Margaret Atwood – Kırmızı Pabuçlar

Hatırladığım kadarıyla, Toronto’nun Ontario Gölü kenarındaki sanat merkezi Harbourfront’ta geçen bir perşembe gecesiydi. Harbourfront’un edebiyat faaliyetlerinden sorumlu sanat yönetmeni Greg Gatenby, Paris’teki iki dilli bir Kanada kitapçısı olan Abbey Kitabevi’ni destekleyen bir okuma günü düzenlemişti. Toronto’nun ünlü yazarlarından çoğu, okuma gününe davet edilmişti. Yazarlar, Brigantine Salonu’nun girişinde, Paris kabaresi izlenimi uyandırmak üzere mum ve ekose örtülerle süslenmiş küçük masalara oturmuşlardı. Margaret Atvvood da programdaydı. Margaret Atwood, bu kadar tanınmış olmasına karşın dikkat çekmeden odaya girebiliyor. Ufak tefek, yoğun ve kıvılcımlı bir enerji yayıyor. Kuşu andıran bir yanı var. Saksağan gibi; zaten o da kendini bazen böyle tanımlıyor. O gece etrafta, yeni kitabı Nam-ı Diğer Gmce ile ilgili söylentiler dolaşıyordu. The Globe tmd MaiFde çok iyi bir eleştiri çıkmıştı. Margaret Atwood’un neredeyse saydam olan iri mavi gözleri var. İnsanları selamladığında, onlardan yansıyan endişeyi hisset-ıx tim. Bu, benim çıkarımım da olabilirdi. Ünlü bir yazar olmanın ne anlama geldiğini düşünüyordum.


Yazmak, sanatların içinde en kişisel ve en teşhirci olanıydı. Yazarla izleyicileri arasında bir tampon bölge yoktu. Yazar başarısız olursa, bunu tek başına yapıyordu. Margaret Atvvood ünlü biri. O gece, Nam-ı Diğer Grace’in pek çok ülkede yayımlanacağını biliyordu. Roman, başkalaşım geçirip çok sayıda dilde onun okuyamadığı yabancı metinlere dönüşecek ve hiç tanımayacağı yüz binlerce insanın zihninde yer edecekti. Buna karşın bana, edebiyat dünyasının eserini nasıl karşılayacağı konusunda endişeleniyormuş gibi göründü. Fakat bu beni niye şaşırtıyordu ki? Greg Gatenby, daha çok ilgi hak ettiğini düşündüğümüz ve Fransızcaya çevrilip Abbey Kitabevi’nde satılırken görmek istediğimiz bir kitaptan bölümler okumamızı söylemişti. Margaret At-wood, yerel yazar Thomas King tarafından kaleme alman Green Grass, R unning W at er romanını okumaya başladı. Çok eğlendiriciydi; neredeyse King’in kitabındaki Dalavereci karakter olmuş çıkmıştı. Bense şöyle düşünüyordum: Evet, o tam bir Dalavereci. Uslu durmayan, şekil değiştiren, varsayımlara ve geleneklere meydan okuyan biri. Onu nasıl çözümlemeli acaba? Çünkü niyetim buydu. Margaret Atvvood’la ilgili bir kitap yazıyordum. Ne var ki kitaba ne ad vereceğimi pek bilmiyordum.

Bulabildiğim en yakın tanımlama “biyografı-dışı” idi. Onun sanat yaşamı hakkında kitap yazmak istiyordum. Ancak konumumu tanımlayacak bir ifadeye ihtiyacım vardı. “Orta mesafe” diye bir şey aklıma geldi. Orta mesafeden yazacak, yazarı şekillendiren kültür ile onun zihni arasında etkileşim kuracaktım. Bu, dedikodulu bir kitap olmayacaktı. Hem bana kim ne anlatacaktı ki? Üstelik duyduğum küçük dedikodular, hiç ilgimi çekmiyordu. Dedikodu yüzeysel bir hikâyeydi ve genellikle bir başka yaşamı delip söndürmeyi hedefliyordu. * Yeşil Çimen, Akan Su (ç.n.) Kitap biyografi olmayacaktı o halde. Gerçek bir biyografinin ancak geçmişe bakarak yazılabileceğini biliyordum. Biyografi nostaljik bir egzersiz, anı, mektup ve anekdotlar toplandıktan sonra kişi hakkında oluşan perspektiflerin senteziydi. Bunun yerine, yazarlık yaşamını anlatan bir kitap yazmak istiyordum. Yazarlık yaşamını neyin mümkün kıldığı çok muğlaktı.

Kitabım, Margaret Atwood’u yönlendiren şeyleri, takip ettiği yolda karşılaştığı kuşku, karışıklık ve başarıları anlatacaktı. Onu kendi zamanına, Kanada edebiyatının şeklini değiştirmeye katkıda bulunan aynı kuşaktan insanların arasına yerleştirecekti. Kitabımın, zihin ve hayal gücünün yaşama sevincinin merkezinde yer aldığını göstereceğini umuyordum. Yaşama sevinci, hayal gücünden yoksun çağımızda kaybolmaya yüz tutmuştu ve bireyler hakkındaki hikâyeler, yaşam tarzı ve yatak odası dedikoduları seviyesinden öteye geçemiyordu. Yine de, beni bu kitabı yazmaya sevk eden daha derin bir şey vardı. Daha önce yazmış olduğum iki öyküyü tamamlamak için üçüncü bir kitap yazmak istiyordum. Bunlar gerçek biyografilerdi. Her ikisi de kadın yazarlar hakkındaydı. Hiç beklemediğim halde, hüsran, ıstırap, son olarak da sessizliği anlatan hikâyelere dönüşmüşlerdi. İlk biyografimin öznesi olan Elizabeth Smart, yirmi yedi yaşında bir şaheser yazmış, daha sonra otuz yıl boyunca sessizliğe bürünmüştü. Bunun bir özgüven meselesi olduğunu iddia ediyordu. Omzunda her zaman gölge gibi bir el hissetmişti ve onu “erkekliğin maestrosu” olarak adlandırıyordu. Bu hayalet, ona asla yeterince iyi olamayacağını söylüyordu. İkinci yazar Gwendolyn MacEwen, trajik bir şekilde hayatını kaybetmiş, bu uzun dakikalarda sanatın yalnız kalmaya değmediğine kanaat getirmişti. Kitaplarım onları dikkate değer yazarlar diye göklere çıkarıyordu ama ben içten içe suçluluk duyuyordum.

Farkında olmadan, trajik kadın yazar stereotipini mi sürdürüyordum? Eminim, başka öyküler de vardı. Üçüncü bir yorum istiyordum. Kendimi, sanatçılığını ve yaşamını kontrol xı altında tutmayı başarmış bir kadın hakkında kitap yazmaya mecbur hissediyordum. Margarct Atwood’a ne yapmak istediğimi açıkladığımda, ilkin niyetimi yanlış anladı. “Ben daha ölmedim,” dedi. Ona bi-yografı-dışı teorimden söz etmem de fayda etmedi. Onu en çok rahatsız eden şey, kendisini bir rol modeline dönüştürebileceğim düşüncesiydi; rol modeli olmayı hiç hedeflememişti. Ya da, sırf hikâyeye dönüştürmek adına, yaşamının sayısız ayrıntısından oluşan yapay bir düzen oluşturabileceğimden endişeleniyordu. Zaten insanlar yıllardır, odasında tek başına kitap yazan kadınla alakası olmayan Margaret Atwood’lar icat edip duruyordu. Ben de bu yapılanı devam ettirmiş olmayacak mıydım? Niçin Margaret Atwood hakkında kitap yazmaya yelteniyordum? Çünkü ondaki sanatçı güveninin gizemi, çok ilgimi çekiyordu. İnsan, yazar olarak kendine inanma gücünü nereden alıyordu? Bu, sadece kişisel bir şey miydi? Niçin pek çok yetenekli insan risk alıp sanatçı olma yolculuğuna çıkmıyordu? Elizabeth Smart ve benzerleri niçin yolundan dönmüştü? İnsan kültürel desteğe mi ihtiyaç duyuyordu? Margaret Atwood’u düşündüğümde, hep şu anekdot aklıma gelir: Senelerden 1948 ya da 1949’dur. Küçük bir kız bir sinema salonunda oturmaktadır. Film izlemek, az bulunur bir eğlencedir. Bu kez vesile, birinin doğum günüdür. Beraberce izlenen Kırmızı Pabuçlar filmi, dünyaca ünlü bir balerin olan Victoria Page adlı genç bir kadın hakkındadır.

Victoria güzeldir; prenses gibi elmas taç takıp ince bürümcükten bir tütü giymiş, zarif balo salonlarında ve egzotik Avrupa şehirlerinde dans etmektedir. Küçük kız büyülenir ve onun gibi olmak ister, fakat ümitsizce koltuğuna gömülmeye başlar. Zira Victoria’nın yaşamı bir trajediye dönüşmektedir. Maestro onu azarlar, genç kocası terk eder. Victoria, sonunda bir trenin önüne atlayarak intihar eder. Küçük kız mesajı alır ve çok üzülür: Kız iseniz, hem sanatçı hem eş olmanız mümkün değildir. İkisini birden olmaya kalkışırsanız, sonunda bir trenin önüne atlarsınız. O sinema salonundaki küçük kız, Margaret Atwood’du. At-wood, kızların yaratıcılık tutkularının bastırıldığı bir devirde doğmuş, buna karşın dikkate değer bir yazar olmayı başarmıştı. Peki, bu nasıl oldu? Margaret Atvvood, küçük bir kızken Kırmızı Pabuçlar’\ izlediğinde yaşadığı hüsranla ilgili hikâyeyi anlattığında, merakımı cezbeden şey şu oldu: Bu durum onu üzmüş olmasına karşın neden yolundan dönmemişti? Mademki ona sunulan görüntü buydu, ondan niçin ve nasıl kaçmıştı? 1939 doğumlu pek çok genç kız, bu mesajı halen iliklerinde hissediyor. Peki bu genç kız, feminizm-öncesi günlerde kendisine tartışmasız bir şekilde inanma konusunda içgüdüsel bir yeti geliştirmeyi nasıl başarmıştı? Röportajda bir ara, Margaret Atwood şöyle dedi: “Atlas Okyanusu’nun bu tarafında yazarın ne olduğu konusunda oldukça romantik bir fikre sahibiz. ‘Yazmayı’ yapılan bir şey gibi değil de, olunan bir şey gibi düşünüyoruz.” 1 Bu, kendi halinde bir cümle gibi geliyor, ta ki durup onun ne dediğini düşününceye dek. Atwood, bu şifreli cümlelerle sanatçıya atfedilen romantizm geçmişini sabote ediyordu. Ve her şeyden önce, bu yazar algısının yıkılması gerekiyordu.

Atwood’un yazarlık kariyerine başladığı zamanlarda, genç bir kadının kendine inanması kolay değildi. Yirmi yıl önce diye söze girdi: “Yaşamının ilk yıllarında ciddi bir şekilde yazmaya şiddetle motive olmuş kadınlar, erkeklerden daha azdı… ‘Yazar olmayı’ bir yapma durumu yerine olma durumu olarak görmek, onlara daha kolay geliyordu. Anında kabul görmek mümkün olmadığında, vazgeçmek daha kolay.” 2 “Özellikle kızlar, memnun etmek ve gönül almak üzere eğitiliyor ve birileri onları sevmediğinde, bunun kendi hataları olduğunu düşünüyorlar.” 3 İyi yazma girişiminde bulunmak — “incelemek, araştırmak, harici bir disipline uymak, risk almak ki bunların arasında başarısızlık da var” – genç kadınlarda teşvik edilmiyordu. 4 Mademki, güven ve cesaret duygusunun “eksildiğinde yazar olma projesi şakaya dönüşüyor”, insan bu duyguları nasıl geliştirebilir? “Yazar olarak güveniniz,” diye açıkladı Margaret Atwo-od, “büyük ölçüde kişi olarak kendinize duyduğunuz güvenle ilgili… Ve o da, çocukluğunuza dayanıyor.” 5 Peki, onun güveninin kökleri çocukluğuna mı dayanıyordu? Margaret Atwood’un Kırmızı Pabuplarh izlediği o sinema salonundan başlayıp yazar olarak kazandığı uluslararası başarıya uzanan yolculuğu, bu kitapta anlatılan hikâyelerden biri. Bu hikâyeyi pek çok yönden, son otuz yılın kadın yazarlarının ortak hikâyesinin bir parçası gibi görüyorum. Margaret Atwood’la aynı dönemde doğmuş ya da tanınmış yazarların listesi çok etkileyici: A.S. Byatt, Nadine Gordimer, Joyce Carol Oates, Angela Carter, Maxine Hong Kingston, Margaret Drabble, Marie-Claire Bla-is, Marge Piercy, Marilynne Robinson, Toni Morrison, Alison Lurie, Ann Beattie, Elena Poniatowska ve daha birçokları. Bu kadınlar, hem erkek hem kadın sanatçıya atfedilen ikonografiyi geri dönülemez bir şekilde değiştirdiler. Savaş filmlerinin beyaz perdeyi kuşattığı ve film endüstrilerinin yeni temalar için birbiriyle kapıştığı 1948’de piyasaya sürülen Kırmızı Pabuçlar’a geri dönersek, bu filmin kadınların sanattaki rolü üzerine bir meditasyon olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Özgün senaryo, Emeric Pressburger tarafından yazılmıştı ve Moira Shearer tarafından canlandırılan Victoria Page’in bale kariyerini konu alıyordu. Victoria, ünlü emprezaryo ve koreograf Boris Lermontov’un ilgilendiği hevesli bir genç dansçıdır.

Eski kafalı maestro Lermontov, dansçılarını acımasız bir disiplin ve maksatlı bir aşağılamayla yetiştirmektedir. Lermontov için sanat bir dindir, Victoria ise onun yaratısı olacaktır. Lermontov, Victoria için Hans Christian Andersen tarafından yazılan bir masala dayanan Kırmızı Pabuçlar adlı bir bale yazmış-xıv tır. Ona hikâyeyi şöyle anlatır: “Bir kız, çingeneden aldığı bir çift kırmızı ayakkabıyla dans etmek arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. Başlangıçta dans ettiğine sevinir, fakat daha sonra yorgun düşüp eve gitmek ister. Ne var İd ayakkabılar yorgun değildir. Onlar hiç yorulmazlar. Kızı çayırlarda dans etmeye zorlarlar. Zaman geçip gider, aşk geçip gider, ömür geçip gider. Fakat ayakkabılar dans etmeye devam ederler. Sonunda kız ölür.” Bu ustalıklı hikâye, sanatçı olmaya yeltenen kadınların kaderini anlatan bir alegori. Lermontov, kıskanç ve sahiplenen bir tavırla Victoria’yı kendi keşfi olarak gözetim altında tutar. Victoria, onun ölümsüzlüğünü garanti edecek, kolay işlenebilir bir malzemedir. Fakat kumpanyanın genç bestecisine âşık olup onunla evlenmek gibi korkunç bir hataya düşer.

İki adam arasındaki mücadelede bir piyon haline gelir. Lermontov küplere biner: “İnsan sevgisinin müphem konforuna bel bağlayan bir dansçı, asla büyük bir dansçı olamaz. Asla!” Kocası Victoria’dan, kendi iyiliği için sanatı bırakmasını ister. Victoria’yı miizü ve esin kaynağı olarak yanında istemektedir. Victoria sanatı seçmeyi dener, fakat bu seçim mahvına neden olur. Filmin sonunda kariyerini evliliğine tercih etmiş olduğu anlaşılan Victoria, Kırmızı Pabuçlar balesini oynamak için sahneye doğru yürür. Fakat kırmızı pabuçlar artık irade kazanmıştır. Victoria’yı tren istasyonuna bakan balkona götürürler, kocası bu istasyondan ayrılmak üzeredir. Onu balkon korkuluğunun üzerinden atlatırlar. Victoria uzanmış ölmek üzereyken, kırmızı pabuçları çıkarması için kocasına yalvarır. Belli ki, kadınların miiz olması gerekiyordu, maestro değil. Küçük Margaret Atvvood’un elli yıl önce o sinema salonunda ümitsizce koltuğuna gömülmesine şaşmamak gerek. Fakat bir kadının sanat kariyeri yapmak istemesinin bu denli tehlikeli yanı neydi? Cevap basitti. Gelenek olduğu üzere, kadının sanat için pasif bir ilham kaynağı olarak kalması gerekiyordu, çünkü erkek o olmadan yaratamıyordu. İşgücünde özgürleşen kadınlar, 1948’de ulusun mutfaklarına geri dönmek zorunda bırakıldılar, bu şekilde işyerleri cepheden dönen erkekler için boşaltılmış olacaktı.

Evden hiç ayrılmamış numarası yapmak, herkese açık bir dünyanın keyfine varmış kadınlara acımasız bir bellek yitimi gibi gelmiş olmalı. Kırmızı Pabuçlar, sanatın da erkek ayrıcalığı olarak ısrarla yeniden inşa edildiğini öne sürüyor. Peki erkek sanatçı imajı nasıl bir şeydi ve nereden gelmişti de bu denli gözü dönmüş bir biçimde korunması gerekmişti? Erkek sanatçı ikonografisi, iflah olmaz bir şekilde romantikti. Elbette zihnimizdeki sanatçı fikri bir klişe haline geldi ve on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki Romantizm’den doğup sürekli evrimleşti. Percy Bysshe Shelley’nin gerçek anlamda ilk bohem şairlerden birisi olduğunu düşünürüm. Endüstriyel orta sınıf sanatçıyı toplum dışına ittiğinde, tek çözüm romantik isyan oldu. Sanat yaşamdan daha önemliydi. Sanat bir dindi. Sanatsal yaşam, en büyük özverilerden biriydi. (Aynı zamanda, çelişkili bir biçimde, en büyük zevklerdendi.) Yaşamını kendisini ifade etmeye adayan bohem sanatçı doğdu. Bu dünyada kadınlara gerek duyuluyordu, ama yalnızca müz olarak. Ve rasgele cinsel ilişkide bulunmasıyla tanınan erkek sanatçıya bu perilerden çok fazla gerekiyordu. Kadınlar, dehanın odalığı rolünün çekimine kapılıyorlardı, çünkü bu, seçim (genellikle güzelliğe dayalı) anlamına geliyordu. Kendisi de sanatçı olmayı amaçlayan her kadın birer odalık değil, birer rakipti.

Gerçekten böyle bir amaç edinecek kadar özgüvenliyse, ona bir darbe indirmek gerekiyordu. Sonuçta, kendi sanatını erkeğin sanatı kadar önemli kılma tehdidi oluşturuyordu. Fakat işler gerçekten böyle mi yürüyordu? Elbette bu, fazla yayılmış klişe bir mitolojiden ibaretti. Yine de bu kadar tutmuş olması şaşılacak şeydi. Sonuç olarak sanat bir erkek oyunuydu. Kadın sanatçıların sanat dünyasında yeri yoktu, olmayacaktı da. Ta ki bu anlamsız geleneği yıkacak cesareti toplayan yeterince kadın var olana dek. xvı Margaret Atvvood’la aynı kuşaktan gelen kadınlar, bir stereotipi parçaladı ve belki daha önemlisi, bir İkincisinin oluşmasını önledi. Kadın ikonografi tarihinde anne ve çocuk imajları, özne olmadıkları sürece koşulsuz bir şekilde sanat olasılığının dışında tutuldu. Kadının hem anne hem sanatçı olamayacağı düşünülüyordu. Margaret Atwood’dan önceki kuşaktan gelen pek çok kadın, annelik ve kariyeri birleştirmenin imkânsız olduğuna ikna edilmişti. Örneğin Maviş Gallant, yazabilmek için Paris’te yalnız bir yaşam sürmeyi seçti. Jean Rhys, Marianne Moore, Flannery O’Connor ve diğerleri, hiç çocuk yapmadı. Elbette çocuk sahibi olan kadınlar da vardı, fakat bu gerçek, ortak imgeye nüfuz edemiyor gibiydi. Doris Lessing, yazar olmaya karar verip Güney Afrika’dan İngiltere’ye göç ettiğinde, çocuklarından birini yanına aldı, fakat orada yalnız çocuk yetiştirme açmazıyla yüzleşmek zorunda kaldı.

Böyle yaparak hâkim mitolojiye karşı çıkıyor olması da fayda etmedi. Bir insan sanatçı olarak sürdüğü yaşamda, saplantılı bir şekilde yalnız olmak zorundaydı. Bu yaşamın, doymak bilmeyen bir egosantrizm gerektirdiği söyleniyordu. Çocuklarınız varsa, sanatınızdan ödün veriyordunuz. Günümüzde, yalnız çocuk yetiştirmek hâlâ zor. Fakat çocuk, Margaret Atwo-od gibi kadınların dünyasına harika bir şekilde dahil olabiliyor. Böylece kadınlar, sanatın kurallarını ihlal etmeden ve harap olmadan yaratıcı keşiflerde bulunmaya devam edebiliyorlar. Bence, “sanatsal yaşam” hakkındaki pek çok mitin devamına katkıda bulunan şey, sanatın yaşamdan koparılmış olması. Üniversitede okuduğum 1960’lı yıllarda, bize hâlâ büyük eserlerin, çoğu erkek olan normalden farklı kişiler taralından yazıldığı söyleniyordu. Onlar birer dehaydı. Başka bir boyutta yaşıyorlardı. Bana, “yazmanın yaşamak olmadığı” öğretilmişti. Yazarın eseri, ondan koparılmıştı ve yazarıyla arasında hiçbir bağlantı olmaksızın hi-peruzayda süzülüyordu. Bu eserler “iyi işlenmiş yapıtlar olarak adlandırılıyor, kendi kendini idare eden insan yapımı şeyler olarak hava geçirmez odalara kapatılıyorlardı ve boşluğun bir adı xvıı vardı. Ölümsüzlük.

Sanatın asla gerçek dünyayla bağlantılı olmaması gerekiyordu. Fakat işte yanlışlık buradaydı. Sanatın yaşam olduğunu, evdeki yüzlerce parça süs eşyasından, manzaradan ve varlığımızı oluşturan belletici tınılardan meydana geldiğini anlamakta aciz kalıyorduk. Bunu kavradığımda, kadın sesleri merakımı uyandırmaya başladı: İster duyulmuş, ister dinleyici tarafından çarpıtılmış, ister konuşmacıdan bir çırpıda çıkmış, isterse güvensizlilde zayıflamış olsun, benim için fark etmiyordu. Margaret Atwood’un konuşmasını dinlediyseniz, sesini hatırlarsınız. Sesini alçaltıp yükseltmeden, ifadesiz bir tonda konuşur. Bu, sık sık can sıkıcı olarak tiye alınan ya da kibirli ve umursamaz olarak nitelendirilen bir sestir, çünkü dikkatle dinlemediğiniz takdirde bütün nükteleri kaçırabilirsiniz. Atwood, genellikle çok kurnazdır ve köşeye sıkıştırılmayı reddeder, çünkü dünyanın buna teşebbüs ettiğinin farkındadır. Ses, bu kadının aptallara katlanamadığını ve tahripkâr bir şekilde alaycı olabileceğini belli eder. Buna karşın Atwood, içten bir karşılık aldığında olağandışı bir biçimde toksözlü de olabilmektedir. Maıgaret Atwood, yıllar boyunca pek çok tahmine konu oldu. Başlangıçta, rüzgârla savrulmuş saçtan bir halesi olan Ra-fael-öncesi bir yazar olarak tanımlanıyordu. Bu tanımlama hiç uygun değildi, çünkü onda Victoria dönemi kadın kahramanlarının uysallığı yoktu. Üstelik hangi erkek yazarın saçı, hakkındaki bütün yorumlara konu olurdu? İşte bunu çok merak ediyordu. 1 ower Politics kitabını yazdığında, okuyanları hayrette bırakan ve şahdamarından vuran zalim bir yetenek olarak nitelendirildi.

O bir “erkek düşmanıydı”, yazdıkları ise “kasvetli, karanlık ve olumsuzdu . Daha sonra, “çok komik” diye nitelendirildi, son olarak da, anaç 6 oldu. Zaman değiştikçe tahminler de değişti, fakat o, özünde aynı insan olarak kaldı. Kuvvet Politikaları (ç.n.) Birçok insan bu yaylım ateşinden dolayı hız keserdi, fakat Margaret Atwood, hiçbir şeye aldırmayarak yoluna devam etti. Elbette espri anlayışının da faydası oldu. Fakat dayanma gücünün asıl kaynağı, en başından beri sanatına inanmasına yetecek içsel özgüvene sahip olmasıydı. Aslında her zaman dikkat çeken bir biçimde tutarlı oldu. Onun sesi, bir Kanadalının, bir kadının sesi; en önemlisi de, okuyucularında derin çağrışımları olan, eşsiz bir imgelem oluşturuyor. Zihnimde, Margaret Atwood’u bir köprüde dikilirken canlandırıyorum: Arkasında orman, önünde şehir var ve her iki dünyaya birden hükmediyor. Suyun altında cesetler, köprünün altında troller var. Elbette bu, benim hayal ettiğim bir görüntü, fakat yıllar süren bir eğitim ve içten gelen bir ilgi sonucunda eserlerinin derin mitolojik kökleri olduğunu iddia eden bir kadın imgesini akla getiriyor. Atwood, içinde kışkırtmanın keyfi nin saklı olduğu bir zekâyla konuşuyor. Sözünü hiç sakınmıyor.

O bir yazar. Bu kitabı özel bir kadının, kültürü ve haklarında roman yazarak yaşamlarına dahil olduğu okuyucuları için anlamı üzeıine yapılan bir meditasyon gibi görüyorum. Yazar olmayı ve yazarlık yaşantını mümkün lalan şeyin ne olduğunu araştırmak, dikkate değer bir yazarın kariyerinin inşasını keyifle izlemek için emek vermek gerekiyor. Fakat bir ikinci hikâye daha var ki birinciyi sarıp sarmalıyor. Bu kitap, aynı zamanda bir kuşağın yaşama adım atışının hikâyesi. Margaret Atwood, KanadalIların hâlâ sömürgeciliğin derin dondurucusunda olduğu ve kendi kültürleri olduğunu yeni yeni fark ettiği bir dönemde kariyerine başladı. Onun kuşağı her şeyi değiştirdi. Değişim, çok fazla anlatılsa da tarifi zor olan altmışlı yıllarda gerçekleşti. Altmışlı yıllar, savaşın ve psikedeliklerin (elbette bunlar hikâyenin yalnızca bir bölümüydü) on yılı olarak nitelendiril-se de, başka hikâyeler de vardı. Ülkeler, altmışlı yılların her yeri aynı anda vuran özgürlük etiğinden payını aldığında, Kanada da kendine özgü bir deneyim yaşadı. Kültürel milliyetçilik dönemine geçti ve bir daha asla eskisi gibi olmadı. Kanada, 1966’dan 1970’lerin sonuna dek edebi bir dönüşüm yaşadı. Ülkede yayımlanmış roman sayısı, 1960’da bir elin parmaklarını geçmiyordu. Şiir kitapları biraz daha fazlaydı, çünkü onları basmak daha ucuza geliyordu. 1966 yılında her yer, kafayı bulmak için yenilen mantarlar misali hızla çoğalan küçük yayınevleri, edebiyat dergileri ve yeni tiyatrolarla doldu.

Yetmişli yılların sonunda, Kanadalı yazarlar artık kendilerine ait bir kültürün parçası olduklarını biliyorlardı. Northrop Frye’ın “hayal gücünün köklerine vuran don” diye yakındığı sömürgecilik çözülmüş ve kendinden emin bir kültür ortaya çıkmıştı. O günlerde toplum kurallarına uymayan pek çok genç vardı; Margaret Atwood da onlardan biriydi. Dolayısıyla onun yazarlık yaşamının hikâyesi, kaçınılmaz bir şekilde kültürü ve kuşağı da anlatıyor. Bu kitap, belli bir zamanda yazan bir kadını anlatıyor. 1970’lerin sonunda sona eriyor. Margaret Atwood, bu zaman zarfında günümüzde tanınan dünyaca ünlü yazar olmuştu. O zamana dek, onu besleyen kültür de layık olduğu yere gelmişti. İşin en zorlu yanı, her zaman başlarken yaşanılan dramdı. Margaret At-wood, bir keresinde o yıllardan şöyle söz etmişti: “Her şey çok ilginçti, fakat en önemlisi, Kanadalılar olarak var olduğumuz gerçeğini keşfetmemiz oldu

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir