Maeve Binchy – Atesboceklerinin Mevsimi

Eğik gelen güneş ışınları bar tezgâhının üstündeki halka halindeki izleri aydınlatıyordu. Kate Ryan bir yandan ayakkabılarım fırlatıp atıp ayaklanna lastik çizmelerini geçirirken, bir yandan da eline bir bez alıp onları sildi. El çantasını tezgâhın altına sıkıştırırken, neredeyse aynı hamleyle mutfak kapısını açıp Eddie ile Dec-lan’m yeni gelen kıza eziyet etmediklerinden emin olmak istedi. Yeni kızın yüzü hüzünlü, gözleri kıpkırmızıydı ve çiftlikteki evini özlüyordu. Eddie ile Declan kızın üzerine çok giderlerse kaçıp gidebilirdi. Ancak, neyse ki üç hafta geçmesine rağmen evdeki kaplumbağa onlar için hâlâ çekiciydi. Çocuklar yüzükoyun uzanmış hayvana lahana sapı veriyor, o yiyince de sevinç çığlıkları atıyorlardı. “John” diye bağırdı. “Bara iner misin, nehrin karşı kıyısına geçip ikizlerin neden hâlâ oyalandığına bakmam gerek. Konser için hazırlanıp süslenmeleri gerekiyor ama henüz ikisinde de tık yok.” John Ryan üfledi. Düşünceleri yine bölünmüştü. Şiirleriyle uğraşarak, tek başına bir iki saat geçirebileceğini sanmıştı. “Bir dakika” diye seslendi. Aklındakini unutmadan yakalamak istiyordu.


“Hayır, zaten geciktiler bile. Dinle, kâğıdınla kalemini de getir, zaten pek gelen giden olmaz, ama yine de tezgâhın arkasında biri bulunmalı.” Kapı arkasından çarptı ve John Ryan yatak odasınm penceresinden kansmın koşarak barın karşısındaki minik köprüden geçtiğini gördü. Otuzlu yaşlarını süren bir kadından çok, genç bir kız gibi bahçe kapısının üstünden atladı. İkizleri bulmak için viran Ferns-court malikânesine doğru koşarken, yazlık elbisesi ve çizmeleriyle genç bir kıza benziyordu. John Ryan iç çekip aşağı indi. Şair meyhaneciler olduğunu, hat- ta savaşta berbat siperlerin içinde meleklere yaraşır şiirler yazan adamların olduğunu biliyordu. Ama o öyle değildi. John Ryan ağır hareket ediyordu. Barın gerisinde durduğu yıllar boyunca sinsice büyüttüğü bir bira göbeği, yine aynı nedenden sarkan yanakları vardı. Düğün fotoğrafında daha ince ve zarif, bambaşka biri gibi görünüyordu. Yine de o çocuksu görünümünü tümüyle yitirmemişti. Kır düşmüş açık kumral saçları ve kapanma saatinde, ya da çocuklar sözde çok büyük bir suç işlediklerinde olduğu gibi, istediği zaman bile haşin görünmeyen gür kaşları vardı. Sık sık Kate’in evlendikleri günden beri hemen hemen hiç değişmediğini söylerdi. Kate buna memnun olur, ama bunun barın arkasından kurtulmak için atılmış bir palavra olduğunu söylerdi.

Doğruydu, ancak uzun, dalgalı siyah saçlarını krem rengi elbisesine uyan krem rengi bir kurdeleyle arkadan toplamış olan kıza baktı. O yağmurlu Dublin gününde çok şık duruyordu ve Jack onun gelip Mountfern’de kendisiyle oturacağına inanamamıştı. Kate sık sık ve sertçe hatırlattığı gibi, başkalarına içki sunmaktan göbek bağlamamıştı. İnsanın kendine her ikram edenle bir içki içmesini, ya da başkalarına sunduğu her yarım düzine karşılığında kendisinin de bir bira içmesini gerektiren bir yasa olmadığını söylüyordu. Ama kadınlar için durum farklıydı. John yedi kardeşin en küçüğü ve aile bireylerinin artık tamamlandığından emin olduktan sonra onun gelişine hem çok şaşıran, hem de sevinen annesinin gözbebeğiydi. Kendini bildi bileli fazla beslenmiş, pasta yiyip gazoz içmişti. Delikanlıyken koşarak, sıçrayarak, bir dans için kilometrelerce bisiklet sürerek inceliğini koruyordu. Artık şiirlerini yazmak ile barda hizmet etmek arasında sıkışmış hayatı çok durgunlaşmıştı. Oğullan için de bunu isteyip istemediğini bilmiyordu: Onlar için büyük umutlan vardı -biraz dünyayı görebilir, belki okuyup üniversiteye gidebilirlerdi. Bu, onun anne babasının neslinin düşlerinde bile göremeyecekleri bir şeydi. Onlann asıl kaygısı ço-cuklannın göç edip yerleştiklerini görmekti. Kilisenin de yardımı olmuştu tabiî, Ryan ailesinden iki rahip ile iki rahibe çıkmıştı. John kendi çocuklannda dine yatkınlık görmüyordu. Michael hayalci ve düşünceliydi; bir keşiş olur muydu ? Ya Dara, bir yerlerde becerikli bir başrahibe olabilir miydi ? Eddie pratik bir çocuktu, büyük olasılıkla dinsiz kabilelere kulübe yapmayı ve kanal açmayı öğreten bir misyoner olabilirdi.

Bebek Declan. Belki onu evin yakınında bir kiliseye yerleştirip gözkulak olabilirlerdi. Tabiî saçmalıktı bütün bunlar. Hiçbiri din adamlığının yakınından bile geçmeyeceklerdi. Yine de, John Ryan gelecekte üç oğlu ile tek kızının bu işle uğraşacaklannı hiç sanmıyordu. Öncelikle, iş hepsini doyurmazdı. Pek çok İrlanda kasabası gibi Mountfern’de de zaten şimdiden çok fazla bar vardı. Ana cadde Bridge Street’te yürüdüğünüzde en az üç bar görüyordunuz. Kasabanın başında Foley’in yeri vardı ve o da bugünlerde pek bar sayılmazdı. Yalnızca bir tezgâh ve Matt Foley’in geceleri içen birkaç arkadaşı vardı; gerçek bir müşteriye nasıl hizmet edileceğini bilmezlerdi. Sonra, daha çok bakkal olan, ama arkada bir de ban bulunan Conway’in yeri vardı. Conway’e gizli içkiciler, içtiklerini hiçbir şekilde kabul etmeyen, mutlaka bir paket mısır gevreği ya da bir kilo un almaya çıkıp da sağlığına bir kadeh brendiyi deviri-verenler giderdi. İhtiyar Barry Conway aynı zamanda cenaze leva-zımatçısı da olduğundan, çoğu zaman cenaze işleri de olurdu. Tepeye birini gömdükten sonra gelip burada bir içki içmek doğru gibi görünürdü insanlara. Dunne’ın yeri de her an kapanacak gibiydi.

Paddy Dunne yeni mal sipariş etsin mi, etmesin mi hiç bilemez; bugün yann Liverpool’da bar işleten kardeşinin yanına gideceği için artık değmeyeceğini söylerdi. Ancak tam o sırada ya Li-verpool’daki barda işler kötü gitmeye başlar, ya da Mountfern’de-ki içki alışkanlıklan canlanırdı. Adamın dükkânında bir belirsizlik havası vardı ve ruhsatını satacak olsa kaç para edeceği konusunda sürekli fikir yürütülürdü. Kısacası, Mountfem gibi küçük bir yerde John Ryan’ın dükkânının tam üç rakibi vardı. Yine de, River Road tarafından gelen bütün müşterileri o alıyordu. Kasabanın bu yanında çiftçiler otururdu. Diğer üçünden de daha büyük ve daha iyi bir bardı; yalnızca daha geniş olmakla kalmayıp, stoğu da daha fazlaydı. John Ryan feleğin cömert davrandığı bir adam olduğunu biliyordu. Genç ve toy bir çocukken kimse onu tutup bir kiliseye vermemişti. Ağabeylerinden ikisi gibi ağır koşullarda çalışmaya Amerika’ya da gönderilmemişti. Onlann ölçülerine göre kendi işini yürütüp şiirlerini yazabileceği rahat ve huzurlu bir yaşamı vardı. John yazacak ve içki satacak zamanı birbirinden ayırmak istiyordu. Kate’in yaptığı gibi, bir işten diğerine şimşek hızıyla geçemiyordu… Çocuklara da onun kadar iyi yönelemiyordu. Ya usluydular, ya da değildiler. Havalanndaki hızlı değişimleri Kate kadar iyi göremiyordu.

Önce kızıp birkaç dakika sonra gülümseyemi-yordu. Kızdığı zaman gerçekten de çok kızıyordu. Bu çok ender oluyor, ama olduğunda da kendini tamamen kaybediyordu. Babanın kızması uzun zaman unutulmazken, annenin her hafta bir düzine çabuk ama kolayca unutuluveren kızgınlıkları oluyordu. John karısının çabukluğu ve işini, tam o anda bırakmak zorunda kalması karşısında içini çekti. Kaderin bu bar sayesinde, eline İrlanda’da pek çok erkeğin kıskanacağı bir fırsat vermiş olduğunu biliyordu. Başka birini daha tutacak kadar para kazanamıyor-lardı, ama işler insanın bir köşede rahat rahat oturmasına olanak tanıyacak kadar da durgun değildi. John Ryan ne kâğıt kalemini, ne de düşüncelerini yanında getirmişti. Müşteriler insanı elinde kâğıt kalemle görse hesap tuttuğunu ve küçük bir servet kazandığım düşünebilirlerdi. Ne anlamı vardı ki zaten? Garajdan Jack Coyne saf bir çiftçiye bir yığın paslı metal satmış ve alışverişi birer birayla kutlamaya gelmişlerdi. Jack Coyne’un sansara benzer bir yüzü ve sürekli ya ucuz mal, ya da bir iş arayışında çevreyi kolaçan eden keskin gözleri vardı. Bir arabanın altına yatmış, yağ içinde sağa sola gereken tamirat konusunda emirler yağdırırken de; takım elbise giymiş, elden düşme mallarım dediği yeni satın aldığı arabaları gösterirken de aynı derecede rahattı. Sanki her tarafı hareket halindeydi, asla sakin durmazdı. Şimdi bile barın başında bir o ayağının, bir bu ayağının üzerine abanıyordu. “Harika bir gün John” dedi Jack Coyne.

John biraları koymaya hazırlanırken, “Hava epeydir harika” dedi. Çiftçi, “Ekinler için kötü ama” dedi. “Zaten siz ne zaman havadan memnun olursunuz ki ?” Jack Coyne hava nasıl olursa olsun, kullanılmış araba satabilen bir adamın neşesiyle güldü. Mountfernli çocukların ülkedeki diğer çocuklann hiçbirinde olmayan bir oyun yerleri vardı: Fern Nehri’nin kıyısındaki Ferns-court yıkıntıları. Ev kırk yıl önce, 1922’deki olaylar sırasında yanmıştı. Yangın sırasında Fern ailesi orada değildi; aylar önce çekip gitmişlerdi. Çocuklar büyükbabalarına sık sık yangını sorarlar, ama garip bir bellek kaybıyla karşılaşırlardı. O yıllarda son derece güçlü olan duygular zaman içinde yatışmıştı. Fernler de, simgeledikleri şeyler de unutulmuştu. Evleri tıpkı bir zamanlar güzel ama kocaman ve bomboş bir kabuk olarak durduğu gibi, şimdi de güzel bir harabe olarak duruyordu. Uzun yaz günlerini geçirmek için harika bir yer olmuştu artık. Femlerin yıllar önce bahçıvanlarına diktirdikleri meyve ağaçlan hâlâ bolca meyve veriyordu. Elma ağaçlarının Fernlerin gidişinden haberleri yoktu. Eğri büğrü, kocamış dallan yerlere eğilmişti, çocuklann oynayabileceği yeni yerlerdi bunlar. Evden geriye kalan duvarlar sarmaşıklarla kaplıydı.

Bir zamanlar ahır olan yan binalar evin kendisinden daha sağlam kalmıştı. Buralarda hâlâ içinde koşturacak, çatısı kapalı odalar, kireçtaşından kemerler ve sağlam taş duvarlar vardı. Fernscourt’un yapıldığı günlerde insanlar ahırlara çok önem verir, konuklar burala-nn evin kendisi kadar yüksek bir standartta olmasını beklerlerdi. Kate Ryan nehirden çıkan yolun iki yanındaki yabanî defnelerin arasından yürürken çığlıklan ve kahkahaları duyabiliyordu. Dublin’deki küçük ve sessiz bir evde geçen kendi çocukluğunu düşündü. Annesi hep hastaydı. Oynayacak kardeşleri yoktu; arkadaşlar da hoş karşılanmaz ve evden uzak tutulurdu. Ona kıyasla bu çocuklann başına buyruk, özgür bir yaşamlan vardı. Fernscourt bugün burada oynayan gruba aitti. Yaşı tutanlara. Hep böyle olmuştu. Eddie ile Declan’ın yaşındaysanız çok küçüktünüz, buradan kovalanıp başka bir yere gönderilirdiniz. Daha büyük laz ve oğlanlar ise birbirlerine gösteriş yapmak için köprüye giderlerdi. Oğlanlar çığlıklar arasında korkuluklardan atlar, itiş kakış sırasında bazen kızlar da suya itilip sınlsıklam elbiseleri üstlerine yapışmış br halde sudan çıkarlardı. Ancak Fernscourt’tayken başka hiçbir dünya olamazdı.

Yaz güzel geçmişti ve çocuklar Mountfern’deki evlerde işler biter bitmez toplanıyor, birer ikişer tarlaları aşıp, River Road’dan çıkıp Ryanlann önündeki küçük yaya köprüsünden geçiyor, bazılan da nehrin karşı kıyısında, bugünlerde kimselerin gelip geçmediği patikadan dikenli çalılara doğru yürüyorlardı. Fernscourt bütün çocuklara ait olmakla beraber, Dara ile Mic-hael’m özel eviydi. İkizlerin kendi yerleri, sözümona bir evleri vardı. Diğerlerinden hiçbiri gelmese bile orada oynarlardı. Eski bir masa ve bardan alınma iki kınk tabureleri vardı. Eğik bir çatalla paslı bir bıçak ve birkaç da kenarı kınk tabak. Bunlar özel şölenler içindi. İkizler kendi başlarına Fernscourt’a gidebilecek yaşa geldiklerinden günden beri büyüdüklerinde burada oturacaklarını söylüyorlardı. Eve çok yakın, ama kendilerine ait bir yer olacaktı. Evin tamamını satın alıp her yere karayolundan değil, tekneyle nehirden gideceklerdi. Burası onlann yeri, şatosu, yuvası olacaktı. Buraya bu kadar yakın oturdukları için, barın üst katındaki pencerelerinden görebildikleri için ve yaz kış her gün oraya gidebildikleri için, buranın kendilerine ait olduğunu hissediyorlardı. Ancak elbette, yalnız kendilerinin olmasını istemiyorlardı. Ferns-court aynı zamanda, özellikle de günlerin bütün oyunlara yetecek kadar uzun olmadığı yaz tatillerinde herkese aitti. Oyunların belli bir düzeni yoktu, ama kocaman yosunlu taşlar, yansı devrilmiş duvarlar, sarmaşık kaplı cepheler ve yıkık duvarlardaki kapı-pencere boşlukları tırmanacak, tüneyecek, atlayacak, oturup gülüşecek bolca yer olduğu anlamına geliyordu.

Kızlar ahıra bakan avluda hâlâ duran eski saat kulesinde bir ev yapmışlardı. Gerçi eski saat ile kubbe çoktan yok olmuştu. Oğlanlar da otlarla yosunların altında artık basamak oldukları bile belli olmayan merdivenlerde uzun atlama ile koşu arası bir yarışma düzenlerlerdi. Hep birlikte toplanıp kimin en çok basamağı atlayabildiğine bakar; en büyük olasılıkla bacağını kıran da en ödlekleri olurdu. Öte yandan, kurban olmaktan kurtulmanın da yolları vardı. Eve gitme, inekleri sağma, ya da yüzmeye gitmeleri gerekirdi hep. Mo-untfernli oğlanlar kendi muhteşem viranelerinde oynarken ölmeye pek hevesli değillerdi. Kate çocukların bazılarının evlerine yollandıklarını gördü. Konser için şık olma zorunluluğundan dolayı hiç de hoş karşılanmayacaklardı. Tommy Leonard’ın patikadan aşağı koştuğunu gördü. O yoldan daha çabuk giderdi. Leonardlann kırtasiye dükkânı büyük köprüye yakındı ve River Road’a daha rahat ulaşılabilecek bir yerden geçerse yolunu kısaltabilirdi. Kate, Tommy’nin yaşında çocukların dikenli dalların giysilerini ve hatta kollarını bile yırtmasına aldırmadıklarını düşündü hayretle. Dara’nın yakın arkadaşı olan küçük Maggie Daly de defnelerin arasından Kate’e doğru geliyordu. İkizlerin annesinin nezaket ziyaretine gelmediğini pek iyi bilen Maggie, “Koşuyorum Bayan Ryan” dedi.

“Sanırım Dara ile Micha-el da koşuyu bitirmek üzereler.” “Eminim öyledirler.” Kate çok ciddiydi. Maggie Daly’nin kocaman endişeli gözleri vardı, her zamen en olağan şeylere bile pek şaşırmış görünürdü. Bardaki kocaman zararsız köpek Leopold’den ödü patlardı. Zavallı Leopold biçimsiz vücuduyla güneşte gerinirken bile küçük Maggie Daly sanki köpek her an gırtlağına atılıve-recekmiş gibi bakardı ona. Maggie’nin neredeyse köprüdeki kalabalığa katılacak kadar büyümüş olan ablası Kitty de defneli ağaçlarıyla kaplı patikadan geliyordu. Kitty koşturmayacak kadar olgundu, bu yaz Fernscourt’tan ve oynadıkları oyunlardan, eve gidip konser için giyinmek zorunluluğundan sıkılıyordu. Ne şu, ne bu olamamaktan da sıkılmıştı. Kırmızı şık bir mayoyla salda oturup gülecek ve kendisine hayranlık duyacak bir kalabalığın arasına kanşabilecek on beş yaşında bir genç de değildi; yıkık bir saat kulesindeki eski bir odaya tırmanmayı ya da yosunlu duvarlardaki yarıklardan geçmeyi de artık eğlenceli bulmuyordu. Kitty Daly Kate Ryan’ın yanından geçerken derin derin iç çekti. Ana babaların Fernscourt’a geldiklerinde sanki hep yaptıkları buymuş gibi, “Sanırım kafalarını kırmaya geliyorsunuz” dedi. “Hiç de değil” dedi Kate neşeyle. “İstedikleri bir şey var mı diye sormaya geliyordum. Belki tepside akşam çayı.

Sevgili ikizlerim… çok sevinirim…” Kitty aceleyle gitti. Dara ile Michael annelerine çekmişlerdi. John Ryan gibi sansın değillerdi; o sanki bir tek Eddie’ye geçmişti. Onlar da sıskaydılar, ama babalan da çocukken öyleydi. Ancak Kate onların esmer, yakışıklı yüzlerinde Ryanların kahkaha çizgilerinin; sanki kimse bakmazken bile gülümseyen ifadelerinin de olmadığının farkındaydı. Bütün Ryanlar öyleydi -Kate’i en sevdiği oğluna yakışacak bir gelin olarak görmeyen ihtiyar kayınvalidesinin bile gülümseyen bir yüzü vardı. Dara ile Michael ise iri, koyu ve fazlaca dikkatli bakan gözleriyle çoğu zaman ciddi duruyorlardı. Tıpkı kendisi gibi. Kate ne zaman kendi resmini görse, intikam meleği gibi çıktığını söyleyip çığlık atardı. Objektife gülümsemek-tense için için kaynıyor gibi dururdu hep. Bunu başka kimse fark etmemişti. Herkes her zaman ikizlerin çok güzel olduklarını söylerdi. Özellikle de şortlan ve renkli gömlekleri içinde yanık tenleriyle Mo-untfern ve çevresini altüst ettikleri yaz aylannda. Kate bugün ne mazeret uyduracaklannı merak etti. Okuldaki konser için giyinmek üzere yanm saat önce evde olmalıydılar.

Canı sıkılmıştı ama belli etmemeye çalışacaktı, aksi halde yıkanıp taranmak istemeyebilir ve çalacakları parçalarda kendilerine güvenlerini yitirebilirlerdi. Dara İrlanda dilinde bir şiir okuyacak ve Michael da diğer oğlanlarla birlikte Moore’un şarkılarını söyleyecekti. Okuldaki genç Bayan Lynch öylesine hevesliydi ve konseri düzenlemek için öyle çok zaman harcamıştı ki, Mountfern’de herkes istemeye istemeye işin içine karışmıştı. Normalde manastır ile kilise çömezlerinin pek az ortak girişimi olurdu, ama ihtiyar Rahip Moran iki yerine bir konser vermenin daha iyi olacağını düşünüp herkes de ona katıldığından Nora Lynch kazançlı çıkmıştı: konser kilisenin salonunda verilecek ve bütün katılımcılar saat beşte en şık giysileriyle hazır bulunacaklardı. Konser tam altıda başlayıp sekizde bitecekti. Kate artık neredeyse eve varmıştı. Eskiden çok etkileyici bir yer olmalıydı: üç katlı ama yüksek, çok yüksek tavanlı, büyük odaları ve yüksek pencereleri olan bir evdi. Burada yüz yıldan fazla yaşayan Fem ailesinin farklı kuşaklan bu evi sevmiş olmalıydı. Kate, içlerinden biri hiç o rahat yaşam içinde durup da günün birinde buranın eskiden olsa kömür çuvalı ya da su taşıma işi dışında asla eve giremeyecek köy çocuklarının oyun oynadığı bir harabe olacağını hayal etmiş midir, diye düşündü. Çocuklar dağılmışlardı. Yalnızca kendi iki çocuğu içerdeydi. Herkes gittikten sonra kalmalarını gerektirecek ne yapıyor olabilirlerdi ? Hayattaki her türlü düzene karşı saygısızlıkları Kate’in canını sıktı. Tepeden sarkan bir sarmaşık perdesini itince gördü onlan: kocaman, devrilmiş bir sütunun üstüne oturmuş, duvardaki deliklerden dışarı bakıyorlardı. Her şeyden çok korkuya benzeyen bir salanımla çok uzaklardaki bir şeyi seyrediyorlardı. Aşağıda iki adam ayaklı aletlerle ölçüm yapıp ve not alıyordu.

Sonra aletlerin yerini değiştirip tekrar başlıyorlardı. Kate ikizlerin arkasından sokuldu. Michael fısıldayarak, “Ne bunlar?” diye sordu. Kate “Onlara teodolit denir” dedi. “Bu sözcüğü biliyorum, bulmacalarda çok işe yarar.” “Ne yapıyorlar?” Dara öğrenmek istiyordu. “Bir tür araştırma. Seviye tespiti. Doğruyu söylemek gerekirse, pek emin değilim.” Michael sıkıntıdan kıpkırmızı kesilmiş bir yüzle, “Şu teodolist-lerin burada olmamaları gerekir,” dedi. “Onlara buranın özel arazi olduğunu söyle. Haydi anne, gitmelerini söyle onlara.” “Hayır, teodolit aletlerin adı, insanlann değil. O adamlara öl-çümcü deniyor sanırım. Her neyse, zaten özel arazi değil.

Öyle olsa biz de burada olmazdık.” “Onlara sorar mısın… bir daha gelecekler mi, yoksa yalnızca bugün mu fotoğraf çekiyorlar veya her neyse. Onlara sorar mısın anne?” Dara yalvardı. “Sen insanlara en zor şeyleri kolayca sorarsın. Lütfen.” “Şu anda soracak tek bir zor sorum var, o da şu: size çalar saatimi verdiğim ve saat dörtte evde olmanızı çok sıkı tembih ettiğim halde neden saat dört buçuk ve hepimiz buradayız ? Bugünkü zor sorum bu ve bir cevap istiyorum.” İkizler annelerinin sesindeki sabırsızlığı duymamış gibi, aldırış bile etmediler. “Hiç oyun oynamadık, merak edip duruyorduk…” dedi Dara. “Ve gideceklerini umuyorduk…” Michael kız kardeşinin sözlerini tamamladı. Sık sık birbirlerinin cümlelerini tamamlarlardı. “Hiç anlamıyorduk…” “Hem de hiç hoşumuza gitmiyordu…” Kate ikisini de omuzlarından tutup çalar saati ve yenmemiş yemeklerini almaya götürdü, sonra köprüye yönlendirdi. Karşı tarafta bir olay var gibiydi. Eddie ile Declan suyun kenannda yatmış, bir parça tahtanın üstünde akıntıya kapılmış giden bir şeye uzanmaya çalışıyorlardı. Oğlanlar bağnşırken yeni hizmetçi Carrie kenarda durmuş çaresizce ellerini ovuşturuyordu. Kate kaplumbağa Maurice’in bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıktığını anladı.

“Bahçe tırmığını ve saplı süpürgeyi getirin” diye bağırdı. Michael ile Dara annelerinin elinden ve azarından kurtulduklarına sevinerek hemen koştular. Sekiz yaşındaki Eddie kendisinin suçlanacağını bildiğinden kıpkırmızı kesilmişti: Declan ancak altı yaşındaydı ve daha bebekti -o her şeyden sıyırıyordu paçayı. Kate kaplumbağayı kıyıya çekti ve kapkaranlık bir yüzle oyun odasındaki evine getirdi. Dört çocuğun ve dehşet içindeki Car-rie’nin bakışları altında hayvanı temiz bir havluyla kurulayıp samanların içine koydu. Hiç itiraz kabul etmeyen bir ses tonuyla Car-rie’ye mutfakta Eddie ile Declan’ın elini yüzünü yıkarken görmek istediğini bildirdi. Michael ile Dara da banyoya girip beş dakika içinde dizleri, kulakları ve enseleri pırıl pırıl çıkacaklardı. Dizleri, kulakları ve enseleri demesinin nedeni oralara özellikle, dikkat edilmesi, ama diğer tarafların da tertemiz olması demekti. İyice yıkadılar ve Dara ile Michael sıkı bir kontrolün ardından salona doğru yollandılar. Eddie ile Declan her zamankinden daha sessiz oturmuş, annelerinin kararını bekliyorlardı. Konsere gitmelerinin yasaklanıp yasaklanmayacağını bilemiyorlardı… aslında bu pek de fena olmayabilirdi. Ya da belki de bacaklarına vurulurdu. O pek olası değildi gerçi; eğer dayak yiyecek olsalardı çoktan yerlerdi. Annelerinin öfkesine hazırlıklı değildiler. “O artık sizin kaplumbağanız değil Edward ve Declan; o şimdi benim kaplumbağam.

Anladınız mı ?” Eddie’ye Edward dendiğinde işler iyi değil demekti. “Ama yani…” “Evet, o artık benim. Ve onunla ne istersem yaparım. Onu sizin bir hayvanı sevebilecek çocuklar olduğunuza inanma aptallığını gösterip satın aldığım dükkâna geri götürebilirim. Ya da onu yiyebilirim. Carrie’den yarın öğle yemeğinde onu pişirmesini isteyebilirim.” İkili öylece kalakalmıştı. “Neden olmasın?” diye devam etti anneleri umursamazlıkla. “Siz Maurice’i boğmaya kalkıştınız, ben neden onu pişirmeyeyim? Kaplumbağa olmak zor iş.” Eddie’nin gözleri doldu. “Anne biz onu boğmaya çalışmıyorduk. Yüzüp yüzemediğine bakacaktım, sonra pek beceremediğini görünce ona bir sal yaptık, sonra da yüzüp gitti.” “Teşekkür ederim, Edward. Bana yalnızca dikkatsizce bir kaza olduğunu söylemek istiyorsun, öyle mi ?” “Şey, evet?” Eddie kurtuluşun o yönde olduğunu düşünüyordu, ama tam da emin değildi. “Peki, o şimdi benim olduğuna göre başka kazalar da olabilir.

Fırının içine filan düşürebilirim. Her neyse, artık sizi ilgilendirmez. Oturma odasında, fınnda ya da her nerede olursa olsun, ona yaklaşmanız yasaklanmıştır.” Declan inledi. “Anne, Maurice’i yakamazsın. Lütfen kaplumbağamı yakma.” “Benim o” dedi Kate. Eddie “Canlıları öldüremezsin” diye çıkıştı. “Polislere söylerim. Çavuş Sheehan’a söylerim.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir