İlkokula gitmeden okumayı öğrendiğim için midir bilmem, beş sene içerisinde okuduğum ilkokulun kütüphanesindeki kitapların neredeyse hepsini okumuştum. Bunda ilkokul öğretmenim Aysel Yiğit’in ve kütüphanemizde fazla kitap olmamasının da katkıları yok değildir. Hemen hemen her hafta sonu bir kitap alıyor, bir hafta içerisinde bitirdiğim kitabı geri verirken, kısacık kesili saçlarımı okşayan Aysel Öğretmenimin vereceği bir başka kitabı, açmayı bekleyen bir çiçek tomurcuğu gibi bekliyordum. Hasta olup yattığım zamanlardaysa, aynı sokakta oturan Aysel Öğretmenim beni ziyaret etmeyi ve kitap getirmeyi unutmuyordu. Yaz tatilinde bile evimize çok yakın olan 50. Yıl Süheyla Artam İlkokulu’na rahatça girebiliyor, yeni bir kitap ve yeni bir heyecanla dışarı çıkabiliyordum. İşte böyle bir yaz sıcağının cuma günü okula gitmiş, Aysel Öğretmenimle konuşmuş, sonra verdiği kitap kolumun altında eve yollanmıştım. Ertesi gün, yazları sık sık gittiğimiz Altın Kum Plajına götürmüştü annemler beni, çantamdaki kitapla birlikte… Plaja girer girmez, annemler oturacak yerimizi hazırlarken ben denize koşmuştum. Arkamdan atılan “dikkatli ol!” çığlıkları ise hangi kulağımdan giriyorsa diğerinden çıkıyordu. Denizde üşümeye başlayınca kumsala koşuyor, ısınır ısınmaz tekrar denize dönüyordum. Öğle yemeğinden sonraki bir saat denize girmem kesinlikle yasaktı. İşte o an çantamdaki kitabı okuma zamanıydı. Kitabın kapağını açtıktan sonra o gün bir daha denize girememiştim ve sırtım güneşten ilk kez bu kadar yanmıştı. Kitabın durumu, benim durumumdan kötüydü. Kim bilir benden önce kaç kişi okumuştu onu ki zaten zayıflamış olan cildi, benim defalarca sayfalarını çevirmeme fazla dayanamamıştı. Birçok sayfası ciltten ayrıldığı gibi, esen bir rüzgarla uçuşan sayfalardan birkaçını da bulamamıştım. Akşam eve dönüp, plajın kumlarını bizden kurtaran ve onları tekrar denize ulaştıracak olan kanalizasyona gönderen duştan sonra, ısrar kıyamet Aysel Hocamın evinin yolunu tutmuştum. Kitap için çok üzgündüm ve bunu söylemek için ertesi günü bekleyemezdim. Aysel Öğretmenim kapısını açtığında, beni görmekten duyduğu mutlulukla gülümsemesini eksik etmedi. Kapının eşiğindeyken dalgaların şarkılarını anlatmaya başladım O’na, Altın Kum Plaj’ının kumları arasında, aslında hiç altın olmadığını da söyledim. Bir ara sırtımın durumunu göstermek için arkamı döndüğümde, arkama sakladığım elimdeki kitabı görmüş olacaktı. Ben nasıl özür dileyeceğimi, kitabı bu hale istemeden getirdiğimi nasıl anlatacağımı düşünürken, Aysel Öğretmenim sırtıma dokunmadan beni içeriye çekiverdi. Çalışma masasının başına oturtu. Yanıma oturduğunda elinde bir tutkal kutusu vardı ve ben ilk kez bir kitabın nasıl tamir edilebileceğini o gün öğrendim. Ardından kendi kütüphanesinden çıkarttığı aynı kitabı masanın üzerine koyarak şunları söyledi: “Bak! Tamir ettiğimiz bu kitap artık senin. Okulun kütüphanesine ise bunu koyacağız ama, bir şartla; sen büyüdükçe kitaplığın da büyüsün.” Yıllar geçti aradan. Önce biz taşındık o sokaktan, sonradan da Aysel Öğretmenim. Uzun yıllar O’nu aradım, bir gün yeni adresini öğrenince soluğumu kapısında aldım. Benim boyum uzamış, O’nunki de kısalmıştı. Görür görmez tanımıştı beni. Oturduk, uzun uzun konuştuk. Çayı hiç sevmediğimi bile unutmamış, bana limonata hazırlamıştı. Bir ara tamir ettiğimiz kitabın, taşınmalarımızdan birinde kaybolduğunu ama, sözümü tuttuğumu, kitaplığımın da benimle birlikte büyüdüğünü söyledim. Güldü. O’nun kitapları azalmıştı ama, rafların birinden çektiği kitabı; “Eğer yenisini almadıysan bunu götür kütüphanene!” diyerek, Orhan Veli’nin Bütün Şiirleri’ni uzatmıştı… Yıllar geçti yine aradan. Kütüphanemdeki ilk baskı Orhan Veli kitapları, yaptığı çevirileri, yazdığı ve çıkarttığı dergiler, O’nun hakkında yazılanlardan oluşan kitaplar, şiirlerinden bestelenen şarkıların yer aldığı plaklar oldukça büyük bir yer kaplıyor artık ama, kaybettiğim o kitabı deliler gibi özlüyorum. Dolaştığım sahaflarda karşıma çıkan her aynı baskı kitaba heyecanla el atıyor, sayfalarının tam olması karşısında da daha bir üzülüyorum. Sahaf sahibinin “kitabın sayfaları eksik değil, kontrol etmeniz gerekmez” demesi biraz da olsa g üld ü r ü y o r b e ni. ” K e ş k e e k sik ols a!” diy o r u m , ş a ş kın ş a ş kın b a k a n s a h a f a… V e bir g ü n o kit a bı b ula c a ğım d a n e min ola r a k çıkıy o r u m o d ü k k a n d a n d a.. İLKÇAĞ OZANI 1914’de doğan, 15’de konuşan, şiir, yazı ve fikirleriyle günümüze kadar susmayan Orhan Veli, 19 Mayıs 1938’de Mehmet Ali Sel takma adıyla Gençlik dergisinde yayımlanan Sicilyalı Balıkçı şiirinde, 2038’de de okunacağını bildiğini vurguluyordu: Yüz sene sonra bugünkü dünyadan Bir tek insan kalmadığı gün, Sicilya sahillerinde yaşayan balıkçı Bir yaz sabahı ağlarını atarken denize Her zamankinden daha geniş gökyüzüne bakıp Benden bir mısra mırıldanacak şarkı halinde Şiirin devamında, kendince karamsarlığa kapılsa da artık bizler biliyoruz ki sırf Sicilya’da değil, bütün dünyada okunacaktır Orhan Veli. (Örneğin seçme şiirleri New York’ta Murat Nemet Nejat’ın İngilizce’ye çevirisi 1996 yılında I, Orhan Veli adıyla; Talat Sait Halman’ın İngilizce’ye çevirdiği 111 şiir Multilingual Yayınları tarafından 1997 yılında Just For The Hell Of It ‘111 Poems By Orhan Veli Kanık’ adıyla; Stockholm’de Lasse Söderberg’in İsveçce’ye çevirisi Ellerströms Yayınevi tarafından Jag lyssnar til Istanbul adıyla yayımlanmıştır.) 13 Nisan 1914 Pazartesi günü, sabahleyin, İstanbul’da, Beykoz’a bağlı Yalıköyü’nün İshak Ağa Yokuşu’nda, 9 no’lu evde doğar Orhan Veli. Babası Klarnetist Mehmet Veli, annesi Fatma Nigar’dır. İki kardeşi vardır, Adnan Veli ve Füruzan Yolyapan. Bir yaşındayken kurbağa’dan korkmaya başlamıştır. Çocukluğu Beykoz, Beşiktaş ve Cihangir’de geçer. Beşiktaş Akaretler Yokuşu’nda, şu an Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün bulunduğu Anafartalar İlkokulu’nun ana sınıfına gider. İlkokulu ise Galatasaray Lisesi’nde yatılı olarak okur. Tatil günlerinde kardeşi Adnan Veli ve arkadaşı Halim Şefik ile top oynarlar. (Spora, özellikle futbola olan düşkünlüğünün bu iki okuldan kaynaklandığını uydurarak kimi volelere konu yaratabiliriz.) Babasının 1924’de, Cumhurbaşkanlığı Bando Şefliği’ne tayini ile Galatasaray Lisesi’nin dördüncü sınıfından ayrılarak Ankara Gazi İlkokulu’na geçer. Ertesi sene de Ankara Erkek Lisesi’ne başlar. Dokuz yaşında okumaya, on yaşında da yazmaya olan aşkının farkına varır. On üç yaşında tanıdığı Oktay Rifat ile on altı yaşında tanıdığı Melih Cevdet’i en iyi arkadaşları ilan eder. Birlikte sanat üzerine tartışıp, söyleşir; tiyatroda rol alır; şiirlerini birbirlerine okur; daha ileriki yıllarda bir kitap (Garip) ve bir dergi (Yaprak) çıkarırlarsa da lise yıllarında okul kooperatifinin parasıyla yayımladıkları Sesimiz adlı dergiden, günümüzde pek ses seda çıkmaz. 1933’de liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü’ne başlar. Bu yıllarda futbol zevkinin yerini at yarışı alır. Aşk hayatı gibi hareketli bir iş hayatı vardır. İlk şiirleri Aralık 1936’da Varlık Dergisi’nde şu açıklamayla yayımlanır: “Varlık’ın şiir kadrosu yeni ve kuvvetli genç imzalarla zenginleşmektedir. Aşağıda dört şiirini (Oaristys, Ebabil, Eldorado ve Düşüncelerimin Başucunda) okuyacağınız Orhan Veli, şimdiye kadar yazılarını neşretmemiş olmasına rağmen olgun bir sanat sahibidir. Gelecek sayımızda onun ve arkadaşları Oktay Rifat, Melih Cevdet, Mehmet Ali Sel’in şiirimize getirdikleri yeni havayı daha iyi belirtecektir.” Mehmet Ali Sel, Orhan Veli’nin takma adıdır. Oktay Rifat bu ad için “galiba yırtmaya kıyamadığı şiirlerini bu adla çıkarırdı” derken, Baki Süha Ediboğlu’nun bu konudaki sorusunu şöyle yanıtlar Orhan Veli: “O zamanlar çok şiir yayınlıyordum. Adımın her zaman görünmesi hem benim için hem de dergi için doğru değildi. Bir de şu var; Mehmet Ali Sel, benim bazı tecrübelerime alet olmuş bir isimdir.” Sabahattin Ali, Yaşar Nabi Nayır’a yazdığı bir mektuptaki en önemli konu, şairlerimizin şiirlerinin yayımlanmasına aracı olduğunu ama, artık bundan rahatsızlık duyduğudur. Ayrıca Sabahattin Ali, Mehmet Ali Sel’in Orhan Veli’nin takma adı olduğunu bilmez ve Melih Cevdet ile de henüz tanışmamıştır. “Bizim şu genç şairlerin, yani Orhan Veli ile Oktay Rifat’ın başlarına gelene pek müteessir oldum. Zavallı çocukların genç yaşta cinnet getirecekleri hiç tahmin edilemezdi. Acaba onların şiirlerini yayınlamaya aracı olduğum için bu hazin sonuçtan ben de sorumlu muyum diye vicdanen ben de acı çekiyorum. Özellikle edebi cinnet, tutulanlarını sadece akraba ve tanıdık çevrelerinde değil, nispeten geniş ve daha acımasız bir kalabalık karşısında da gülünç ede geldiğinden acıma ve esef duygularım bu nispette şiddetli oluyor.Orhan Veli ile Oktay Rifat’ın arkadaşı bir de Mehmet Ali Sel var ki şahsen tanımıyorum. Yalnız sari olduğu anlaşılan bu yeni cinnete o da tutulmuş görünüyor. Tanıdıklarına, akraba, taallukatına geçmiş olsun. Sinir ve akıl doktoru Şükrü Hazım, bu konuda bir şeyler yayınladı mı? Etti ise çıktığı yeri lütfen bildir.” Orhan Veli domates, zeytin, soğanı yemez; sarmısak ve ciğerden nefret eder; sucukla pastırmaya bayılırdı. Her çeşit balığı, pilavla makarnanın salçalısını, sebzelerden enginarı, kuru fasulyeyi iştahla yerken, süt ve çiğ yumurtadan adeta kaçar ama, sütten yapılmış tatlılarla yumurtanın çok pişmişini severdi. İlk zamanlar tütünden nefret etse de kısa zamanda tiryakisi olur. Koyu çay, şekersiz kahve ve şarap içmeyi sever; Göksu Deresi’nin denize döküldüğü yerdeki kırmızı eve hayrandır. Yürümeyi çok sever, bazen Beyoğlu’ndan Sarıyer’e kadar yürüyerek, ıslık çalarak gittiği olurdu. Şiirlerinin yanı sıra çevirileri, denemeleri ve öyküleri ile Orhan Veli’ninKanık’sadığım hayatında bir gezinti yapacağız sizlerle.. Yüz sene sonra Sicilya sahillerinde, Sicilyalı bir balıkçı tarafından okunacağını bilen Orhan Veli’ye, Sabahattin Kudret Aksal bir soru sorar. Bir Şiir Üstüne Notlar şiirindeki soru şudur: Bir ilkçağ ozanı şiirlerini okusun istemez misin? BİR KOMİK ADAM 1936 yılında, dönemin “siyasi ve edebi mizah gazetesi” Karikatür’ün kırkıncı sayısında yayımlanır bu karikatür. Bir koltuğa kurulan kalantor beyefendimiz oldukça neşelidir. Sırasıyla Nasrettin Hoca, Karagöz ve İstanbul Belediyesi’nin sorularına “hayır” yanıtını verir. Geriye “Yeni Şair” kalmıştır bir tek. Kendinden emin bir şekilde konuşur O da: “Anlaşıldı, benim şiirlerimi okumuşsun…” Kalantor beyefendi yanıtlar: “Evet!…” Dönemin önemli bir imzası vardır bu karikatürün altında: Ramiz… Bu yeni şair ise Orhan Veli’den başkası olamaz. İşin komik yanı, Orhan Veli zaten komik bir insandır. Yeri geldiğinde bunu şiirlerine yansıtmaması da olanaksızdır. Hafızası çok güçlüdür Orhan Veli’nin. Arkadaşlarının mektep numaralarını, telefon numaralarını, yolculuk – taşınma – eğlence gibi irili ufaklı olayların tarihleri unutmadığı şeyler arasındadır. Okuldayken yerbilimi kitabının birçok bölümünü ezbere bilirdi. Keyifli anlarında yanındakileri şaşırtıp güldürmek için iki yüz – üç yüz kadar baharat adını, elli – altmış kadar balık adını sayardı. En çok sevdiği yemeğin balık olmasının yanı sıra, balıklar O’nun özel ilgi alanıydı. Şu konuşma bir yaz günü Sabahattin Eyuboğlu’nun motorunda Sait Faik’le Orhan Veli’nin arasında geçer: O. Veli – Balıkların yüreği var mıdır? S. Faik – Olmaz olur mu be? O. Veli – Yoktur işte. S. Faik – Yüreksiz yaşanır mı? O. Veli – Bizim bildiğimiz manada değil onların kalbi. Sait Faik, biraz önce tuttukları balıklardan, motorun döşemesine bulaşan kanı göstererek sorar: S. Faik – Bu kan nereden çıkar öyleyse? O. Veli – Sen lakırdıdan anlamazsın. Birkaç gün sonra Hachette Kitabevi’nde bir ansiklopedinin balıklar hakkındaki bölümünü inceleyen Sait Faik şaşırır. Daha ilk satırda balıkların kan dolaşım sisteminin insanlardaki gibi olmadığını, yalnızca atardamarların ya da toplardamarların girip çıktığı iki hücreli bir kalpleri olduğunu öğrenir. 1 Aralık 1951 tarihli Yeditepe dergisindeki yazısına şöyle devam eder Sait Faik: “O, boğazın akıntılarını, balıkların yüreğini, ağların boyasını, yellerin koyu balıkçı ağızıyla isimlerini, neleri bilmiyor yahu?…” Ve tüm bu bilgisini ukalalık için değil, çevresindekileri eğlendirmek için kullanırdı Orhan Veli… Yine bir gün Pera Palas’ın arka tarafındaki Haliç’e bakan kanepelerde Sait Faik’le birlikte otururlarken, bir çingene kız yanlarına yaklaşır ve “Çakır, falına bakayım mı?” diye sorar. Sait Faik istemediğini söyleyince “Ya senin mektepli” der Orhan Veli’ye. Cebinde on kuruş bulunmayan Orhan Veli, Sait Faik’e “tosla on kuruş” dedikten sonra çingene kıza döner: “ama sen bakmayacaksın fala, ben senin falına bakacağım.” Ve öyle bir fal bakar çingene kızına ki, kızın ağzı bir karış açık kalır. Şiirini tanımasına rağmen, kendisini tanımayan, eleştirmen Nurullah Ataç’a sorulduğunda; Ataç bıyık altından gülümseyerek: “Hakkını inkar etmeyelim, iyi şairdir” der. Bunu duyan Orhan Veli, şu yanıtı verir: “Hakkını inkar etmeyelim, şiirden anlayan adamdır.” Aradan zaman geçer, tanışırlar ve konuşmaları hep bu şekilde eğlenceli olur. İşte bu Orhan – Ataç maçlarından birini şöyle anlatır Bedri Rahmi Eyuboğlu: “Nurullah Ataç mütemadiyen Orhan’a takılıyor, bir gün şöyle diyor: ‘İlahi Orhan Veli’… Senin şiirlerin için yazdığım makaleleri bir çokları ciddiye almışlar. Bunları sırf alay etmek için yazdığımı anlamamışlar…’ Orhan Veli kıs kıs gülerek, bir Nasrettin Hoca edasıyla: ‘İşin tuhafı şu ki, ben de şiirlerimi tamamıyla şaka diye yazıp neşretmiştim. Bazıları ciddiye aldılar!’ Rivayete nazaran o gün bu gün Nurullah Ataç – Orhan Veli dostluğu iflah olmazmış.” Kendisiyle bu kadar dalga geçen şairi, şiir okurken görenler de gülümsemeden edemezdi. Orhan Veli’nin öldüğünü duyduğunda, aklına: Bir akşam uyudu; Uyanmayıverdi. Aldılar, götürdüler. Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü. Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar Haklarını helal ederler elbet. Alacağına gelince… Alacağı yoktu zaten rahmetlinin. mısraları gelen ve gülümsemekten kendini alamayan Ayşe Nur, bu gülümsemelerin nedenini şöyle anlatıyor: “Çünkü bu şiirlerde karşımıza taptaze bir insan, acısını da sevincini de aynı samimiyetle açığa vuran bir ‘çocuk insan’ çıkıyor. Bu insan alelade dili ile bize o kadar yakın geliyor ki, biz O’nun insanca sözünü dinlerken, içimiz ferahlıyor, günlük krizimizden temizleniyoruz adeta. Biz de insanlaşıyoruz. Sanatın insanları ferahlatmak, eğlendirmek gayesini güttüğünü unutmuştuk bizler. Sanatımızda, edebiyatımızda bir resmiyet vardı. İnsanüstü bir hüviyet taşıyan sanatkarın ve eserinin önünde anlamamak korkusu ile rahatsızlık duyardık. Gergin bir çekingenlik içinde kendimizi duygularımıza koyuvermezdik. Orhan Veli ile arkadaşları bizi şiirle haşır neşir ederek, çekinmekten kurtardılar. Şiir de böylece öz fonksiyonunu buluverdi. Dalgacı Mahmud’un derin manalı rolünü şimdi anlıyoruz: Gökyüzünü boyarım her sabah, Hepiniz uykudayken. Uyanır bakarsınız ki mavi. Orhan Veli’nin şiirlerini okurken gülüşümüz işte bu sebeplerdendir sanırım.” Kadından şair olmaz diyenlerin yanı sıra, kadından bir şey olmaz diyenler vardır. Ayşe Nur’dan alıntı yapınca aklıma geldi. 1950 yılında Hakka Doğru adlı bir derginin yayımladığı Rüya Tabirnamesi’ni okuyan Orhan Veli’nin (1 Nisan 1950, şaka gününde) yazdıkları, hem bu konuda bir cevaptır hem de bu komik adamın komikliğinin bir belgesi: “Eser, aslında, Muhiyiddin-i Arabi hazretlerininmiş: Muharrem Zeki adında bir zat yeniden yazmış. Bir bilim eseri gibi başlıyor. Rüyalar birkaç bölüme ayrılırmış. Gerçek rüyalar, yalan, yalancı, aldatıcı rüyalar, efdal rüyalar gibi. Gerçek rüyalar da üçe ayrılırmış: Tebşir, tahrir, ilham rüyaları… İnsan şaşırıyor birdenbire. Doğru dürüst, ağır başlı bir kitap okuyacağını sanıyor. Gel gelelim, ikinci sayfada iş değişiyor. Sapıtıveriyor yazar. Diyor ki: ‘Fakir adamın rüyasına tabir olunmaz. Çünkü, o daima günlük nafakasını düşünür.’ Bütün dinler, insanlara, oldukça eşit bir yaşayış sağlamaya çalışmışlar. Bunun için de, herkesten önce, fakir fukarayı korumak gerektiğine inanmışlar. Böyle iken, nasıl oluyor da, bir din dergisinin çıkardığı bir kitap fakir fukarayı adam yerine koymuyor? Doğrusu, pek akıl erdiremedim. Yazar, gene o sayfada, deminki cümleden birkaç satır aşağıda şöyle diyor: ‘Rüya gören kimse, bunu düşmana, cahile, kadına ve maskaraya söylememelidir.’ Demek ki kadın kısmı, düşmanla, cahille, maskarayla bir tutuluyor. Ne insanlık, ne insanlık!… Aynı kitabın başka bir yerinde şöyle bir söz var: ‘Vücudunda mevcut uzuvlarından fazla şey gören kişi zengin olur.’ İnsanın içinden, cümlemize, üçer kulak, dörder burun, beşer bacak vermesi için Tanrıya yalvarmak geliyor. Başka bir cümle: ‘Kabak ağacı gören kişi doktorluğu öğrenir ve hasta olmaz.’ Kabak ağacı olur mu olmaz mı diye düşünmüyoruz bile. Demek ki, diyoruz, tıp fakültelerinin pabucu dama atıldı. Öyle ya, bir kabak ağacı gör rüyada; tamam. Ne lüzum var okullarda çürümeye? Hemen as kapına levhayı, ‘Birinci sınıf operatör’ diye. Kitapta bu biçim örnekler tümen tümen. Ama ne lüzum var hepsini sıralamaya? Merak eden alır, okur. Okur ya, kitabın sonundaki bir ‘Seğirname’ye de ilişmeden edemeyeceğim. Bu bölümde yazar, türlü uzuvların seğirmelerine türlü manalar vermiş. Mesela bir yerde şöyle demiş: ‘Tenasül aleti seğriyen kimse, izzet ve hürmet bulur; sevdiği adamla buluşur. Hayanın iki tarafının seğirmesi darlığa düşmeye alamettir. Hayasının sağ yanı seğriyen insan sevinir. Hayasının sol yanı seğriyen insan da sevinir amma daha evvel biraz mihnet çeker. Dübürünün sağ yanı seğriyen aziz olur; sol yanı seğriyen rahat bulur.’ Bu kadar rahat konuştuklarına göre, bu zatların sol yanı seğriyor demektir. Namusla edep arasında pek de fark gözetmeyen, bu arada da, hepimizi edepli olmaya davet eden bu din sözcülerinin bu türlü işlerini -ne yazık ki- pek ciddiye alamıyoruz. Bunun böyle olacağını kendileri de sezmişler herhalde; bir açık kapı bırakmış olmak için, kitaplarını Şaka Basımevi’nde bastırmışlar.” Sabahattin Eyuboğlu ise, Şiirin Garip Kişisi diye adlandırdığı Orhan Veli’yi şöyle tarif eder: “Sahte ciddiliğe öyle candan düşmandı ki, sahte ciddiliğe inat, en ciddi işlerini şakadanmış gibi yapardı. Yüzünden ve şiirden gülümsemeyi eksik etmezdi. Dünyayı, insanları, türküleri ölesiye sevdiği anlarda bile sever görünmezdi. Sevdiğini sevmeye kimseyi zorlamaz, hele kendi derdini kimseye dert etmezdi. Alır başını giderdi sıkılınca, tadına doyurmadan. Dünyadan gidişi de öyle oldu.” Ankara’da bir gece, belediye çukuruna düşen ve dört gün sonra da İstanbul’da beyin kanamasından ölen Orhan Veli’nin komedyenliği bütün dünyaca bilinmektedir. Bunu nereden mi çıkarıyorum? Oyuncu ve yönetmen Mel Brooks şunu söyler: “Parmağımı kestiğimde bu bir trajedidir. Açık bir lağım çukuruna düşüp öldüğümde bu bir komedidir.”
M. Seref Ozsoy – Kanik’sadigim Biri Orhan Veli
PDF Kitap İndir |