Maj Sjowall – Uctu Uctu Ifaiye Arabasi Uctu

Güzelce yapılı yatağın üstünde ölüsü yatan adam, ilkin ceketiyle kravatını çıkarıp kapı yanındaki iskemlenin arkalığına asmıştı. Ayakkabıları düzenli bir şekilde yanyana aynı iskemlenin altında duruyordu. Ayaklarına bir çift siyah deri terlik geçirmişti. Üç tane filtreli sigara içmiş ve de izmaritleri başucu masasının üstündeki kül tabağında söndürmüştü. Sonra sırtüstü yatağa uzanarak ağzının tavanına bir kurşun sıkmıştı. İşte bunun hiç de güzel görünür bir yanı yoktu. En yakın komşusu, bir yıl öncesi bir geyik avında kalçasından sakatlanmış bir emekli yüzbaşıydı. Kazadan sonra uykusuzluk çeker olan adam, çoğu geceler oturur ve iskambil falı açardı. Tam iskambil destesini almak için uzandığında, duvarın öte yanından yansıyan silah sesini duymuş ve de anında polis çağırmıştı. Radyolu ekipten iki devriye polisi kapının kilidini kırıp apartman dairesine girdiklerinde, tarihler Mart’ın yedisini ve saatler de sabahın dörde yirmi kalasını göstermekteydi. İçerdeki yatağın üstünde ölü buldukları adamsa, ruhunu teslim edeli otuz iki dakika olmuştu. Adamın kesin olarak intihar etmiş bulunduğunu saptamaları uzun sürmedi. Ölüm olayını telsizle bildirmek için arabalarına dönmezden önce, daireyi şöyle bir gözden geçirdiler ki, aslında bunu yapmamaları gerekirdi. Kat, yatak odası dışında, bir oturma odası, mutfak, hol, banyo ve de sandık odasından oluşmaktaydı. Ne bir mesaj ne de bir veda mektubu bulabildiler.


Oturma odasındaki telefonun yanında duran not defterinde kayıtlı bir çift sözcük göze çarpan tek yazılı şeydi. Bu iki sözcük bir ad oluşturuyordu. Her iki polisin de yabancısı olmayan bir ad: Martin Beck. Ottilia’ların isim günüydü. Sabah on biri biraz geçe, Martin Beck Güney polis merkezinden ayrıldı ve de Karusellplan’daki tekel içki satış deposu önünde kuyruğa girdi. Bir şişe Nutty Solera satın aldı. Metro doğrultusunda yoluna devamla, ayrıca bir düzine kırmızı lale ve bir kutu İngiliz peynirli bisküvit de aldı. Vaftizinde annesine takılan altı isimden bir tanesi de Ottilia idi ve de bu isim gününde annesini kutlamak için ziyaretine gidiyordu. Yaşlılar Yurdu büyük ve çok eski bir yerdi. Orda çalışma zorunluğunda olanlar kuruluşun çok çok eski ve kullanışsız durumda bulunduğunu ısrarla belirtiyorlardı. Martin Beck’in annesi bir yıl önce buraya taşınmıştı. Kendini çekip çeviremediği için değil. Çünkü yetmiş sekiz yaşına karşın, elan dinç ve eli ayağı tutan bir kadındı. Ne var İki, biricik çocuğuna yük olmak istemiyordu. Bu nedenle zamanında Yurtta kendisine bir oda ayırtmış ve de dilediği biçimde bir oda boşalınca, yani daha öncesi burayı tutan kişi ölünce, eşyalarının çoğu bölümünü satarak oraya taşınmıştı.

On dokuz yıl öncesi babası öldüğünden bu yana, Martin Beck annesinin tek desteği olmuştu. İşte şimdi de onu kendi evinde barındıramaz olmanın vicdan azabını çekiyordu. Ama çok derinlerde bir yerden, kendine bile danışmaksızın her işi kafasmca, bildiği gibi yaptığı için ona şükran duymaktaydı. 8 Şimdiye dek içerde kimsecikleri oturur görmediği o küçük ve kasvetli oturma odalarının birinin önünden geçerek loş koridor boyunca yoluna devam edip annesinin oda kapısına vurdu. İçeri adımını atan oğluna kadın şaşkınca baktı. Kulakları biraz ağır işittiği için kapının hafif tıkırtısını duymamıştı. Yüzü aydınlanan kadın, okumakta olduğu kitabı bir kenara bırakarak kalkmak için davrandı. Martin Beck, hızla ona yaklaştı, yanaklarından öptü ve de hafifçe bastırarak koltuktan kalkmasını engelledi. «Oğlun için kalkman gerekmez ki, anneciğim,» dedi. Çiçekleri kadının kucağına bıraktı ve de şişeyle bisküvit kutusunu masanın üstüne koydu: «Kutlarım, sevgili anacığım.» Kadın çiçekleri kâğıdından sıyırarak dedi ki: «Aman, ne güzel çiçekler. Ya bisküvitler! Şuraya bak! Şarap mı, nedir bu? Oooh, likör! Şükürler olsun, Tanrım! » Yerinden kalktı ve de Martin Beck’in tüm itirazlarına karşın, gardıroba giderek içinden bir gümüş vazo çıkardı. Bunu da lavabonun musluğundan suyla doldurdu: «Kendi bacaklarımı kullanamaz denli yaşlı ve bitkin görünüyorsam, söyleyeyim ki, değilim. Konuğum olduğuna göre, ilkin sen otur. Ne istersin? Likör mü, kahve mi?» Adam şapkasıyla paltosunu asıp oturdu: «Sen.

hangisini istersen.» «Öyleyse kahve yapayım,» dedi kadın. «Böylece likörü ilerde yaşlı hanımlara sunar ve iyi oğlumdan söz etmek için bahane yaratmış olurum. Kişi arada çevresine çalım satmaktan geri kalmamalı.» Onun elektrikli ocağın fişini prize takmasını ve de suyla kahveyi ölçüp denklemesini Martin Beck oturduğu yerde sessizce izledi. Ufacık tefecik, nahif bir kadındı. Her seferinde gözüne sanki biraz daha erimiş ve daha küçülmüş olarak görünüyordu. «Burda sıkılıyor musun, anneciğim?» «Ben mi? Ben sıkılmak nedir bilmem ki!» Cevap, inanmayı güçleştirir bir çabukluk ve katılıkta çıkmıştı. Kadın oturmazdan önce, kahve kabını elektrikli ocağın ve çiçek dolu vazoyu da masanın üstüne yerleştirdi. «Benim için tasalanman gerekmez,» dedi ardısıra. «Burda öylesine çok yapacak işim var ki! Okuyorum, diğer yaşlı hanımlarla sohbet ediyorum ve de bol bol örüyorum. Arada kente inip geziyorum. Ama doğruyu söylemek gerekirse, herşeyi gelişigüzel yıkmalarına karşıyım. Babanın işyerinin bulunduğu yapıyı da yıktılar, gördün mü?» Martin Beck baş salladı. Babası Klara’da küçük bir taşımacıydı ve de bir zamanlar işyerini barındırmış olan köhne hanın yerinde şimdi camla betondan oluşma bir alışveriş merkezi yükselmekteydi.

Babasının resmine baktı. Yatağın yanındaki çekmeli dolabın üstünden gözlerini kendisine dikmişti. 1920 ortalarında çekilmiş bir fotoğraftı bu. Kendisi o zamanlar daha birkaç yaşındaydı ve de babası, kabarık saçları yandan ayrılmış, mert bakışlı ve inatçı çeneli bir genç adamdı henüz. Martin Beck’in babasına benzediği söylenirdi. Oysa kendi bu benzerliği görme olanağını bir türlü bulamamıştı. Eğer varsa bile, bu yalnızca fiziksel görünüş sınırı içinde kalmış olmalıydı. Babasını dürüst, sözünü esirgemez, neşeli bir adam olarak anımsıyordu. Genellikle herkesçe sevilir, şakası ve kahkahası bol, güleç yüzlü bir kişiydi. Martin Beck ise kendini ancak utangaç ve oldukça durgun bir adam olarak tanımlayabilirdi. Resmin çekildiği sıra babası bir yapı işçisiydi. Ne var ki, kısa bir süre sonra esen depresyon rüzgârı, diğer birçoklarıyla birlikte babasını da iki yıl işsiz koymuştu. Sonraları çok daha iyi bir düzeye erişmiş olmalarına karşın, Martin Beck’e öyle geliyordu ki, bu yoksulluk içinde geçen endişeli günleri aslında annesi üstünden asla atamamıştı. Para konusunda duyduğu kaygı bir hastalık gibi içine yerleşegelmişti. Kaçınılmaz şekilde gereksinmedikçe, kendine yeni bir şey almaya eli gitmezdi.

Bu bakımdan hem giysileri hem de eski evinden getirmiş olduğu birkaç parça eşya yılların yıpratıcı izlerini üzerlerinde taşıyorlardı. Martin Beck zaman zaman ona para vermeyi denemiş ve de düzenli aralıklarla evin harcamalarını ödemeyi önermişti. Ne var ki, gururlu ve kararlı bir kadındı. Bu yüzden bağımsız kalmayı seçmişti. Kahve kaynayınca, kabı ocağın üstünden alıp annesine getirdi ve fincanlara boşaltma işini ona bıraktı. Öteden beri oğluna çokça düşkün bir anaydı. Çocukken, ona ne bulaşık yıkatmış ne de kendi yatağını bile yapmasına izin vermişti. Koruma perdesi altında annesinin kendisine karşı ne kadar düşüncesizce davrandığını ancak en basit ev işlerine bile elinin yatkın olmadığını gördüğü zaman anlamıştı. Kahvesini yudumlamadan önce ağzına tek kesme şeker atan annesini Martin Beck keyifle izledi. Şimdiye dek onu «kıkrama kahve» içerken hiç görmemişti. Oğlunun bakışlarını yakalayan kadın dedi ki: «İnsan ben yaşa gelince, yeni alışkılar edinme özgürlüğüne kavuşur, oğlum.» Elinde tuttuğu fincanı bırakıp ardına yaslandı. Benekli buruşuk ellerini kucağında kavuşturdu: «Susmasana! Torunlarım nasıl, anlat bakalım.» Martin Beck bugünlerde annesiyle çocukları konusunda konuşurken, onların hep olumlu yanlarını yansıtmak için büyük çaba gösterir olmuştu. Çünkü kadın kendi torunlarını dünyanın en zeki, en akıllı ve de en güzel çocukları olarak görmekteydi.

Onların erdemlerini önemsemediğinden yakınır ve dahası, oğlunu sertliğe kaçan sevimsiz bir baba olmakla suçlardı. Oysa kendi, çocuklarını gerçekçi bir ışık altında görebildiği kanısındaydı. Bu nedenle de diğer çocuklardan ayrı bir yanları olduğunu sanmıyordu. Onyedisindeki İngrid’le olan ilişkileri çok daha İyiydi. Okulda hiçbir güçlükle karşılaşmayan ve de herkesle çabucak kaynaşıp dost olan, canlı, zeki bir kızdı. Yakında onüçünü dolduracak Rolf, daha sorunlu bir çocuktu. Tembel ve içedönüktü. Okula ilişkin herşeye karşı tam bir ilgisizlik içinde olduğu gibi, bunun dışında herhangi bir merakı, özel bir tutkusu veya bir yeteneği de yoktu. Martin Beck oğlunun geri kalmışlığına tasalanmakla birlikte, bunun yaşı gereği olduğunu ve de zamanın çocuğu olanağa dönüştüreceğini umarak avunuyordu. Şu an Rolf hakkında söyleyecek olumlu bir şey bulamadığından ve de doğruyu konuşacak olsa annesinin kendisine inanmayacağını bildiği için, bu konuya hiç değinmedi. Ingrid’in okuldaki son başarısından dem vurduğunda, annesi hiç umulmadık bir şekilde şöyle dedi: «Rolf okulunu bitirdiğinde polis olmayacak, değil mi?» «Hiç sanmam. Üstelik henüz onüçünde. Bu gibi şeyleri kafaya takıp tasalanmak için daha vakit erken.» «Çünkü olmaya kalkışırsa, onu önlemelisin,» dedi anne. «Polis olmak için senin niye öylesine direttiğini daha bir türlü anlamış değilim.

Şimdi, ilk başladığın günlerden de daha korkunç bir meslek durumuna gelmiş olmalı. Gerçekten, polis olmak aklına nerden geldi, Martin?» Martin Beck şaşkın şaşkın annesine baktı. Doğru, zamanında, yirmialtı yıl önce, meslek seçimine karşı çıkmıştı. Ne var ki, şimdi bu konuyu yeniden tazelemesi onu hayrete sürüklemişti. Bir yıldan daha kısa bir süre önce Üçüncü Sınıf Emniyet Amirliğine yükseltilmiş ve de tam yetkiyle Cinayet Masası’nın başına getirilmişti. Şimdiki çalışma koşulları genç bir devriye polisi olarak mesleğe atıldığı günlerden çok çok değişikti. Öne eğilerek annesinin elini okşadı: «Şimdi çok iyi durumdayım, anne. Çoğu zamanım masa başında oturmakla geçiyor. Ama yine de, aynı soruyu sıkça kendime yönelttiğim oldu.» Yalanı yoktu. Niye polis olduğunu kendine sıkça sorup durmuştu. Doğaldır ki, bunun cevabını bir zamanlar kolaylıkla verebilirdi: Savaş yıllarında askerlik görevinden kaçmak için iyi bir yoldu. Akciğer rahatsızlığı nedeniyle iki yıllık bir tecilin bitiminde sağlam bulunup askere çağrılması çok iyi bir neden sayılabilirdi. 1944’de nazlananlar ve sürgit direnenler hoşgörüyle karşılanmazdı. Kendi tuttuğu yolu izleyerek askerlik görevinden kaçanların çoğu o günden buyana çoktan meslek değiştiregelmişlerdi.

Ne var ki, birbirini kovalayan yıllar onu Emniyet Amirliğine yükseltmişti. Bu da onun iyi bir polis olduğu anlamına gelirdi. Ancak kendisinin bu konuda kuşkusu vardı. Üst makamlarda oturan nice yeteneksiz, kötü polisler tanıyordu. Kaldı ki, kurallardan bir adım sapmamayı öngören görevsever bir memur olmayı içeriyorsa, iyi polis deyimini benimsemek istediğinden bile kuşku duymaktaydı. Lennart Kollberg’in uzunca bir süre önce söylediği bir şey aklına düşüverdi: «Çevrede iyi polis bolluğu var. İyi polis olarak geçinen bir sersem sürüsü. Katı, sınırlı, aman vermez, başına buyruk kişiler. Tümü de iyi polis olarak tanımlanır. Keşke sadece polis sıfatını taşıyacak daha çok sayıda iyi insan olsa aramızda.» Annesi de onunla birlikte dışarı çıktı. Parkta bir süre kolkola dolaştılar. Eriyik kar yürümeyi güçleştiriyor ve de dondurucu rüzgâr koca ağaçların çıplak dalları arasında kol geziyordu. Yaklaşık on dakika sendeleyip kaydıktan sonra, verandaya dek annesine eşlik ederek onu iki yanağından öptü. Bayırın başına gelmişken, dönüp ardına baktı.

Kadın kapının önünde durmuş, ona el sallıyordu. Küçük, çökük ve gri bir görünüm içindeydi. Vastberga Alle’deki Güney merkezine geri dönmek için yeraltı trenine bindi. Ağır Suç Bölümü’ndeki makamına doğru yürürken, Kollberg’in odasına bir göz attı. Kollberg bir Komiserdi. Baş Detektifi, baş yardımcısı ve de en iyi arkadaşıydı. Oda boştu. Kol saatine baktı. Birbuçuğu gösteriyordu. Günlerden de Perşembe. Kollberg’in olduğu yeri bilmek için uzun boylu düşünmenin gereği yoktu. Bezelye çorbası içerek aşağıda ona katılmaya Martin Beck kısa bir süre için niyetlendiyse de, sonra midesi aklına gelince caydı. Annesinin ısrarıyla peşpeşe içtiği kahvelerden ötürü bir yanma başgöstermişti. Sumeni üstünde aynı gün intihar etmiş olan kişiyle ilgili kısa bir not yeralmaktaydı. Adamın adı Ernst Sigurd Karlsson idi ve de kırkaltı yaşındaydı.

Bekâr olup, en yakın akrabası Borâs’da oturur yaşlı bir teyzeydi. Pazartesi’nden buyana çalışmakta olduğu sigorta şirketine hiç uğramamıştı. Grip. İş arkadaşlarına bakılırsa, yapayalnız bir adamdı ve bildikleri kadarıyla, yakın bir dostu yoktu. Komşuları sessiz ve sakin bir kişi olduğunu söylemişlerdi. Belirli saatlerde gelip giden, çok az ziyaretçisi olan bir kimse. Elyazısı üzerinde yapılan testler, telefon defterine Martin Beck’in adını yazan kişinin ondan başkası olmadığını kanıtlamıştı. Üstelik İntihar etmiş olduğu besbelliydi. Olay ‘hakkında söylenecek başka hiçbir şey yoktu. Ernst Sigurd Karlsson kendi canına kıymıştı ve de intihar İsveç’te suç sayılmadığına göre, polisin bu konuda yapacağı başka şey bulunmuyordu. Tüm sorular cevaplandırılmıştı. Yalnız teki dışında. Raporu hazırlamış olan her kimse, şu soruyu da eklemekten geri kalmamıştı: Acaba Emniyet Amiri Beck’in söz konusu kişiyle bir ilintisi var mıydı ve de herhangi bir şekilde soruna katkıda bulunabilir miydi? Martin Beck hiçbir katkıda bulunamazdı. Ernst Sigurd Karisron adını daha önce hiç duymamıştı. 2 Gunvald Larsson gecenin onbuçuğunda Kungsholmsgatan polis merkezindeki odasından ayrılırken, Bollmora’da bulunan evine gidip duş yapmanın ve de pijamalarını giyerek yatağa girmenin önemsenir bir yanı olmadığına göre, kahraman kesilmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu.

Gunvald Larsson pijamalarını beğeniyle anımsadı. Yepyeniydiler. Daha doğrusu, o gün satın alınmış oldukları için henüz içlerine insan bedeni girmemişti. Hele fiyatını duyacak olsalar, kimi meslekdaşları kulaklarına inanmazdı. Evinin yolu üstünde, kendini hadi bilemedin en çok beş dakika oyalayacak küçük bir işi vardı. Pijamasını düşleyerek, Bulgar malı deri ceketinin içine sığma savaşı vermeye koyuldu. Işığı söndürdü ve de kapıyı ardından çarptığı gibi çıktı. Külüstür asansör çıkmasına çıkmıştı, ama aşağı inmemek için yine her zaman olduğunca direnişe geçmişti. Ayağını iki kez yere vurması bu direnişe son vermeye yetti. Gunvald Larsson insan değil, bir devdi. Çıplak olarak 1,95 boyunda ve de yaklaşık 110 kilo ağırlığındaydı. Üstleri sarı kıllarla kaplı, 15 tava büyüklüğünde pençeleri vardı. Yani elini ya da ayağını vurduğu yerden ses getirirdi. Dışarısı soğuk ve rüzgârlıydı. Cam tanecikleri gibi atıştıran kuru kar insanın soluğunu ve yüzünü kesiyordu.

Ne var ki, arabası birkaç adım ötede duruyordu. Böyle olmasa bile, bu tür havalar umursadığı bir konu değildi. Gunvald Larsson, gözünü ilgisizce soldan ayırmaksızın, otoyu Vaster köprüsü doğrultusunda sürdü. Kulesinin sipsivri tepesindeki üç altın taçı sarı ışıkla aydınlatılmış Belediye Sarayı’nı gördü. Ayrıca koca bina belirleyemediği binlerce kaynaktan yansıyan renk renk ışıklarla meşale gibi yanmaktaydı. Köprüyü geçip, dosdoğru Hornsplan yönünde devam etti. Hornsgatan’da sola saptı ve de Zinkensdamm metro istasyonu yanından sağa saptı. Ringvagen boyunca güneyden yana yalnız 500 metre kadar yol aldı. Sonra frene basıp durdu. Stockholm’ün göbeği sayılmasına karşın, burda hemen hemen hiç yapı yok gibidir. Sokağın batı yakasında engebeli bir park olan Tantolunden uzanır. Doğusundaysa bir kaya yığını, bir oto-park yeri ve de bir yakıt servis istasyonu bulunur. Burası Sköldgatan olarak bilinir ve de bir sokaktan çok, bir yol uzantısı niteliğindedir. Kent planlamacıları anlaşılmaz bir neden ve yanısıra kuşkuyla karşılanır bir çaba göstererek, kentin diğer birçok bölgeleri gibi burasını da özgün değer yapısından sıyırıp kendi kişiliklerini yansıtan özel damgalarını vurmuşlardır. Sköldgatan, Ringvagen’i Rosenlundsgatan’a bağladığı için daha çok taksi şoförleri ve de kimi kaytarmacı polis devriye arabalarınca kullanılan yaklaşık 300 metre uzunluğunda, sapa bir yol parçasıdır.

Yaz mevsiminde, yol kenarlarını süsleyen bol yeşillikli gür ağaçlarıyla çöl ortasında bir vahayı andırır. Ringvagen’deki yoğun trafiğe ve yalnızca 50 metre ötede uzanan demiryol hattında vızır vızır işleyen, trenlere rağmen, mutsuz semt çocuklarının yaşlı kuşağı yine de yerörtüsünün gözden koruyucu yoğunluğu içinde şarap şişeleri, salam dilimleri ve yağlı iskambil desteleriyle günlerini gün etmesini bilir. Ama kışın kimsecikleri orda gönüllü olarak bulma olanağı yoktur. Ne var ki, takvimlerin 7 Mart 1968’i gösterdiği bu belirli gecede, yolun güneyindeki çıplak çalıların arasında dikilmiş duran bir adam donmak üzereydi. Dikkati iyiden iyiye dağılmıştı ve de sokağın konut olarak kullanılan biricik yapısını, yani iki katlı, o köhne tahta evi, ancak tek yönden görebiliyordu. Kısa bir süre önce, ikinci katın her iki penceresi de ışıl ısıldı. Müzik sesi, bağırmalar ve arada atılan çınçın kahkahalar duyulagelmekteydi. Gel gör ki, şimdi evin tüm ışıkları kararmıştı. Tek duyulan şey de rüzgârın sesi ve de trafiğin uzaktan uzağa yansıyan uğultusuydu. Çalılıktaki adam orda kendi istemiyle çakılıp kalmış değildi. Zachrisson adlı bir polis memuruydu ve de burdan başka yerde olmak şu sıra tek dileğiydi. Gunvald Larsson arabasından indi, ceketinin yakasını kaldırdı ve kalpağını kulaklarına dek çekti. Sonra geniş yolu karşıdan karşıya katederek servis istasyonunun önünden geçti ve de cıvık karın içinde bata çıka yürümeye koyuldu. Karayolu yetkilileri bu yararsız yol parçasını tuzlamayı düşünmeye bile değmez’ bulmuş olmalıydılar. Köhne ev 75 metre kadar içerde, yol düzeyinin az üstünde yeralmaktaydı ve de dönemeçle keskin bir açı oluşturuyordu.

Bu açının önünde durup çevresine bakındıktan sonra hafifçe seslendi: «Zachrisson?» Çalılıktaki adam yarı uyur durumundan silkinerek ona yaklaştı. «Haberler kötü,» dedi Gunvald Larsson. «İki saat daha dikileceksin. İsaksson hasta raporu aldı.» «Eyvah!» diye inledi Zachrisson. Gunvald Larsson çevreyi şöyle bir gözden geçirdi. Sonra pis pis sırıtarak dedi ki: «Bayırın üstünde durman çok daha yerinde olur.» Zachrisson kötülük taşan bir sesle, «Evet, eğer görev başında donmak istiyorsam.» diye karşılık verdi. «Eğer daha iyi bir görünüm istiyorsan. Bir şeyler oldu mu?» Öteki adam başını sarsaladı: «Hiçbir şey olduğu yok. Az önce çılgınlar gibi tepinip eğleniyorlardı. Parti mi, nedir öyle bir şey. Şimdi görünüşe bakılırsa, sırtüstü yatıp dinleniyor olmalılar.» «Ya Malm?»’ «O da öyle.

Işığını söndüreli üç saati geçti.» «Bu süre içinde hep yalnız mıydı?» «Evet, öyle görünüyor.» «Görünüyor ha? Evden ayrılan oldu mu?» «Ben kimseyi görmedim.» «Ne gördünse onu anlat öyleyse.» «Ben geleli beri içeri üç kişi girdi. Bir herifle iki karı. Bir taksiyle geldiler. Kanımca, onlar da particilerden.» Gundvald Larsson küçümser bir tavır takınarak onu iğneledi: «Kanı ha?» «Kanı ya, başka ne demeli? Ben…» Adamın dişleri takırdadığından konuşmakta güçlük çekiyordu. Gunvald Larsson onu eleştiren gözlerle denetleyip sordu: «Ben ne?» «Röntgen aygıtı değilim ki,» dedi Zachrisson bezgince. Gunvald Larsson sert tutum yanlısı, öfkesi burnunda bir adamdı ve de insansı zayıflıklara falan pek öyle aklı ermezdi. Bir amir olarak, ne sevilir ne de tutulurdu. Ama ondan korkmayanların sayısı da parmakla gösterilir denli azdı. Eğer Zachrisson onu daha iyi tanımış olsaydı, az öncesi gibi doğal bir şekilde davranma yürekliliğini asla kendinde bulamazdı. Ne var ki, Gunvald Larsson bile adamın yorgun ve üşümüş olduğunu görmezlikten gelecek denli taş yürekli bir kişi değildi.

Öte yandan, önündeki iki saat içinde zavallının gözlem gücü de herhalde artmayacaktı. Kaldı ki, şimdiden sıfırı tüketmiş durumdaydı Ne yapmak gerektiğini çabucak tasarladı. Ancak ne şiş 18 yanmalıydı ne de kebap. Yani iş de yarıda kalmamalıydı, şu bitkin görünüşlü memur da şımarmamalıydı. Tedirginliğini belirler bir şekilde homurdanarak sordu: «Üşüyor musun?» Zachrisson acı bir kahkaha attı ve buz tutmuş kirpiklerini silmek için davrandı. «Üşümek mi?» dedi alaycı bir sesle. «Kalorifer kazanına düşmüş gibi alev alev yanıyorum.» «Seni buraya komiklik yapman için dikmedik,» diye terslendi Gunvald Larsson. «Görevini yapman için diktik.» «Evet, özür dilerim, ama… » «Kes, ulan! Görevinin bir bölümü de kendini sıcak tutmak, doğru dürüst giyinmiş olmak ve de düz tabanların üzerinde arasız sallanmaktır. Yoksa tam bir olay anında yere batası bir kardan adam gibi orda çakılakalırsın. Ve sanırım, bu hiç de komik bir sonuç doğurmaz… sonrasını düşünürsek.» Zachrisson bir şeylerden kuşkulanmaya başlamıştı. Tir tir titreyerek ve özür dilemekli bir sesle, «Evet, çok haklısınız,» dedi. «Herşey tamam, ancak… » «Hiçbir şey tamam değil,» diye çıkıştı Gunvald Larsson öfkeli bir tonda.

«Bu görevin sorumluluğunu ben üzerime almış bulunuyorum ve de çaylak bir karakol polisinin işi berbat edip kendi suratına çevirmesine asla izin veremem.» Zachrisson henüz yirmiüç yaşında, sıradan bir polis memuruydu. Şu sırada ikinci Bölge karakolunun Koruma Bölümümde görev yapmaktaydı. Gunvald Larsson ondan yirmi yaş büyüktü ve de Stockholm Cinayet Masası Ko-miserlerindendi. Zachrisson cevap vermek için ağzını açtığında, Gunvald Larsson o tavamsı sağ elini kaldırarak sertçe şöyle dedi: «Bu kadar çene yeter. Rosenlundsgatan karakolunun yolunu tut. Orda kahve mi içersin, süt mü içersin, ne halt edersen et. Tastamam yarım saat sonra burda göreceğim seni. Taptaze ve canlı. Hadi şimdi, çek arabanı.» Zachrisson hemen toz oldu. Gunvald Larsson saatine bir göz attı, içini çekti ve kendi kendine mırıldandı: «Acemi çaylak.» Sonra sağa çarketti, çalıların arasından geçerek, bayırı tırmanmaya koyuldu. İtalyan malı kışlık botlarının kaim lastik ökçeleri buz tutmuş taşlarda kaydığı için, bir yandan da soluk soluğa sövüp sayıyordu. Acımasızca ısıran kuzey rüzgârına karşı tepenin hiçbir korunma olanağı sağlamadığını söylerken Zachrisson haklıydı.

Öte yandan, buranın en iyi gözlem noktası olduğunu söylerken de kendisi haklıydı. Ev biraz altında ve de dosdoğru karşısında yeralmaktaydı. Bu durumda, evin içinde veya çevresinde olagelen bir şeyi görmekten kaçınamazdı. Pencereler tümüyle ya da bölümüyle buz tutmuştu. Arkalarından hiç ışık yansımıyordu. Tek canlılık belirtisi bacanın dumanıydı ki, daha çıkar çıkmaz deli rüzgâr onu önüne katıp, yıldızsız gökyüzüne top top savurmaktaydı. Tepedeki adamın bacakları kendiliğinden iki yana ayrıldı ve de deri eldiven içinde yatan parmakları mıncık mıncık kıvışır oldu. Gunvald Larsson polis olmadan önce denizciydi. İlkin deniz kuvvetlerinde, daha sonra da Kuzey Atlantik hattında işleyen şileplerde hizmet görmüştü. Ne denizler, ne domuzlar atlatmış, davlumbazda ve açık köprü üstünde tuttuğu vardiyalar ona kendi olanakları içinde ısınma sanatını öğretmişti. Üstelik bu tür görevlerin kaşarlanmış bir ustasıydı. Ama şimdilerde bunları yalnızca masa başından düzenliyor ve de doğrusunu söylemek gerekirse, bu durumu yeğliyordu. Kayalık tepeciğin üstünde bir süre dikili kaldıktan sonra, ikinci katın en sağdaki penceresinde titreşen ışığı seçebildi. Sanki biri sigarasını yakmak veya saate bakmak için kibrit çakmıştı. Makinemsi bir alışkıyla gözleri kendi saatine gitti.

Onbiri dört dakika geçiyordu. Zachrisson nöbetinden ayrılalı tam onaltı dakika olmuştu. Herhalde şu sıra Maria polis karakolunun kantininde oturmuş, kahve üstüne kahve içiyor ve de görev başında bulunmayan kendi ayarı resmi polislerle çene çalıyordu. Kısa süreli bir tatlı kaçamaktı bu onun için. Çünkü onyedi dakika içinde karlı yollarda yine dönüş yürüyüşüne geçmesi gerekecekti. Eğer yüzyılın dayağını yemek istemiyorsa, diye düşündü asık yüzlü Gunvald Larsson. Derken düşünceleri birkaç dakika için bir başka konuya kaydı. Şu an evin içinde bulunagelen kişilerin sayısını hesaplamaya çalıştı. Köhne yapıda dört daire vardı. İki tane birinci katta ve iki de ikinci katta. Sol üstte hiç evlenmemiş, otuz yaşlarında bir kadın oturmaktaydı. Üç çocuk sahibiydi ve de herbiri ayrı bir babadandı. Kadın halikında bundan öte pek bir şey bilmiyordu ve bunu da zaten yeterli bulmaktaydı. Onun altında, ilk katın sol yanında, evli bir çift yaşamaktaydı, yaşlı kişiler. Yetmiş yaşlarındaydılar ve de çok çabuk kiracı değiştiren üst dairelerin tam tersine, yarım yüzyıla yaklaşık bir süredir burada oturagelmedeydiler.

Koca ayyaşın tekiydi. Bunca ileri yaşına karşın, Maria karakolu gözaltı hücrelerinin gedikli bir müşterisiydi. İkinci katın sağ yanında yine namlı bir kişi oturmaktaydı. Ne var ki, namı salt Cumartesi gecesi sarhoşluklarından öte, diğer bir takım ağır suçlarla ilgili olarak yaygındı. Yirmiyedi yaşında olmasına karşın, şimdiye dek altı değişik suçtan altı kez değişik uzunluklarda hüküm giymiş azgın bir sabıkalıydı. Suçları içkili olarak oto sürmekten tutun da, ev soymak, darp ve gasp olaylarına dek değişik uzantılar gösteriyordu. Adı Roth idi ve bir erkek, iki kadın arkadaşına parti veren kişi de ondan başkası değildi. Şimdiyse, ya yatıp uyumak ya da şenliği başka türlü sürdürmek için plak çalıcıyı durdurmuş ve de ışıkları söndürmüşlerdi. İşte kibriti de bu daireden biri çakmıştı. Bu dairenin altında, yani alt sağda, Gunvald Larsson’un gözetimde tuttuğu kişi oturmaktaydı. Bu kişinin adını ve tipini biliyordu. Öte yandan, çok tuhaftır ki, adamın niçin gözlendiği konusunda en küçük bir fikri bile yoktu. Olaylar şu şekilde gelişmişti: Gunvald Larsson, gazetelerin övme tutkusuna kapıldıkları sıralar ona yakıştırdıkları adla, «katil avcısı» idi. Gel gör ki, şu sıra ortalıkta avlanıp derisi yüzülecek nitelikte bir katil olmadığı için, devadam, kendi asıl ödevleri yanısıra bu görevden sorumlu olarak, diğer bir şubece ödünç alınmıştı. Kendisine dört kişi hakkında üstünkörü bilgi verilerek, şu basit talimata uyması istenmişti: Söz konusu kişinin kayıplara karışmasını önle ve başına bir şey gelmemesini güvence altına al.

Ayrıca buluşup görüştüğü kişileri not et. îşin içyüzünü öğrenmek yorgunluğuna bile katlanmamıştı. Beyaz zehir kaçakçılığı olmalıydı. Zaten kişi bugünlerde hangi yana dönse, uyuşturucu madde trafiğiyle karşılaşıyordu. Şimdi bu gözcülük onuncu gününü doldurmaktaydı ve de bu süre içinde söz konusu kişinin karıştığı olaylar bir turta yemek, iki şişe içkiyi de yarılamak olmuştu. Gunvald Larsson saatine baktı. Onbiri dokuz geçiyordu. Sekiz dakika kalmıştı. Esnedi ve iki yanına çarpındırmak için kollarını kaldırdı. Tam aynı anda ev patladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir