koşullarını da değerlendirerek Türk-ABD ilişkilerini baştan ele alabilirse, düze çıkışın yollan bulunabilir!. Demirel’in, Karadeniz İşbirliği Toplantısı’nda söyledikleri daha da ilginçtir: “Ülkeler” diyor Demirel, “tek başlarına kavgasını veremedikleri bir dünyaya karşı güçlerini birleştirerek mücadeleye yönelmelidirler.” 5 6 7 Bu sözler, yeni bir döneme açılır mı bilemiyorum? 1964 yılının benzer bir olayını anımsadım. 22- 23 Aralık 1963’te Rumların, EOKA destekli girişimleriyle başlayan, Kıbrıs Türklerine yönelik soykırım saldırıları, zaman zaman sürüyor ve ABD’nin oyalayıcı arabuluculukları da sonuç vermiyordu. İsmet İnönü başbakandı ve soruna çözüm arayan Londra Konferansı sonuçsuz kalmıştı. Türkiye, 1964’ün Haziran ayı başlarında Kıbrıs’a çıkmaya karar verdi. Metin Toker, “Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları”nda der ki: “Benim bildiğim kadarı, biz Kıbrıs’a çıkmaya ciddi olarak ilk defa 1964 yazında azmettik. O teşebbüsümüz de, Johnson’un ünlü mektubuyla durdurulmuştu… Türkiye’de yıllarca hissedilecek Amerikan aleyhtarlığının duygusal temeli budur.” 8 Toker’in, Türkiye’deki Amerikan karşıtlığına koyduğu tanı, ABD’ye bir tür arka çıkmak mı bilemiyorum? Toker’in, son değerlendirmesine katılmak için, ABD’nin emperyalist emellerini bilmemek, dünyanın öteki ülkelerindeki ve bizdeki oyunlarını gözardı etmek gerekir. Oysa Toker, bu kanısını yazdıktan 15 sayfa sonra şöyle diyecektir: “…Kısa zamanda anlaşıldı ki, Johnson da, İsmet Paşa’ya teşhis koymuştu. Bu teşhisin gereği, Amerika’nın Türkiye’de İsmet Paşa’nın yerini alacak bir başbakan aramaya başlaması oldu. “…General Porter diye bir Amerikalı general geldi. General Ankara’ya bizzat Başkan Johnson tarafından gönderilmişti. Görevi, İsmet Paşa’nın ‘hayır’ dediği birtakım teklifleri, Türkiye adına kabul edebilecek bir başbakan aramaktı… General Porter’in gelişi günlerinde ClA ajanları da Türkiye’de bir anket yapıyorlardı…” 9 Toker’e göre aranan, ABD’ye “evet” diyecek bir adaydı! Başbakan adayı! Toker, aile ilişkileriyle birlikte, 1950’lerden sonra deneyimli ve başarılı bir gazeteci olarak olayların iç yüzünü çok iyi bilmesi gereken biridir.

Bilir de… Türkiye’de ABD karşıtı görüşlerin duygusal temele dayanmadığını da bilir elbet! Kaldı ki, İnönü gibi bir ulusal kahramanın düşürülmesi ve yerine ABD’ye ‘evet’ diyecek bir başbakan adayının, ClA ajanlarınca aranması olayına karşı olmak, duygusallık diye mi nitelenmeliydi? Yine İnönü, o tarihlerde açıklanmayan ama, açıklandığında toplumun genel tepkisini çeken Johnson’un, o ulusal benliğimizi yaralayan mektubunu hemen (mektup kamuoyuna açıklanmadan) Time Dergisi’ndeki bir demeci ile yanıtlamıştı. “ABD’nin sorumluluğuna inanıyordum, bunun cezasını çekiyorum demektir… Batı ittifakı yıkılır, yeni bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada yerini bulur.” 10 Bu sözler de mi duygusallık taşıyordu? İsmet Paşa ve duygusallık, öyle mi?. Türkiye, ABD’nin gerçek yüzünü o zaman görmüştü. Görmüştü ve Türkiye’deki Amerika artık kamuoyunda tartışılmaya başlanmıştı… ABD işte buna izin vermezdi. General Porter ve ClA’nin öteki ajanları aradıklarını buldular. Bu, Süleyman Demirel’di. 1965’lerden bu yana, Türkiye’nin kaderi teslim edilmiş olan Demirel’i bulmuştu General Porter… Ve işte 22 Ocak 1993 akşamı, Çekiç Güç’e, “Çıban Başı” diyen de bu Demirel’di. Demirel’in ABD’nin buna benzer başka davranışlarına geçmişte de tepki gösterdiğini sonradan öğrendik. Ve her tepkisinde de cezalandırıldığını… 12 Mart’lar ve 12 Eylül’ler de… Demirel, işte bu deneylerden geçtiği için büyükelçilerle konuşmasından sonra söylüyordu bu sözleri. Geç de olsa, gerçekleri ancak halka anlatarak, halkla birlikte umar aranacağının bilinciyle… Biz en azından böyle yorumlamak istiyoruz. Bu yorumu haklı çıkaracak olaylar vardır. Türkiye’nin Ortadoğu politikasında, Arap’larla ilişkilerin sıcaklaştırılması, O’nun zamanında atılan adımlarla başlatılmıştır. U-2 casus uçaklarına karşı çıkması, haşhaş ekimi konusundaki tutumu, koşullar gerektirdiğinde ABD’nin çıkarlarına karşı gelebileceği izlenimi yaratmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül’lerdeki düşürülmesinde bu tutumlarının payı olduğu kuşkusuzdur.

Demirel, öyle anlaşılıyor ki, Türkiye için büyük sakıncalar doğuracak konularda, ABD’nin etkilerini geçiştirmeyi yeğleyen bir tutum izlemiştir. Prof. Dr. İdris Küçükömer, 15 Şubat 1970 tarihli Milliyet Gazetesindeki bir yazısında der ki: «Demirel, kendine özgü deneyleriyle yeni bir denge kurmaya çalıştığında, emperyalizmin bazı sahalardaki oyunlarıyla uyuşmaz bir pratiğe girmiştir. Şimdi Demirel’in ayağının altındaki toprak kaymaktadır.» ABD oyunun, ancak kendi koyduğu kurallara göre oynanmasını ister. Kural Dışına çıkan oyundan atılır. Demirel iki kez atılmıştır oyundan. Başka olaylar da var, Türkiye-ABD ilişkileri tarihinde. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonunda ambargo ile cezalandırıldık. Ama halkımız o tarihlerde, ABD varlığını her noktada tartışıyordu. 12 Mart Muhtırası’nın imzacılarından Org. Tağmaç’ın deyimi ile; “Sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi geçmişti.” Ve halk ABD yanlılarını satılmış, kendine yabancı kişiler olarak görüyordu. Ama nedendir bilinmez, toplumsal tartışmalar, toplumsal tepkiye dönüştü ve toplum öteden beri içinde çırpındığı sağ-sol ayırımcılığına eklenen alevi-sünni ayrımlaşmasının tepkileri ile altüst oldu.

Ve olaylar, Türkiye’yi 12 Eylül kıskacına fırlattı. Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, ABD’ye ne zaman karşı çıksak ya da etkisi altındaki bir ülkede karşı çıkılsa, ABD, bu karşı çıkışa izin vermiyor ve o ülkeyi cezalandırıyor. Çünkü ABD, dünyayı yönetirken statüko’nun bozulmasını istemiyor. ABD’nin çıkarı neyi gerektiriyorsa, bizim gibi ülkeler, o çıkarı gözetmek zorundadır. Bağımsızlık mı günümüzde düşünülemez! Özellikle bizim kimi yöneticilerimizce bile “dünyanın bugünkü ortamında modası geçmiş bir kavramdır. Karşılıklı bağımlılık vardır.” Ve bu bağımlılık ABD’nin çıkarına çalışır. Karşılıklı bağımlılık kavramı da, ABD emperyalizmi’nin ürünüdür. 1957 Aralık ayında, Eisenhower ve Mc Millan, bir NATO Konseyi toplantısı öncesi bir tebliğ yayınlarlar. Bu tebliğde denilir ki, “Hür dünya devletleri birbirlerine karşılıklı olarak bağlıdırlar. Bir devletin kendi kendine yetinmesi, artık gerilerde kalmıştır. Ortak egemenlik, karşılıklı bağımlılıkla sağlanır.” 11 Clinton’ın başkan seçilmesinden sonra Özal’ın, “ABD, dünyanın sorumluluğunu üzerinde taşıyor, taşıyacak” sözleri de, bu karşılıklı bağımlılığı anlatır. Bu tür ilişki, teslimiyetçi beyinler yetiştirir. Onlar için de ABD’ye karşı çıkmak yanlıştır.

Çünkü bağımlılığımız tehlikeye girer. İşte bu nedenle, ABD, Türkiye’yi ‘oltadaki balık’ gibi görüyor. Ona göre, “Oltadaki balığın yeme ihtiyacı yoktur.” 12 ABD’nin ulusal çıkarlarını gözetmesi elbet doğaldır. Hiçbir ülke çıkarlarını gözeten siyasa izlediği için eleştirilmez. Ancak, ABD ile ilişki kuran ülkelerin, kendi çıkarlarını ABD’nin çıkarlarına bağlamaları ve politikalarını bu eksene oturtmaları yanlıştır. Rockefeller’in bu sözleri, bizim Türkiye-ABD ilişkilerindeki yerimizi “Oltadaki balığın yeme gereksinmesi olmaz” sözleriyle değerlendirmesi, siyasamızdaki yanlışlığı anlatıyor. Eğer biz, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının bekçisi olma yerine, ABD’nin o çıkarlarına karşı, ulusal çıkarlarımızı göz önüne alarak bir siyasa saptamış olsaydık, ABD’ye böylesine bağımlı kalmazdık… Oltadaki balık gibi görülmezdik. ORTADOĞU VE ABD’NİN ÇIKARLARI İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, Sosyalist Bloku çepeçevre kuşatma savıyla, “ulusal çıkarlarının uluslararası çıkarlara üstün” olduğunu da saklamadan, kendisinin “hür dünya” dediği dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına aldı. Zamanın Dışişleri Bakanı Dean Rusk bakın ne diyor: “Dünya çok küçülmüştür. Toprak ile, su ile, atmosfer ile, bunları kapsayan uzay ile, yani dünyanın tümü ile ilgilenmeliyiz. 13 Ve ABD gerçekten sadece yeryüzü ile değil, uzayla da ilgilenmeliyiz. Böylece öteki uluslara ve özellikle az gelişmiş ülkelere, karşı gelinemez bir gücün egemeni olduğunu anlatmaya çalıştı. Johnson’un ünlü mektubundan sonra, ABD’ye çağrılan İnönü’ye, Türkiye’nin uzaydan çekilmiş fotoğrafını veren Başkan, “Görüyorsunuz ya, bahçenizde gezerken bile fotoğrafınızı çekebiliyoruz,” sözleriyle, politik espriyle karışık tehditte bulunmamış mıydı? Yalnız dünya ile değil evrenle ilgilenmeye kalkışan ABD’nin, Ortadoğu ve Türkiye ile ilgilenmesi kadar doğal ne olabilir? Bu nedenle Türkiye, Hür Dünya liderlerinin hep gözetimi altında olmuştur. Türkiye, her şeyden önce eski Sovyetler’le uzun bir sınırı olan bir Ortadoğu ülkesidir.

Ayrıca, laik bir toplum yapısında İslam ülkesi olan Türkiye, öteki İslam ülkeleri için ilgiyle izlenecek bir örnektir. 1947’de ABD ile başlayan ilişkiler üzerine, Türkiye’ye gelerek, ABD için hakkımızda rapor düzenleyen Thornburg diyor ki: “Türkiye Arap dünyası tarafından yakından izlenen sosyal ve ekonomik bir alandır. Bana bir Arap, ‘İngiltere ve Amerika’nın gelişme koşullarını takip bizim kapasitemiz dışındadır. Fakat Türkiye’nin bugün yaptıklarını biz yarın yapabiliriz,’ dedi.” 14 Bu sözlerin gerçek anlamı şudur: ‘Türkiye deneyi, Ulusal Kurtuluş Savaşı temeline dayalıdır. Bizim etki alanımızdaki ülkeler bunu örnek alacak olursa, dünyaya egemen olma istencimiz boşa çıkar. O ülkelerde bağımsızlık rüzgârları esmesini önlemeliyiz. Başka türlü bu gidişin önü alınamaz.’ ABD’nin Ortadoğu statüsü, işte bu temel üzerine oturtulmuştur. Thornburg’a göre, Türkiye, Amerikan çıkarları yönünden büyük önem taşıyan stratejik bir yerde bulunmaktadır. Thornburg diyor ki: “Türkiye, Avrupa’nın stratejik Doğu kalesi ve Ortadoğu’nun Kuzey kalesi olmaktan daha önemli olarak Amerikan çıkarlarının büyük bir önem kazandığı yerde bulunmaktadır.” 15 ABD, Türkiye’ye işte bizim kendisi için önemimizin bilinciyle gelmiştir. Kendi ulusal çıkarlarının kesiştiği bir noktada bulunduğumuz için gelmiştir. Ve bizi ideallerinin, örf ve adetlerinin etkisi altında tutmayı amaçlayarak, bizi kendi varoluş mitimizden ayırmak, kendi dümen suyunda bir eksene oturtmak için gelmiştir. ABD, iki kutuplu dünyada, kendi düzen ve sistem anlayışını, etkisi altındaki tüm ülkelere benimsetme siyasası izlemektedir.

Sovyetler’de sosyalist uygulamanın yıkılması üzerine, ABD dünyada tek güç olarak kalmıştır. Ve tek güç olmanın gereklerini yerine getirmektedir. Nasıl mı? Dünyaya yeniden düzen vereceğini çekinmeden söyleyerek. YENİ DÜNYA DÜZENİ Mİ? Körfez Savaşı nedeniyle dünyanın içine itildiği krizin amacı, Bush’un, savaşın ertesi günü yayınladığı mesajdadır. Bush, “ABD’nin dünyanın düzeninden sorumlu olduğunu” vurguladıktan sonra bu savaş sonrasında “dünyaya yeni bir düzen vermek” istediklerini söyledi. Bu söz, çöl fırtınasının esintileri arasında kayboldu ve üzerinde nedense yeterince durulmadı. Bush’un bu sözünün arkasından, “Bu yeni düzenden ne anlaşılacaktır?” sorusu gündeme gelmiştir. Bu sözün anlamını değişen dünya dengelerine göre değerlendirmek gerekecektir. Ancak, “emperyalizmin sürekli amacı olan sömürüye bu düzende yer verilir mi?” sorusu sorulamaz elbet. Çünkü, kapitalizm için sömürü, sistemin zorunlu bir sonucudur. “Yeni Dünya Düzeni’nin”, sömürüye karşı konulacak engelleri önlemek başta olmak üzere, gizli soygunu sürdürecek, Komünizm korkusu yerine, bir başka korku öğesi bularak, etki alanındaki ülkeleri, disiplin altında, denetim altında tutacak yöntemler getirmek olduğu bilinmelidir. Kennedy 1962’de; “Yardım, dünyayı denetleme yöntemlerinden biridir.” derken, “ABD’ye yandaş hükümetleri iktidarda tutmayı, uluslararası şirketlerin çıkarlarına engel olacak girişimleri önlemeyi, etki alanındaki ülkelerin kalkınma programlarını AID’nin önerileri ve İMF, Dünya Bankası yoluyla denetlemeyi, bu ülkelerin ABD’ye olan bağımlılıklarını artırmayı sürekli kılacak bir denetim”den söz etmiştir. ABD, Yeni Dünya Düzeni’nde bunları kaybetmemek için yeni yöntemler geliştirecektir. “Yeni Dünya Düzeni” derken amaçları, bu yeni yöntemlerdir.

Yani eldekileri kaybetmemek için, değişen dünya dengeleri karşısında yeni yöntemler aramak!. NİÇİN YENİ YÖNTEM? Soğuk Savaşın sona ermesi, Sovyetler’in dünya liderliği konumundan vazgeçmeleri ile, ABD’nin liderlikte tek söz sahibi olması gündeme geldi bir anda!. Ancak, Sovyetler’in yeni yapılanmaları daha doğrusu dağılmaları sonucu, ortaya yeni devletler çıktı. Dünya yeniden yapılanmaya sahne oldu. Asıl önemlisi, İkinci Dünya Savaşı’nda tüm kaynaklarını tüketen iki devlet, Almanya ve Japonya’nın atılımları ve hele Doğu Almanya ile Batı Almanya’nın birleşmesi, dünyada yeni güç dengelerine hazırlık sayılabilirdi. Son yıllarda teknolojik ve ekonomik konularda, Japonya’nın ABD’yi zorladığı görülüyordu. Birleşen Almanya’nın da ekonomik ve askeri alanda güçleneceği yadsınamazdı. Avrupa Topluluğu’nun, Doğu Bloku ülkelerinin katılım isteklerini değerlendireceği ve Birleşik bir Avrupa’nın da dünya dengesine etkili olacağı gözardı edilemezdi. Gerçekten de öyle oldu. Yeni devletler, yeni dengeler ve yeni bir düzen ya da düzensizlik ortaya çıktı… İşte bu gelişmeler daha başlangıç aşamasındayken, öteden beri dünya liderliğinde tek söz sahibi olmak isteyen ABD için, değerlendirilmesi gereken önemde olaylar idi. Ve ABD, her koşulda Sovyetler’in ortadan çekilmeleriyle – ki, bu sonucun kapitalizmin sosyalist sistem üzerindeki etkileriyle elde edildiği de düşünülürse- eline geçirdiği dünya liderliğini kaçırmak istemezdi. Sovyetler’in potansiyel bir tehlike sayıldığı günlerde, ABD, Batı’yı yanında tutmayı başarmıştı. Bunun bir nedeni de, Almanya’nın yenilmiş ve uzun yıllar müttefiklerin denetiminde Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmış bulunması ve aynı konumda bulunan Japonya’nın da, ABD etkisine açık bir siyasal yapı içine çekilmesiydi. İkinci Dünya Savaşı’nın yengisi üzerine kurulmuş olan dengenin, Soğuk Savaş döneminde sürdürülmesi, potansiyel Sovyet tehdidine bağlıydı. Bu oluşumun yarattığı denge, öteden beri Ortadoğu’daki yapay dengeyi de belirlemekte ve ABD’nin bu bölge üzerindeki etkinliğini gölgelemekteydi.

Soğuk Savaş yıllarında dünya liderliği, iki süper güç arasında, kendi egemenlik alanları içinde ve Dışında sürekli bir yarışı getiriyordu. Sovyetler, sosyalist sistemi, dünya sistemi olarak özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaymak ve yerleştirmek çabası içindeydi. Bu bağlamda, dünyanın öteki bölgelerinde olduğu gibi, Ortadoğu’da sıcak ilişki içinde oldukları ülkelere yardım ediyorlardı. Bu yardımın bir amacı da bu bölgede ABD etkinliğinin gölgelenmesi olduğu kuşkusuzdu. Ortadoğu’da bir ara Mısır, daha sonra Suriye ve Irak, giderek Yemen’in ikiye bölünmesiyle Güney Yemen, doğrudan Sovyet etkinliği altına girdiler. Suriye ve Irak’ın bugünkü askeri gücünün temelinde Sovyet desteğinin yattığı bilinen bir gerçektir. Libya’nın kendine özgü politikasının da, Sovyet desteğine dayandığı ya da bir ilginç dengeye oturtulmak istendiği bilinir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir