Maj Sjowall, Per Wahloo – Gulen Polis

13 Kasım akşamı Stockholm’de gökyüzü delinmişçesine yağmur yağıyordu. Martin Beck ile Kollberg, güney bölgesi varoşlarındaki Skarmarbrink metro istasyonundan pek uzağa düşmeyen sözü geçen İkinci kişinin evinde karşılıklı geçmişler, satranç oynuyorlardı. Son birkaç gündür işlerin durgun gitmesine koşut olarak, bir bakıma kendilerine izin vermişler, kafa dinliyorlardı. Martin Beck çok kötü bir satranççı olmasına karşın, yine de oynardı. Kollberg’in iki aydan gün almış bir kızı vardı. Bu belirli akşam bebe bakıcılığı yapma zorunluluğunda kalmıştı. Martin Beck’e gelince, mutlaka gerekmediği sürece evine gitmemeyi alışkanlık haline getirmişti. Hava kötünün kötüsüydü. Dalga dalga saldıran yağmur orduları damları silip süpürüyor, ardı arkası kesilmez sert darbelerle pencere camlarını zorluyorlardı. Sokaklara boş gözüyle bakılabilirdi. Ara sıra koşturduğu görünen tek tük kişilerin böyle bir gecede dışarıda olmalarını gerektirir önemli nedenleri vardı. Strandvagen’deki Amerikan Elçiliği’nin önünde ve de oraya yönelik çevresi yollarda dört yüz on iki polis, sayısı iki katına ulaşan göstericilerle çatışmaktaydı. Polis göz yaşartıcı bombalar, tabancalar, kırbaçlar, coplar, otomobiller, motosikletler, kısa dalga telsizler, pilli megafonlar, toplum köpekleri ve de birden gemi azıya alan sinirli atlarla donatılmıştı. Göstericiler bir mektup ve de kova kova boşalan yağmur altında yazıları giderek akıp silikleşen karton dövizlerle silahlanmışlardı. Onlara türdeş bir topluluk gözüyle bakmak doğrusu kolay değildi.


Çünkü kalabalık akla gelebilecek her tür insandan oluşmaktaydı: cin pantolonlarıyla aba kabanları içinde on üç yaşındaki okul öğrencisi kızlar ve de politikaya ölesiye ciddi bulaşmış üniversiteli gençlerden tutun da kışkırtıcılar, anadan doğma profesyonel belalılara varıncaya dek her türlüsünü, dahası, başında beresi ve elinde ipekli mavi şemsiyesiyle seksen beş yaşında bir kadın ressamı bile görme olanağı bulunuyordu. Ortaklaşa bir güçlü güdü onları birleştirip bütünleştirerek yağmura ve daha kaşıklarına çıkacak ne varsa buna karşı meydan okumaya itmişti. Öte yanda polis, hiç de örgütün seçme kişilerinden oluşma değildi. Kentin tüm karakollarından devşirilme, derme çatma bir alaydı. Çünkü bir doktor tanıdığı ya da kaytarma ustası olan her polis bir yolunu bulup bu tatsız görevden kaçma başarısını göstermişti. Geriye, işi bile isteye ve severek üstlenenlerle “çaylak” olarak anılagelen kaytarma yollarından henüz habersiz, çok genç ve toy polisler kalıyordu. Kaldı ki, çaylaklar ne yaptıklarını, niçin yaptıklarını biliyor değillerdi. Bu konularda hiç aydınlatılmamışlardı. Atlar gemlerini çiğneyerek şahlanıyor, arada elleri tabanca kılıflarına giden polisler coplarıyla saldırı üstüne saldın tazeliyorlardı. Bir küçük kız yıllar sonra bile unutulmayacak bir döviz taşımaktaydı: GÖREV BAŞINA! PİÇ ÜRETİMİNE DEVAM. POLİSE YETİŞTİR ADAM! Yüzer kiloluk üç devriye polisi kendilerini balıklama kızın üzerine attılar, dövizi paramparça yırttılar ve onu yerlerde sürükleyerek polis arabasına tıkıp kollarını büktüler, memelerini mıncıkladılar. Daha bugün on üçüne bastığı için, henüz göğüsleri çıkmamıştı. Toplam, elliyi aşkın kişi yakalandı. Çoğunun yüzü gözü kan içindeydi. Aralarında kimi tanınmış kişiler de vardı ki, gazetelere bu konuda sütun sütun yazı döşenmekten ya da radyo ve televizyonda seslerini duyurup yüzlerini göstermekten yoksun kimseler değillerdi.

Bu tip kişileri karşılarında gören bölge karakollarının nöbetçi çavuşları, bir titreme nöbetine tutulmanın ardı sıra, özür dileyen gülücükler ve de yere koşut bel kırmalarla onları kapılara dek uğurlamadaydılar. Diğerlerine gelince, kaçınılmaz sorgulama süresince bu hoşgörünün binde birini bile göremediler. Bir atlı polis atılan boş bir şişeyle başından yaralanmıştı ve de bunu biri atmıştı mutlaka. Harekâtı, askeri okulda eğitim görmüş yüksek rütbeli bir güvenlik görevlisi yönetmişti. Kendisi bir dirlik ve düzenlik kurma yetkilisi olarak ün salmıştı. Yaratageldiği kargaşa ve karmaşa tablosunu övünçle anıyordu. Skarmarbrink’deki evde, Kollberg satranç taşlarını topladı, bir tahta kutuya doldurdu ve satranç tahtasını şak diye kapadı. Akşam kursundan dönen karısı doğruca yatmaya gitmişti. Kollberg böbür böbür böbürlenerek: “Şu oyunu hiç öğrenemeyeceksin,” dedi. Boynu bükük Martin Beck: “Özel bir yetenek ve beceri gerektirdiği söylenir,” karşılığında bulundu. “Satranç sezgisi deniyor sanırım.” Kollberg konu değiştirdi: “Bahse girerim, bu akşam Strandvagen’de kan gövdeyi götürmüştür.” “Ben de aynı düşüncedeyim. Sorun ne?” “Elçiye bir mektup iletmek istiyorlardı,” dedi Kollberg. “Bir mektup.

Niye postayla göndermezler bunu?” “Yankı uyandırmaz da onun için.” “Uyandırmaz, evet, ama öylesine aptalca bir girişim ki, kişi insanlığından utanıyor.” “Evet,” diyerek katıldı Martin Beck. Şapkasıyla paltosunu giymiş, kapıdan çıkmak üzereydi. Kollberg hemen ayağa kalktı: “Senle geliyorum.” “Çıldırdın mı?” “Canım şöyle azıcık dolaşmak istiyor.” “Bu havada?” Koyu mavi poplin pardösüsünü sırtına geçirmek için uğraşan Kollberg, “Ben yağmursever bir hayvanım,” dedi. Martin Beck takıldı: “Nezlemi kıskanmış olmayasın?” Martin Beck ile Kollberg polistiler. Her ikisi de cinayet masasındandı. Şimdilik elleri boş olduğu için kendilerini gönül rahatlığı içinde tembelliğin koynuna kapıp koyuverebillrlerdi. Kentin kenar semtlerinde polis görme olanağı yoktu. Dörtyol ağzındaki yaşlı Hanım, yanına yaklaşıp selam verdikten sonra, kendisini kolundan tutarak karşı kaldırıma geçirecek güleç yüzlü yardımsever polisi boşuna bekledi durdu. Az önce bir vitrin camını tuğlayla kırmış olan kişinin kaygılanması gereksizdi. Çünkü hızla yaklaşmakta olan bir polis arabasının suçlu yüreklere korku salan siren onu eyleminden alıkoymayacaktı. Polisin başını kaşıyacak zamanı yoktu.

Daha bir hafta öncesi polis müdürü bir genelge yayımlayarak, Amerikan Elçisi’ni, Lyndon Johnson ile Vietnam Savaşını sevmeyen kişilerin mektup verme ya da buna benzer davranışlarına karşı korumak zorunluluğunda oldukları için, polisi yasal görevlerinin birçoğundan affetmek gerekeceğini bildirmişti. Dedektif Komiser Lennart Kollberg de Lyndon Johnson ile Vietnam Savaşını sevmezdi, ama yağmur altında kent sokaklarında dolaşmayı severdi. Gecenin on birinde yağmur hâlâ indirmekteydi ve de gösteriye durdurulup dağıtılmış gözüyle bakılabilirdi. Bu sıra Stockholm’de sekiz cinayet işlendi ve de bir cinayet girişiminde bulunuldu. 2 Üzgün gözlerle camdan dışarı bakan adam, yağmur, diye düşündü. Kasım karanlığı ve yağmur, soğuk ve koşuşma. Yaklaşan kışın öncüleri. Yakında kar başlardı. Bu sıra kentin hiçbir yanı çekici değildi. Çıplak ağaçları ve de eski püskü, hantal apartmanlarıyla en başta burası. Daha başlangıçtan yanlış bir görüşle ele alınıp planlanmış, rüzgâra açık bir meydan. Belirli hiçbir yöne ulaşan yolu yoktu, hiçbir zaman da olmamıştı. Çok önceleri başlatılıp bir türlü bitirilememiş görkemli kent planının korkunç bir anısı olarak orada bulunageldiği için olduğu yerde duruyordu işte. Ne ışıklı dükkân camları vardı ne de insanlar kaldırımlarda. Sadece ulu, yapraksız ağaçlar ve de donuk beyaz ışıkları ıslak araba damlarıyla çamurlu su birikintilerinden yansıyan sokak lambaları.

Yağmur altında öylesine uzunca bir süre taban tepmişti ki, saçları ve pantolon paçaları sırsıklamdı. Şimdi de nemin bacakları boyunca ve de ensesinden omuz başlarına doğru soğuk soğuk yayıldığını duyuyor, hafifçe ürperiyordu. Yağmurluğunun üst iki düğmesini çözdü, sağ elini ceketinin içine daldırıp, tabancanın kabzasını okşadı. O da soğuk ve ıslakça yapışkandı. Bu dokunuş, koyu mavi poplin pardösülü adamı apansız ürpertti. Birtakım başka şeyler düşünmeye çalıştı. Sözgelişi, Andraitz’deki otelin balkonu. Beş ay önce tatilini orda geçirmişti. O yerinden kımıldamaz sıcağı getirdi aklına ve de sahili olduğunca kucaklayan güneşin parlak ışıklarını. Ya o balıkçı tekneleri ve koyun ötesindeki ufuklara ulaşmak için dağın tepelerinden aşıp gelen sınır tanımaz, masmavi gökyüzü? Sonra yılın bu zamanı orda da yağmur yağıyordur herhalde, diye düşündü. Üstelik evlerde merkezi ısıtma da yoktu, yalnızca koca kütükler yanan ocaklar vardı. Derken baktı, artık aynı sokakta değildi. Yakında yine yağmur altına inmek zorunda kalacaktı. Ardındaki basamaklarda birinin varlığını duydu. Bunun, on iki durak önce kentin merkezi olan Klarabergsgatan’daki Ahlens mağazası önünden binen kişi olduğunu biliyordu.

Yağmur, diye düşündü. Hiç sevmiyorum. Aslında tiksiniyorum. Acaba bir üst rütbeye ne zaman yükseleceğim? Hem burada işim ne benim? Niye evde onunla birlikte sıcacık yatağımda… İşte son düşüncesi bu oldu. Üst yanları krem renginde ve damı griye boyalı çift katlı bir kırmızı otobüstü. Leyland Atlantean tipi olup, İngiltere’de yapılmıştı. Ne var ki, henüz iki ay önce yürürlüğe konan İsveç’in sağdan trafik akımı düzenince kurgulanagelmişti. Bu belirli gecede, Stockholm’ün dört numaralı güzergâhı olan Bellmanstro-Djurgarden-Karlberg arası gidiş-geliş yolunda servise konmuştu. Şimdi kuzeybatı yönünde yol alarak, Norra Stationsgatan terminaline yaklaşmaktaydı. Burası, Stockholm ile Solna arası kent sınırının hemen birkaç metre gerisinde yer alıyordu. Stockholm’ün bir banliyösü olan Solna, iki kent arası sınır haritada yalnızca noktalı bir çizgi gibi görülse de, bağımsız bir belediye yönetimi kuruluşunda işlem görür. Büyüktü bu kırmızı otobüs. On iki metreyi aşkın uzunlukta ve de yaklaşık beş metre yüksekliğinde. On beş tonun üstünde bir ağırlığı vardı. Farları yanıyordu ve de Karlbergsvagen’in ıssız sokaklarında sıra sıra dizili yapraksız ağaçlar arasından geçerken, buğulu camlarıyla içerisi sıcak, sinirleri gevşetici bir görünüm taşıyordu.

Sonra sağa, Norrbackagatan’a saptı. Norra Stationsgatan’a inen uzun bayırda motorun sesi hafiflemişti. Yağmur sac damı ve camları var gücüyle dövüyordu. Sırtlarında ağır yükleriyle yokuş aşağı amansızca kayan tekerlekler, iki yanlarına fışır fışır su sütunları sıçratmaktaydı. Caddeyle birlikte bayır da sona eriyordu. Otobüsün otuz derecelik bir açıyla Norra Stationsgatan’a sapması gerekirdi. Oradan öte güzergâhın sonuna sadece üç yüz metrelik bir yolu kalıyordu. Şu sıra taşıtı gözleyen tek kişi, Norrbackagatan’ın yüz elli metre kadar ötesindeki bir evin duvarına sıkı sıkıya yapışmış duran bir adamdı. O da bir camı kırmak üzere olan bir hırsızdan başkası değildi. Otobüsü fark etmiş olmasının nedeni, bu koca şeyi ayak altında görmek istemeyişindendi. İşte şimdi sindiği yerde onun defolup geçmesini bekliyordu. Köşe başında yavaşladığını ve de yanıp sönen yan lambalarıyla sola dönmeye çalıştığını gördü. Derken gözden silindi. Yağmur öncesinden de hızlı indiriyordu. Adam elini kaldırıp camı kırdı.

Ancak dönüşün asla tamamlanamadığını gözden kaçırdı. Çift katlı kırmızı otobüs dönemecin orta yerinde biran durur gibi oldu. Sonra dümdüz karşı yana yol aldı, kaldırıma çıktı ve de Norra Stationsgatan’ı öteki terk edilmiş hurda deposundan ayıran telörgüye saplanıp kaldı. Evet, saplanıp kaldı. Motor stop etti, ama farlar ve de içerinin ışığı hâlâ yanıyordu. Buğulu camlar, soğuk ve karanlığın içinde ışıl ışıl ışıldamakta devam ettiler. Ve de yağmur metal damı kırbaçlıyordu. 13 Kasım 1967 tarihinin bu gece vaktinde saatler on biri üç geçtiğini gösteriyorlardı. Stockholm’de. 3 Kristiansson ile Kvant Solna’nın telsizli devriye polisleriydi. Pek verimli olmayan meslek yaşamları süresince bini aşkın sarhoş toplamışlar ve de bir düzine hırsızı suçüstünde yakalamışlardı. Hele bir keresinde, ırzına geçip öldürmeye hazırlanan bir seks manyağını yakalamakla, altı yaşında bir kızın canını kurtarmışlardı.[-4] Henüz beş ayını doldurmamış bir olaydı bu. Rastlantı bir zafer olmasına karşın, o sıra yarattığı büyük övgü sarhoşluğundan daha kendilerini sıyıramadıkları gibi, zaten böyle bir niyet de taşımıyorlardı. Bu belirli gecede, silme bira dolu birer bardak dışında, hiçbir şey tutmamışlardı.

Ama bu yaptıkları belki de kuralları çiğnemek olduğu için bilmezlikten gelmek en doğrusuydu. On buçuğa az kala bir telsiz emrine uyarak, Hauivudsta dolaylarında bulunan Kapellgatan’daki bir adrese gitmişlerdi. Orada biri, dış basamaklar üzerinde hareketsiz bir gövdenin serilmiş yatmakta olduğunu bildirmişti. Oraya varmaları sadece üç dakika sürdü. Benekli partal paltosu, partal ayakkabıları ve de buruş buruş siyah pantolonu içinde bir insanoğlu kuşkuya yer bırakmaz bir biçimde sokak kapısının önünde dört parça olmuş yatıyordu. İçerdeki ışıklı holde terlikli ve sabahlıklı yaşlıca bir kadın dikilmiş duruyordu. Anlaşılan, şikâyet ondan gelmişti. Cam kanatlı kapının ardından polislere el etti. Sonra bunu biraz aralayıp kolunu uzatarak, kalıp gibi hareketsiz yatan gövdeyi gösterdi. “Aha! Bu da ne mene şeymiş bakalım?” dedi Kristiansson. Kvant eğilip kokladı. Yüzünü buruşturarak, “Sızıp kalmış,” diye söylendi. “Yardım et, Kaile.” Kristiansson tez canlı değildi: “Dur bakalım hele!” “Ne?” Kristiansson sahte bir nazikliğe bürünerek sordu: “Siz bu adamı tanır mısınız Bayan?” “Tanıdığımı söyleyebilirim.” “Nerde oturur?” Kadın, holün üç metre içerisinde bulunan bir kapıyı gösterdi: “Orda işte! Kapıyı açmak için uğraşırken olduğu yerde yığılıp kaldı.

” Kristiansson başını kaşıyarak: “Evet, doğru,” dedi. “Anahtar elinde duruyor. Yalnız mı yaşar?” “Böyle sarhoş bir morukla kim yaşayabilir?” diye karşılık verdi yaşlı Hanım. Kvant kuşkulu bir sesle sordu: “Ne yapmayı düşünüyorsun?” Kristiansson onu cevapsız bıraktı. Önce eğilip, matiz sarhoşun elinden anahtarı aldı. Sonra, yılların deneyiminden geçmiş bir tutuşla adamı ayakları üstüne dikti. Ön kapıyı diziyle iteleyip açarak, sızakalmış ihtiyarı evin İçine sürükledi. Kadın kenara çekilip yol verdi, Kvant da dış basamakların üstünde kaldı. Her ikisi de sahneyi sessiz bir hoşnutsuzlukla izliyordu. Kristiansson iç kapıyı açtı, odanın ışığını yaktı ve de adamın sırtından ıslak yağmurluğunu çıkardı. Sarhoş sendeledi ve de yatağa devrilerek şöyle homurdandı: “Sağol, Bayan.” Sonra bir yanına dönerek yine sıza kaldı. Kristiansson anahtarlığı yatağın baş ucundaki tahta iskemlenin üstüne bıraktı, ışığı söndürdü ve de kapıyı çekip arabaya döndü. “İyi geceler, Bayan,” dedi camdan uzanarak. Kadın ona kenetli dudaklarla ters ters baktı, başını geriye devirip evin içinde gözden silindi.

Kristiansson insanlara duyduğu büyük sevgiden yapmamıştı bunu, fakat üşengeç oluşundan ötürü böyle davranmıştı. Bunu Kvant’dan iyi kimse bilemezdi. Malmö’de henüz sıradan devriye polisleri olarak kolgezdikleri zamanlar, Kristiansson’un sarhoşları sırtlaya sürükleye yollardan, dahası köprülerden geçirip komşu karakol bölgesine taşıdığını çok görmüştü. Direksiyon başında Kvant oturuyordu. Kontağı açarken şöyle homurdandı: “Bir de Siv bana üşengeç olduğumu söyler. Gelsin de seni görsün.” Siv, Kvant’ın sevgili biricik karısı ve de tek konuşma konusuydu. “Niçin kendimi boşuna yokuşa süreyim?” dedi Kristiansson filozofça. Kristiansson ile Kvant kalıp ve görünüşte birbirinin benzeriydiler. Her ikisi de 1,83 boyunda, sarı saçlı, geniş omuzlu ve de mavi gözlüydü. Ne var ki, huyları çok değişikti ve de olayları her zaman için aynı açıdan görmezlerdi. İşte bu da üstünde görüşbirliğine varamadıkları sorunlardan biriydi. Kvant sapına dek dürüst kişiydi. Gördüğü olaylardan asla ödün vermezdi. Ama öte yandan da, olabildiğince az şey görmekte uzman kesilmişti.

Arabayı tam bir sessizlik içinde yavaş yavaş sürüyordu. Havudsta’dan uzanan dolambaçlı yolu izleyerek Polis Eğitim Koleji’nin önünden geçti. Sonra yazlık çay bahçelerini kapsayan bir bölgenin sokaklarına saparak demiryolu müzesini, Ulusal Bakteriyoloji Laboratuvarı’nı ve de Körler Okulu’nu geride bıraktı. Derken üniversite bölgesinin geniş bir alanda yayılan boy boy fakülte kuruluşları arasından döne dolana yol alarak demiryolları genel müdürlüğü yapısı önünden en sonunda doğruca Tomtebodavagen’e çıktı. Tek kişiye rastlamanın olağanüstü sayılacağı bölgelerden dolaşarak arabayı geçirmesi bakımından, doğrusu zekice düşünülmüş bir yön saptamasıydı. Bütün yol boyunca tek bir arabayla karşılaşmadılar. Sadece iki yaratık gördüler: önce bir kedi, sonra bir kedi daha. Tonıtebodavagen’in sonuna geldiklerinde, Kvant arabayı durdurdu. Radyatörü Stockholm kent sınırından tanı bir metre uzaklıktaydı. Boşta çalışan motorun mırıl mırıl sesini dinleyerek, nöbetin geri kalan dakikalarını kazasız belasız atlatmanın yollarını tasarlıyordu. Eğer sıkıysa geldiğin yoldan geri dön de erkek olduğunu anlayalım, diye düşünen Kristiansson, yüksek sesle dedi ki: “Bana on kuron borç verebilir misin?” Kvant başını salladı, göğüs cebinden cüzdanını çıkardı ve de on papeli meslektaşının yüzüne bile bakmaksızın eline toka etti. Aynı anda çabuk bir karara vardı. Eğer kent sınırını aşıp Norra Stationsgatan yolunu kuzeydoğu doğrultusundan giderek beş yüz metre kadar izleyecek olsa, Stockholm’de yalnızca iki dakika kalma gereğini duyarlardı. Sonra hemen oradan Eugeniavagen’e sapabilir ve de hastanenin önünden geçerek Haga Park’ı da katettikten öte Kuzey Mezarlığı boyunca yol alıp en sonunda polis merkezinin kapısında kendilerini bulurlardı. Bu arada nöbet süreleri de sona ermiş olur ve de şu kötü havada bir de insan denen bela sever yaratıklara bulaşma olanağı bulmaksızın sıcacık yataklarında soluğu alırlardı.

Araba Stockholm’e girdi ve sola dönüp Norra Stationgsgatan’a yöneldi. Kristiansson onluğu cebine atarak esnedi. Sonra da kovadan boşalırcasına yağan yağmurun aralığından bakıp şöyle dedi: “Orda, bu yana doğru koşturan bir dangalak var.” Kristiansson ile Kvant, ülkenin en güney ucunda yer alan Skane ilindendiler. Sözcük düzenleri, şivelerine uygun olarak, hiç de imrenilir bir özellik taşımazdı. “Ula, çömezin iti de var,” dedi Kristiansson. “Kolu da var, el ediyor.” “Haşlakın teki, bana aş olmaz.” Köpekli adam, ki gülünç denecek denli küçük bir köpekti, hayvanı peşi sıra su birikintileri içinden çeke sürükleye, yolun ortasına fırlayıp, kendini arabanın önüne attı. Çabucak frene basan Kvant, “Canın cehenneme!” diye sövdü. Yan camı indirip gürledi: “Tekerleklerin altına atmak istiyorsan kendini, başka araba mı bulamadın?” Adam parmağını yolun öbür başına uzatarak, soluk soluğa kekeledi: “Orda… orda… bir otobüs var orda.” “Ne yapalım varsa?” diye çıkıştı Kvant kabaca. “Ya sen elin garip itine böyle davranmaktan utanmıyor musun? Zavallı dilsiz hayvana?” “Şey olmuş… bir kaza olmuş orda.” “Tamam. Olmuşsa bakarız.

” dedi Kvant sabırsızca. “Sen açıl arabanın önünden.” Arabayı sürdü. Bu ara omzu üstünden bağırmayı da unutmadı: “Bir daha böyle davrandığını görmeyelim.” Kristiansson yağmurun aralığından bakarak, isteksizce konuştu: “Evet. Otobüsün teki yola sığmayıp kaldırıma tırmanmış. Şu çift kat hantoşlardan.” “Işıkları da yanıyor,” dedi Kvant. “On kapısı da açık. Hopla da bir göz at, Kaile.” Otobüsün arkasına çekip durdu. Kristiansson kapıyı açtı, eli kendiliğinden omuz kayışını düzeltirken, her zamanki sözler ağzından döküldü: “Aha! Bu da ne mene şeymiş bakalım?” Kvant gibi, onun da ayağında çizme, sırtında parlak düğmeli deri ceket vardı ve de belinde copla tabanca taşıyordu. Kvant arabadan çıkmamıştı. Oturduğu yerde, Kristiansson’un rahat adımlarla otobüsün açık duran ön kapısına doğru ilerlemesini izliyordu. Onun korkuluk demirine tutunarak kendini tembelce basamağa çektiğini ve de otobüsün içine bir göz attığını Kvant gördü.

Derken bir çığlık koyuverip olduğu yere çömeldi. Aynı anda sağ eli de tabancasının kılıfına girmişti. Kvant ani kavramayla tepki gösterdi. Devriye arabasının kırmızı lambalarını, ışıldağını ve de turuncu çakarını yakmak ancak bir saniyesini aldı. Kvant arabanın kapısını açtığı gibi, boşanan yağmurun altına fırladığında, Kristiansson otobüsün yanında hâlâ çömelmiş duruyordu. Yine de, Kvant 7.65’lik Walter’ini çekip horoz kaldırmaktan kendini alamamıştı. Dahası, kol saatine göz atacak zaman bile bulmuştu. Tastamam on biri on üç geçiyordu. 4 Norra Stationsgatan’a ilk gelen rütbeli polis Gunvald Larsson oldu. Kungsholmen polis merkezindeki masasının başında oturmuş, çapraşık anlatılı ve de can sıkıcı bir raporu belki de yüzüncü kez ezgin bezgin gözden geçirirken, bir yandan da Insanların ne demeye evlerine gitmediklerini merak edip duruyordu. Mutlu bir sonuca bağlanan sokak gösterilerinin aşkına merdiven ve koridorlarda havalı havalı koşturup duran Emniyet Müdürü, Emniyet Müdür Yardımcısı ve de emniyet amirleriyle, onlardan daha afralı tafralı birtakım komiserleri bu “insanlar” sınıfının içine tıkıştırmaktaydı. Bu koskoca herifler çocuksu şenliklerine son verip, akıllarını başlarına devşirerek evlerinin yolunu tutar tutmaz, kendi de hiç bekletmeden aynı şeyi yapacaktı. Telefon çaldı.Homur homur sesler çıkararak alıcıya uzandı: “Alo! Larsson.

” “Telsiz Merkezi konuşuyor. Bir Solna telsiz devriyesi Norra Stationsgatan’da bir otobüs dolusu ceset buldu.” Gunvald Larsson duvardaki elektrikli saate gözlerini kaldırdı. On biri on sekiz geçtiğini gösteriyordu. Hemen şöyle dedi: “Peki, bir Solna telsizli devriyesi nasıl olur da Stockholm’de bir otobüs dolusu ceset bulur?” Gunvald Larsson, Stockholm Cinayet Masası’na bağlı bir Dedektif Komiser idi. Kaskatı dimdik tutumu nedeniyle meslekte pek sevilen bir kişi olduğu söylenemezdi. Ancak hiç zaman yltirmediğinden, oraya varan ilk yetkili oldu. Arabanın frenine bastı, paltosunun yakasını kaldırıp yağmurun altına adımını attı. Karşı kaldırıma fırlamış bir çift katlı kırmızı otobüs gördü. On bölümü bir telörgüyü çarpıp parçalamıştı. Hemen ardında beyaz çamurluklarıyla bir kara Plymouth duruyordu. Tüm kapılarında koca koca beyaz harflerle POLIS sözcüğü yazılıydı. Olağanüstü durum ışıklan yanmakta ve de ışıldağının hunisi Içinde ellerinde tabancalarıyla üniformalı iki devriye polisi durmaktaydı. Her ikisinin de benzi olağandışı biçimde soluktu. Biri deri ceketinin önüne küsmüştü ve de tanı bir şaşkınlık Içinde kendini pis bir mendille arıtma çabasındaydı.

“Ne olmuş burada?” diye sordu Gunvald Larsson. Polislerden biri kekeledi: “Orda… orda bir sürü ceset… ölmüş ceset var, çok, çok… orda.” “Evet,” dedi öteki. “Evet, hiç yalanı yok. Bir dolu ceset. Bir dolu da kapçık… pıtrak.” “Kendinize gelin ve de polis gibi konuşun!” diye kükredi Gunvald Larsson. “Baş üstüne! Canlılık belirtisi gösteren biri de var.” “Bir de polis.” “Polis mi?” diye sordu Gunvald Larsson. “Evet. Bir C.l.D.”8[-1].

“Kendisini tanırız. Vasterbega memurlarından. Cinayet Masası dedektifi.” “Ama adını bilmeyiz. Mavi yağmurluklu, ama cansız.” Çifte telsizli polisler bir ağızdan, güvensizce ve de hafif sesle konuşuyorlardı. Ufak tefek olmaktan çok uzaktılar, ama Gunvald Larsson’un yanında kediyle boy ölçüşen tarla fareleri gibi kalıyorlardı. Gunvald Larsson 1,95 boyunda ve de yaklaşık 110 kilo ağırlığında bir devdi. Profesyonel bir ağır sıklet boksörü denli geniş omuzları ve de üstleri kıllarla kaplı, tava büyüklüğünde pençeleri vardı. Dümdüz arkaya taralı sapsarı saçlarından aşağı sular sızıyordu. Çığlık çığlığa bağrışan birçok siren sesleri yağmurun şakırtısını bastırdı. Yankılar uyandırarak her yönden yaklaşır gibiydiler. Gunvald Larsson serçeparmağıyla kulağını karıştırırken sordu: “Burası Solna mı?” Kvant kurnazca karşıladı: “Tam kent sınırı üstünde, efendim.” Gunvald Larsson donuk mavi bakışlarını bir an Kristiansson’dan Kvant’a çevirdi. Sonra otobüsten yana adımlarını açtı.

“İçerisi şey gibi… bir mezbaha gibi,” dedi Kristiansson. Gunvald Larsson otobüsün hiçbir yerine dokunmadı. Sadece açık kapıdan başını içeri uzatıp şöyle bir göz gezdirdi. “Evet,” dedi sakin bir sesle. “Tıpkı bir mezbaha.” 5 Martin Beck, Bagarmossen’dekl apartman dairesinin eşiğinde durdu. Yağmurluğunu çıkarıp suyunu dış taşlığa silkeledikten sonra astı ve de kapıyı ardından kapadı. Hol karanlıktı, ama ışığı yakma gereğini duymadı. Kızının oda kapısı altından sızan ince ışık çizgisini gördü. İçerden bir radyo ya da plak calicisinin sesi geliyordu. Kapıyı tıklatıp içeri süzüldü. Kızı İngrid on altı yaşındaydı. Son günlerde bir hayli olgunlaştığı için Martin Beck onunla öncesinden çok daha iyi anlaşıyordu. Sakin, gerçeklerden kaçmayan,oldukça zeki bir kızdı. Onunla konuşmak adamın hoşuna gidiyordu.

Kız lisenin son sınıfındaydı ve de dersleriyle arasında hiçbir anlaşmazlık yoktu. Oysa aynı tip okullar kendi zamanında “değirmen” adıyla anılırdı. Yatağında sırtüstü uzanmış okuyordu. Başucundaki masanın üstünde pikap dönüyordu. Pop müziği değildi çalan, fakat klasik bir şey. Beethoven olarak tahmin yürüttü. “Selam,” dedi adam. “Daha uyumadın mı?” Ağzından çıkan anlamsız sözler kulağına çalınınca sustu. Son on yıl içinde şu dört duvar arasında konuşulagelen saçmalıkları bir an için kafasından geçirdi. İngrid kitabını bırakıp pikabı durdurdu: “Selam, baba. Ne dedin?” Adam başını sarsaladı. “Tanrım, ne ıslak bir pantolon bu!” diyerek hayretini belirtti kız. “Bardaktan boşalırcasma mı yağıyor?” “Kovadan boşanırcasına demen daha yakışık alır. Annenle Rolf uyudular mı?” “Herhalde. Yemekten hemen sonra annem Rolf’u sarıp sarmalayıp yatağa soktu.

Dediğine bakılırsa, bizim bey kardeş üşütmüşmüş!” Martin Beck yatağın üstüne oturdu: “Oysa üşütmemiş mi?” “Bana sorarsan, domuz gibi. Ama hasta numarasına yatıp, vurdu kafayı. Yalan! Yarın okuldan kaytarmak tek düşüncesi.” “Sense harıl harıl çalışmaktasın. Ne dersi bu?” “Fransızca. Yarın bir test var. Sınava çekmek istermiydin beni?” “Ne yararı olur, kızım? Kulaktan dolma Fransızcasıyla dolaşan bir baban var. En iyisi, bir güzel uyku çek şimdi.” Oturduğu yerden kalktı. Kız usulca yorganın altına kaydı. Üstünü iyice örtüp yanağına da bir öpücük kondurduktan sonra kapıyı ardından çekmeden önce, onun şöyle fısıldadığını duydu: “Yarın benim için dua et, baba.” “İyi geceler.” Karanlıkta doğruca mutfağa geçti ve de bir süre pencerenin önünde durdu. Yağmur biraz hızını yitirmişe benziyordu. Ama bu, mutfak penceresinin rüzgâra karşı korunmalı olmasından da ileri gelebilirdi.

Martin Beck’in aklına takıldı: Amerikan Elçiliğine karşı yapılan gösteride acaba neler olmuştu? Ya gazeteler polisin tutumunu yarın nasıl vereceklerdi? Beceriksiz ve yetersiz diye mi ya da zalimce ve kışkırtıcı olarak mı? Nasıl olursa olsun, görüşler yerici olacaktı. Martin Beck yılların deneyiminden geçmiş ve de katıldığından bu yana içinde bulunduğu mesleğe bağlılıktan öte bir şey duymamış bir kişi olarak, eleştirilerin, biraz tek yanlı olsalar da, gerçekleri yansıttığını, ancak kendine itiraf edebiliyordu. İngrid’in birkaç hafta öncesi, bir akşam söyledikleri aklına düşüverdi. Kızının okul arkadaşlarının çoğu siyasal görüşlü eylemcilerdi. Mitingler düzenler, gösterilere katılırlardı ve de büyük çoğunluğu polise düşman gözüyle bakardı. Çocukken, demişti kızı, göğsümü gere gere babamın polis olduğunu söyler, bundan övünç payı bile çıkarırdım. Ne var ki, şimdi bu konuda suskun kalmayı yeğ tutuyorum. Utanç duyduğu için değilmiş, ama dolayısıyla tüm polis örgütünü savunmak durumunda kalmayı göze almak istemezmiş. Saçma bir şeydi, hiç kuşkusuz. Ancak gerçek yanı da vardı elbette. Martin Beck oturma odasına geçti. Kapıya kulak koyup karısının yatak odasını dinledi. Kadının hafif horultuları duyuluyordu. Çıt çıkarmadan divan yatağı indirdi, duvar lambasını yakıp perdeleri örttü. İner kalkar divanı yeni satın almış ve de eve geç geldiği geceler karısını rahatsız etmek istemediği bahanesiyle yatak odalarından buraya taşınmıştı.

Kimi geceler onun sabahlara kadar çalıştığı İçin gündüzleri uyumak gereği duyduğuna işaret eden kadın, dana gibi yatıp kalacağı oturma odasını kirletmesine izin veremeyeceğini söyleyerek, önerisine karşı çıkacak olmuştu. O da bunun üzerine, böylesi durumlarda dana gibi yatıp kirleteceği yerin yatak odası olacağı konusunda söz vermişti. Nasılsa, gündüzleri yatak odası onun dolaşım alanı dışında kalıyordu. Şimdi son bir aydır oturma odasında yatagelmekte ve de bundan büyük kıvanç duymaktaydı. Karısının adı İnga İdi. Geçen yıllar ikisinin arasındaki ilişkileri kötüden kötüye götürmüştü. Karısıyla yatak paylaşımına son vermek onun için bir kurtuluş olmuştu. Bu duygu zaman zaman vicdanını tedirgin ederdi. Ne var ki, on yedi yıllık bir evlilik sonunda yapacak çok bir şey kalmamıştı. Kaldı ki, bu konuda kimin kusurlu olduğunu sorup durma düşüncesini çoktan kafasından uzaklara atmıştı. Martin Beck bir öksürük nöbetine tutulunca, ıslak pantolonu çıkarıp, radyatörün yanındaki bir iskemleye astı. Divana oturmuş, çoraplarını çıkarırken, aklına yeni bir şey geldi: Belki Kollberg’in yağmur altında çıktığı gece yürüyüşlerinin de bir anlamı vardı. Sakın onun evliliği de değişmezlik çemberinden çıkamamanın can sıkıntısına dönüşüyor olmasındı? Şimdiden mi? Çünkü Kollberg evleneli henüz on sekiz ay olmuştu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir