Marc Levy – Özgürlük İçin

Seni yarın seveceğim, bugün, henüz tanımıyorum. Oturduğum eski binanın merdivenini inerek başladım, biraz acelem vardı, itiraf ediyorum. Giriş katına vardığımda tırabzanı sıkan elime balmumunun kokusu sinmişti; kapıcı düzenli olarak her pazartesi ikinci katın sahanlığındaki dirseğe kadar, perşembeleri ise üst katlara doğru çıkarak tırabzanlara balmumu sürerdi. Evlerin cephelerini altın sarısına boyayan ışığa rağmen, sabah yağmurunun ıslattığı kaldırım hala menevişliydi. Böyle aheste aheste yürürken henüz her şeyden habersizdim, senin hakkında hiçbir şey bilmiyordum, sen ki, günün birinde bana, hayatın erkeklere sunduğu en güzel armağanı verecektin. Saint-Paul Sokağı’ndaki küçük kafeye girdim, cebim zamanla doluydu. Tezgahın başında üç kişiydik, o ilkbahar sabahı, zaman zengini olan sadece bizlerdik. Sonra, ellerini gabardin yağmurluğunun arkasında birleştirmiş olan babam girdi içeri, tamamen kendine özgü bir zarafetle beni görmemiş gibi yapıp dirseğini çinko tezgaha dayadı. Sert bir kahve sipariş etti, benden iyi kötü.-daha ziyade kötü- saklamaya çalıştığı gülümsemesini gördüm. Parmaklarının ucuyla masaya vurarak, bana kafenin “tenha” olquğu mı ve yaklaşabileceğimi işaret etti. Ceketine sürtününce, gücünü, omuzlarına çöken hüznün ağırlığını hissettim. ”l lala kararlı mısın?” diye sordu bana. Kararlı 13 değildim, hiçbir şeyden emin değildim, yine de başınu salladım. Bunun üzerine, fincanını hafifçe itti.


Fincan tabağının altmda elli franklık bir banknot duruyordu. Önce reddettim, ama o dişlerini sıkıp, savaşacaksan kamın tok olmalı, diye homurdandı. Parayı aldım ve bakışından artık gitmem gerektiğini anladım. Kasketimi düzelttim, kafenin kapısını açıp sokağa çıktım. Camekanın önünden geçerken içeride oturan babama baktım, küçük, kaçamak bir bakıştı; yakamı düzeltmemi işaret ederken bana son bir kez gülümsedi. Gözlerinde, anlaması yıllarınu alacak bir telaş vardı ama yüzündeki son ifadeyi eksiksiz olarak anımsamam için, bugün bile onu düşünerek gözlerimi kapamam yetiyor. Babamın gidişime üzüldüğünü biliyorum, bir daha birbirimizi göremeyeceğimizi sezinlediğini de tahmin ediyorum. Ama kendisinin değil, benim öleceğimi düşünüyordu. Toumeurs adlı kafede yaşadığımız o anı yeniden düşünüyorum. Bir adamın, yanı başında hindiba kahvesini yudumlayan oğlunu gömmesi, ona, “Hemen eve dön ve ödevlerini yap,” demek yerine, sessizliğini koruması yürek ister gibi geliyor bana. Bundan bir yıl önce, sarı yıldızlarımızı almak üzere annem karakola gitmişti. Bu bizim için toplu göçün habercisi oldu, Toulouse’ a gittik. Babam terziydi ve bu iğrenç şeyi bir kumaşın üzerine asla dikmezdi. 21 Mart 1943 günü, on sekiz yaşındayım, tramvaya biniyorum ve hiçbir planda gözükmeyen bir istasyona doğru yola koyuluyorum: Maki’ye1 katılacağım. Daha on dakika önce adım Raymond’du, 12.

hattın son durağında indiğimde ise Jeannot oldu. Soyadı yok, yalnızca Jeannot. Bu saatte hava hala ılık, benim dünya1. Makilerde gizlendikleri için Maki diye bilinen Fransız Direniş Güçleri. 14 mm parçası olan bir sürü insan başlarına geleceği bilmiyor. Annemin ve babamın çok yakında kollarına birer numara kazınacağından haberleri yok; annem onu, neredeyse hepimizden çok sevdiği bu adamdan, bir garın peronunda ayıracaklarını bilmiyor. Ben de, on yıl sonra, Tourneurs’ de onu son kez gördüğümde babamın ceketinin üst cebine yerleştirdiği çerçeveyi, Auschwitz Anıtı’nı oluşturan beş metre yükseklikteki gözlük yığınının içinde görüp tanıyacağımı biliyordum. Küçük kardeşim Claude ise, yakında onu almak için uğrayacağımı ve eğer “evet” dememiş olsa ve tüm bu acı dolu yılları birlikte omuz omuza yaşamış olmasak, ikimizin de hayatta kalamayacağını bilmiyor. Jacques, Boris, Rosine, Emest, François, Marius, Enzo; bu yedi arkadaşımın neredeyse hepsi, yabancılara özgü aksanlarıyla, “Yaşasın Fransa!” diye bağırarak öleceklerini bilmiyorlar. Sanırım aklım karmakarışık ve kelimeler kafamın içinde dönüp duruyor, ama o pazartesi günü öğle saatlerinden başlamak üzere sonraki iki yıl boyunca kalbim korkunun dayattığı ritimle atacak; iki yıl boyunca korkuyla yaşadım, bazı geceler hala, bu berbat duyguyla uyanırım. Oysa ben bunu henüz bilmesem de, sen yanı başımda uyuyorsun aşkım. İşte, İspanyol, İtalyan, Polonyalı, Macar ve Romanyalı arkadaşlarımın, özgürlük çocuklarının; Charles, Claude, Alonso, Catherine, Sophie, Rosine, Marc, Emile ve Robert’ in hikayelerinden küçük bir kesit. ıs Birinci bölüm 1 İçinde yaşadığımız koşulları iyi anlamalısın, bağlam önemlidir, bir cümle söz konusu olduğunda örneğin. Bağlamından çıktığında anlamı çoğunlukla değişir, önümüzdeki yıllar boyunca, çok sayıda cümle yanlı olarak değerlendirilmek ve yargılanmak üzere bağlamlarından koparılacak. Eylül ayının ilk günlerinde, Hitler’in ordusu Polonya’ yı işgal etmişti, Fransa savaş ilan etmişti ve birliklerimizin düşmanı sınırdan geri püskürteceğine kimsenin şüphesi yoktu.

Belçika, zincirlerinden boşanmış Alman zırhlı tümenleri tarafından dümdüz edilmiş, kuzeydeki ve Somme’ daki cephelerde birkaç hafta içinde yüz bin askerimiz ölmüştü. Mareşal Petain hükümet başkanlığına getirildi; ertesi gün ise yenilgiyi reddeden bir general Londra’dan direniş çağrısında bulundu. Petain bütün umutlarımızı teslim etmek üzere imza atmayı tercih etti. Savaşı çabucak kaybettik. Petain, Nazi Almanyası’yla işbirliği yaparak Fransa’yı tarihinin en karanlık dönemlerinden birine sürükledi. Cumhuriyet, bundan böyle Fransız Devleti olarak anılmak üzere ortadan kalktı. Haritaya enine bir hat çizildi ve ülKe, biri kuzeyde işgal altında, diğeri ise güneyde ve sözümona bağımsız olan iki ayn parçaya bölündü. Ama 19 güneyin özgürlüğü de tamamen göreceydi. Her gün, Fransa’ da yaşayan iki milyon yabancı kadını, erkeği ve çocuğu güvensizliğe sürükleyen yeni bir kararname çıkıyordu, artık adaletin bulunmadığı bu topraklarda; çalışma, okula gitme, özgürce seyahat etme haklan ellerinden alınıyordu ve yakında, çok yakında yaşama hakları da alınacaktı. Oysa belleğini yitiren ülkenin, Polonya’dan, Romanya’dan, Macaristan’dan gelen bu yabancılara, bu İspanyol ve İtalyan sığınmacılara ihtiı acı vardı. Yirmi beş yıl önce, Birinci Dünya Savaşı’nın siperlerinde bir buçuk milyon insanını kaybeden Fransa’nın nüfusunu yeniden yapılandırmak gerekmişti. Yabancılar; neredeyse bütün arkadaşlarım yabancıydı, her biri ülkesinde yıllarca süren baskılara ve zulme maruz kalmıştı. Alman demokratlar Hitler’ in kim olduğunu, İspanya İç Savaşı’nda çarpışanlar Franco’nun diktatörlüğünü, İtalyanlar ise Mussolini’nin faşizmini çok iyi biliyorlardı. Arkasında bıraktığı cesetler ve sefaletle tüm Avrupa’yı kasıp kavuran bu salgının, tüm bu kinin ve hoşgörii5üzlüğün ilk tanıklanydı onlar. Hepsi, yenilginin yalnızca bir başlangıç olduğunu, ardından daha kötüsünün geleceğini zaten biliyordu.

Ama kötü haber getireni kim dinlemek ister ki? Fransa’nın artık onlara ihtiyacı kalmamıştı. Doğudan ve güneyden gelmiş olan bu sürgünler, tutuklanıp kamplara kapatılmışlardı. Mareşal Petain pes etmekle kalmamış, Avrupalı diktatörlerle anlaşmaya da varmıştı ve bu yaşlı adamın etrafında uyuklayan ülkemizde, korkunç görevlerini yerine getirirken hepsi birbirinden gayretkeş kesilen bakanlar, valiler, yargıçlar, jandarmalar, polisler, Milisler toplaşmıştı bile.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir