Mahmut Acil – Ustad’la Hasbihal

“Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrilik yok! Hepsi bir şeye inanmış… Allah’a!. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a… O’nun Ulu Peygamberine… O’nun büyük Kitabına… Kur’ân henüz yeni nazil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdeta Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz bir şeye bağlanmak, her yerde hâzır, nazır olana, Alemlerin Yaratıcısı’na bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet!. Ne büyük saadet!” (O. Y. Serdengeçti) O’na talebe olmak, bu dünyada ve öteler ötesi âlemlerde verilebilecek mükâfatların en güzellerinden birine lâyık olmak…Ne büyük saadet! O’nun yanında olmak… O’nu yanımda bulmak… Ne büyük bir saadet! O’nun dizinin dibinde oturmak… Ne büyük saadet! Bize madden nasip olmadı, ama O’nu hep yanımızda, düştüğümüzde elimizden tutup kaldırıyor gibi, coştuğumuzda sırtımızı sıvazlıyor gibi hissettik, sımsıcak, taptaze… Bu duyuşlar aşkımıza aşk, şevkimize şevk kattı. Bir üveyik gibi kanatlandık adeta, onun nurlu ikliminde seyran eyledik. İliklerimize kadar huzur duyduk, nur yudumladık. O, gam soludu, ama bize nur takdim etti.


O, zehir yudumladı, ama bize nur, bize huzur bahşetti. O’nun yolunda olmak ne büyük saadet! Bunu böyle duyduk, böyle bildik. Asrımızın ve gelecek zamanların ışığı ve nuru olan Büyük Çilekeş’in, Tarihçe-i Hayat’ını okurken, hayatı, kutsi dava uğruna binbir türlü sıkıntılarla, meşakkatlerle geçen, ama hep sabreden, tebessüm eden, sadece ve sadece nefsinden şikayet eden, talebeleriyle beraber olduğunda her an, “Ben de bir talebeyim!” diyerek ders halkasına oturan bu büyük zâtın, dizinin dibine oturup, onunla karşılıklı sohbet etmeyi tarifi imkansız bir iştiyakla arzu etmiştim. O, hiçbir zaman kendini öne çıkarmamış, her fırsatta ve her yerde ve her zaman, “Ben bir hiçim! Nazarlarınızı Risale-i Nur’a çeviriniz. Bana bağlanmayınız. Risale-i Nur’a bağlanınız. Ben âciz bir insanım, kusurlarım var. Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır, O’na bağlıdır. O size yeter. Ben de sizin gibi bir ferdim. Beni büyük bir zattır diye tanımayınız. Risale-i Nur’da konuşan delil ve bürhan, hakikattir.” diye haykırmıştı. O, hep başkaları için yaşamış, benliğini iman hizmetinde eritmiş, bereketli ömrünü Nurlara adamıştı. Dünyevi en küçük bir beklentisi, en küçük bir arzusu yoktu. Ne bilinmek, ne görülmek, ne de hürmet görmek istiyordu. Tevazu, hayatının üfül üfül tüllenen rengiydi.

Hatta mezarının yerinin bile bilinmemesini arzu ediyordu. Ben ise tahammülü imkansız olan arzumu yerine getirmek için yanıp tutuşuyordum. Bu dünyada madden gerçek olmayacak bir arzuydu bu. Büyük Üstad’ımın ve onun sadık, çilekeş talebelerinin affına sığınarak, “Ey bakışları alev saçan yürek ve kartal bakışlı yiğit!” diye seslendim, Asrın Çilekeşi’ne… O’nun engin af ve hoşgörüsüne sığınarak bu cesareti gösterdim. Cahil, cahilliğine yakışanı, Üstad ise kendine yakışanı yaptı. Kızmadı, darılmadı bana. Ümidim ve cesaretim bir kat daha arttı. Ben de devam ettim konuşmaya, kendi küçük dünyamda, büyük Üstad’ımla… Dünyaya teşrifinden, öteler ötesi âleme göçüşüne kadar yaşadıklarını anlattım kendine bir bir. Naz makamında ve farklı bir üslûpla… Hayatından kesitler sunmaya çalıştım. Ben anlattım, O dinledi. Bu çalışmamız akademik olmaktan çok uzak oldu. Asrın muallimiyle, edep sınırlarını aşmadan, senli benli bir sohbet oldu. Hummalı çalışmalarımızın devam ettiği bir gece yarısında, ilk okuma ve tashihte yardımlarını hiç esirgemeyen arkadaşım, dostum Adnan Kızıloğlu’yla konuşurken “Sultanım!” diye seslendik O’na… “Sultanım!” Oysaki etrafındakiler O’na “Seyda!” demişlerdi, “Üstad!” demişlerdi, “Bediüzzaman!” demişlerdi. O akşam biz “Sultanım!” dedik doya doya… Tashihlerin bitmesine yakın Adnan Bey koşa koşa geldi yanıma. Heyecandan kalbi kabına sığmıyordu.

Elinde bir kağıt, mahcup ve kısık bir sesle, “Ağabey!” dedi. “Ağabey, bir şiir yazdım, ama adını koyamadım.” Sonra şiiri okumasını istedim. Heyecanlı ve titrek bir ses tonuyla okudu Adnan Bey! Yürek sızısını, kalp heyecanını ince ince aktardığı şiirin redifi olan “Sultanım,” şiire ad oldu. Bu şiiriyle çalışmamıza farklı bir tad, ayrı bir duygu kattı. Gönüllere taht kuran O zâta atfedilen bu çalışmayı sizlerle de paylaşayım istedim. Yine Asrın Çilekeşi’nin affına sığınarak… “Kış ortasında geldin bir gün yüzü görmedin. Gülzarda hazan esti gönlünce gül dermedin. Gam soludun, gam yuttun rahat nedir bilmedin. Âh ettin, feryâd ettin duymadılar Sultanım! Yanan bir meş’aleydin zulmetlerdi kederin, Zindanlar yurdun oldu mahkûmiyet kaderin, Mübarek bedenine tahammül ne kelime; İki mezar taşını çok gördüler Sultanım! Bahar mevsimidir gel heybetli bakışınla, Nazar eyle âlemi süsleyen zambaklara, Başak verdi her tane bu münbit topraklarda Şefkatli elin başa koysun tâcı Sultanım! Senin de yüzün gülsün tohum tomurcuk oldu. Hazan-zede filizler şimdi meyveye durdu. Karanlık ufuklardan gün doğmaya koyuldu. Davan erini buldu, gözün aydın Sultanım! Kur’andan ilham alıp okuduğun fermanı, Kabul edip sarıldı asrın alil insanı, Sen de gel gir der isen aralayıp kapını, Mücrime pâye verip lütfedersin Sultanım!” Senin nurlu dünyandan birkaç nefes de biz alalım istedik. Nur deryasından bir katre de bizim nasibimize düşer mi diye hep ümit ettik. Tüm eksikliklerimize rağmen, tüm cürmümüze rağmen, yine senin yolunda yürümeye çalıştık.

Düştük kalktık, ama senin gösterdiğin o nurlu ufukları peyledik. Kapının önünde boynu bükük ve mahzun, bir el işaretiyle, bir göz işaretiyle içeriye davetini bekledik. Kapını aralayıp yanına girmeyi çok arzuladık. Bu mücrime lütfettin Sultanım! Mahmut AÇIL Adana, Ocak 2006 YALÇIN KAYALAR ARASINDAN ÇIKAN YAKUT “Sineler dertli, ruhlar sıkılmışsa kederden, Gözler mahzûn, ufukta yeni doğuşlar bekler. Ve “Bas ü ba’del mevt” emri gelmişse kaderden, Her taraf canlanır, her şey baharı müjdeler. (***) Yıl, bin sekiz yüz yetmiş üç. Mevsim baharı solukluyor, Bir seher vakti Nurs Köyü’nden doğan bir ışık… Gecenin karanlığını boğan güneşle beraber dünyaya teşrif eden bir çocuk. Bakışları alev saçan bir yürek, İsmiyle dünyayı aydınlatan bir ışık abidesi, Kartal bakışlı yiğit, Ve yalçın kayalar arasından çıkan yakut. Sofi Mirza Oğlu Said… Annesi; Şarkın yalçın dağlarının üzerine kurulmuş Bilkan Köyü’nün yağız delikanlısı Çengo’nun kızı, Ve Sofi Mirza Efendi’nin hanımı. İffet, edep ve ahlak güzelliğini şiar edinmiş, Doğduğu günden beri oğlunu bir gün dahi olsa abdestsiz emzirmemiş temizler temizi, Nuriye Nursî Hanımefendi… BEKLENEN ZÂT “Çevremiz pırıl pırıl nur, buğu buğu huzur, Gök-yer raksa gelmiş, her yanda ayrı bir sürûr!”(***) Hizan, Şark’ın geçit vermez dağları arasındaki maneviyat incisi. Hizan ki; bu güzel beldenin insanları geceleri kaim, gündüzleri saim, dindarlıkta emin, günahlardan sakınan, ibadete sımsıkı sarılmış insanlardı. Gavs-ı Hizan Seyyid Sibgatullah, Hizan kazasının Gayda kasabasında etrafındakilere nur saçıyordu. Seyyid Sibgatullah, daha sen doğmadan on sene kadar önce vefat etmişti. Baban Sofi Mirza, bazı zamanlarda Nurs’tan kalkar, Üstad Gavs-ı Hizan Seyyid Sibgatullah’ı ziyarete giderdi. Sofi Mirza, Gavs’ın dergâhından içeri girince, Hazret-i Sibgatullah, kemal-i hürmetle yerinden kalkar ve Sofi Mirza’yı başköşeye davet ederdi.

Gavs’ın etrafındakiler bu duruma hayret eder ve hatta biraz da kıskanırlardı. Hayretler ve şaşkınlıklar devam ederken, bir gün bu durumu Üstad’a sordular: “Efendim,” dediler, büyük bir edeple. “Efendim, siz kimseye karşı ayağa kalkmazken, bu Nurslu Sofi Mirza’ya karşı neden bu kadar hürmet ediyorsunuz?” Gavs-ı Hizan, Seyyid Sibgatullah tebessüm buyurdu; “Bu sizin basit bir köylü gördüğünüz Sofi Mirza Efendi, var ya!” dedi… “Onun neslinden öyle bir zat gelecek ki, o zata baba olmayı, ben on Gavslığa tercih ederdim.” Ey Aziz Üstad’ım! Nasıl ki, Gavs-ı Hizan Seyyid Sibgatullah, sana baba olmayı on Gavslığa tercih ediyor; biz de sana talebe olmayı tüm dünyaya tercih ediyoruz eğer kabul buyurursan. SAİD Daha doğduğun gün etrafını süzüyordun, “Nerede ne yapabilirim?” diye. Daha doğduğun gün, “Boşa geçirilecek vakit yok!” diyordun. “Bir an önce büyümeli!” Daha doğduğun gün farklıydın emsallerinden. Daha doğduğun gün ağlamamıştın. Oysa ki her doğan çocuk ağlardı. Kim bilir belki de sen insanlığın günahlarına ağlayacaktın. Kulağına Ezan-ı Muhammedî’yi okudu baban Mirza önce, Sonra, usulca eğildi ve ismini fısıldadı tam üç kere: “Said! Said! Said!” Said: “Mutlu, uğurlu,” Said: “Mesut, mübarek,” Said: “Ahiretini hazırlamış,” Sen doğdun, o sabah dağlarda ayrı bir heybet, Ufuklarda ayrı bir derinlik vardı. Sen doğdun, Sularda ayrı bir tad, Çiçeklerde başka bir koku vardı. Sen doğdun ve daha doğar doğmaz saidler zümresine dâhil oldun. CEHENNEM DE OLSA BEKÂ İSTERİM “Ben!” diyordun, “Ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum; fakat kanaatim var ki, İsparit Nahiyesi’nde dünyaya gelen Said’in aslı, buradan gitmiş.

Hem Isparta vilayeti öyle hakiki kardeşleri bana vermiş ki, değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said’i her birisine maalmemnuniye feda ederim.” Oysa sen ne Bitlisliydin, ne Ispartalı, Sen bütün ülkenin gözbebeği, Sen bütün dünyanın umuduydun. Şimdi bir bilsen, Kalkıp görsen, Yazdığın eserler dünyanın her yerinde, her dilde okunuyor, Yazdığın eserler, dünyanın her yerinde Efendimiz’i (s.a.s.) ve Yüceler Yücesi Mevla’yı anlatıyor. Gelip geçtiğin yerlerde hayat bir başka, Âlem başka, her şey bambaşka oluyor. Biliyorum, konuşunca, “Allah!” diyordun, Tebessümünde ise “Rasulullah! (s.a.s.)” Daha çocuktun, henüz küçük. Bir gün kendi kendine; “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra da ademe (yokluğa) ve hiçliğe düşmeyi mi istersin? Yoksa bâki, fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” diye sormuştun. Ve senin gönlün ikincisini arzulayıp, birincisinden “âh!” etmişti. Kaldırdın kaşlarını yukarı, gözlerinde yıldırımlar çaktı; “Cehennem de olsa beka isterim!” dedin. “Cehennem de olsa beka isterim!” BEDİÜZZAMAN DİYE ANDIK Çocukluğunda Abdülkadir Geylani’yi bilir, O’nu sever, başın sıkışınca O’nu yardıma aracı yapardın.

Bir gün elindeki cevizlerden biri kaybolmuştu da; “Ya Şeyh!” demiştin kendi kendine; “Ya Şeyh! Sana bir fatiha, benim cevizimi buldur!” Yaşın küçüktü ama ilme merakın büyüktü. Uzun kış gecelerinde, köyünüzdeki büyüklerin meclislerinde bulunur, onların sohbetlerini ilgi ve merakla dinlerdin. Ve sen, cihanın Namlı Nurlu Üstadı!… Bir zaman ‘Said’ diyeceklerdi sana, Bir zaman ‘Meşhur Said’… Kimi zaman ‘İbn-i Mirza’ diye atacaktın imzanı, Kimi zaman ‘Fatînü’l-asır’… Bir zaman ‘Sahibüzzaman.’ ‘Said-i Kürdî’ dediler bir ara da, Sonra ‘Molla Said-i Meşhur’ Ve ‘Said Nursî’ diye bildik seni biz, Bütün dünyayla beraber ‘Bediüzzaman’ diye andık göğsümüzü gere gere!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir