Mario Levi – Bir Yaz Yagmuruydu

Herkes yapabileceğini yapar, verebileceğini verir, karşılığında da alabileceğini alır… Kimileri ‘küçük bahçesinin toprağını işleyerek’ kendini bulur ve yaşar, daha fazlasını aramaya gerek görmez, kimileri o bahçede kalmaktan, dahası hapishanesini inşa etmekten başka türlüsünü yapamadığı halde, başka toprakları boşuna hayal eder, bekledikleri gerçekleşmeyince de suçu toprakta arar, kimileriyse bunların hiçbirinin farkına varmaksızın yürür gider… Ben, içine düştüğüm bu dünyanın yaşamak zorunda kaldığım dönemindeki tüm değerlerine, daha da önemlisi benden beklenenlere (elbette çok para kazanan, ‘standartları’ yüksek bir tüccar olmam istenmişti) rağmen yazmayı seçtim, bununla da kalmayıp, vakit-nakit arasındaki bağlantısının tüm mantıksızlığına rağmen sevdim ve hayatımı daha anlamlı kılabileceğine inandım. Bu inanç sadece başlangıçta, ilk adımlarımı attığım günlerde yoktu, yolun neresinde bulunduğumu bilmediğim bu günlerde de var. Hem de çok daha güçlü bir biçimde… Yazarlık uğraşıma bu kadar büyük bir tutkuyla bağlanmamı ancak böyle açıklayabilirim. ‘Yazı’m adına birçok insanımı kaybetmeyi göze alışımı da başka türlü açıklamam mümkün değil, bu ‘yaşama uğraşı’nı aynı zamanda bir kader olarak görüşümü de… Benim yazım sadece bir yazı değildi, aynı zamanda bir alınyazısıydı da… Bu sözü işte bu nedenle sık sık tırnak içine alırım. Asıl söylemek istediğim bir yerlerde kaybolmasın diye… Çok mu abartıyorum ?. Olabilir. Ama az önce size bir tutkudan söz ettim. Her tutku böyle bir kendini kaptırmayı, dahası körü körüne bağlanmayı beklemez mi ?. Ben bu duruştaki yaratıcılığa da, doğurganlığa da tüm kalbimle inandım. ‘Yetenek’, içi doldurulmamış, boş bir kavramdı bu gerçek karşısında. İnsan, çok istediğinde, kendi yeteneklerini de doğuruyordu. Bir yerlerde bir eksiklik yaşanmayagörsün, taşınmaya zorunlu kalınmayagörsün… Çok istemenin karşısında hiçbir engel duramıyordu. Sadece başkalarının koyduğu engeller değil, başkalarınca konulduğu sanılan engeller de değil, insanın, farkına vararak ya da varmayarak, kendine koyduğu engeller de duramıyordu… Bunu yaşayarak, bedellerini ödeye ödeye öğrendim ve ilk hikâyemi 1975 yılında yazdığım dikkate alınacak olursa, otuz yıl süresince, hep bu inançla yapabileceklerimi yaptım.


Sadece hikâyeler ve romanlar yazmadım. Yazılar da yazdım, konuşmalar yaptım, dersler verdim. Göstermeye ve görmeye, anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Bu uğraş halen devam ediyor. Bakalım nereye kadar… Elinizdeki bu yazılar, 1984-2004 yılları arasındaki dönemden artakalanlar. Buna, ayakta ya da hayatta kalabilenler demek daha doğru belki… Kimileri, zamanın akışında, bir yerlerde kaybolup gitti çünkü. Onları ben bile bulamıyorum. Kimileriniyse ben eledim, geçmişin bir yerlerinde bile bile bıraktım… Bir ikisi dışında, tümü de bir yerlerde yayımlanmış yazılar aslında bunlar. Onları böyle bir araya getirmeye uzun süre gerek görmedim. Dahası bu fikre, ara ara böyle bir adımı atmamı teşvik eden çağrılar aldığım halde, deyiş yerindeyse, biraz ‘romantik’ bir tutumla direndim. O yazılar o yerlerin ve zamanların yazılarıydı… İsteyen gider bulurdu. Hatırlayan hatırlardı. Bunların hiçbirinin olmaması da, hiç kimse için çok büyük bir kayıp değildi… Ancak, son zamanlarda, kayıtsız kalamayacağım bir başka gerçeğin de ayırdına vardım. O yazıların birkaçına bir vesileyle dönmek istedim. Ama aradıklarımı bulamadım. Yıllar çok acımasız davranmıştı. Oralarda neler söylediğimi de gerektiği gibi hatırlayamıyordum.

Bu yazıların bir yerlerde kaybolmaları ya da kaybolmaları tehlikesi, en azından benim için önemliydi demek ki… O sözlerle o sözlerin hayat verdiği duygular benim parçalarımdı sonuçta… Tarihimde, adını koymak istemediğim bir ‘şey’ kıpırdamıştı… Bir ikinci nedenim daha vardı. Ben de herkes gibi bu dünyadan günün birinde ayrılacağımı biliyorum. Bilmekle de kalmıyor, bu bilginin aslında ne kadar tetikleyici olduğunu, elime geçen her fırsatta hem kendime hem de başkalarına söylüyorum. Yadsıyamayacağımız tek gerçeğimiz bu zaten… Bunu bir daha hatırladığımda, oraya buraya dağılmış yazılarımın günü geldiğinde birileri tarafından bir kitapta toplanmak istenebileceğini de düşündüm. Ne kadar narsisistim değil mi ?. Olsun. Yazar olduğuna inanmanın, tabiri caizse, şanındandır bu da… Hem bırakın da onca yıl sonra, bu küçük hakkı tanıyayım kendime. Şu oyunu oynayabilen ya da oynamak isteyen, sesini yazı yoluyla birbirine duyurmaya gönüllü kaç insanız ki şunun surasında ?. Ben de, o günlerde yazılarımı bir araya getirmek isteyebilecek bu iyi niyetli insanların işini kolaylaştırayım, dedim bu durumda. Bunlar yetmiyormuş gibi, seçimi de yaptım. Bu yirmi yıllık dönem içinde, en azından bildiğim, bulduğum ve hatırlayabildiğim kadarıyla, bir daha yayımlanmaya ve okurla yeniden buluşturulmaya değecek başka yazı yoktur… ‘Karar’ı aldıktan sonra, bana çok farklı duygular yaşatan bir yazı kazıcılığına giriştim. Onca yazıyı yazabilmiş ve yayımlatabilmiş olmaktan kaynaklanan sevinçti elbette öncelikle yaşadığım. Ancak bu sevincin yanı sıra, ortada, önleyemediğim bir hüzün de vardı doğrusu. O kadar çok yazı ve duygu, o kadar uzakta bırakılmıştı ki… Gülümsedim, bazen de gülümsemeye çalıştım. Yazdıklarım, unuttuğumu sandıklarımı da hatırlatıyordu çünkü ve bu hatırlamalar sadece bir sevinç uyandırmıyordu… Hatıraların, bende kalan, uzun süre için de kalacağa benzer tarafıydı bu da… Şimdilik, sizinle paylaşamayacağım tarafı… Kimi hatırladıklarım, dediğim gibi, çok acı vermişti çünkü… Yazıları bir araya getirmeyi başardıktan sonraysa, bir daha okudum, tekrar tekrar okudum.

Katıldıklarım vardı. Hâlâ savunabileceklerim, savunmak isteyeceklerim ve arkasında durmak isteyeceklerim de vardı… Hiç katılmadıklarım da vardı ama, önemli değildi. İnsan, istese de istemese de değişiyordu sonuçta. Dahası değişmesi, değişebilmesi daha tercih edilesiydi… Bırakılması gerekenleri bırakılmaları gerektiği gibi bıraktım. Birkaç küçük düzeltme yaptığımı ve bu yazılarla biraz oynadığımı da itiraf etmeliyim ama bu arada. Ancak yaptıklarım daha çok dille ve anlatımla ilgili düzeltmelerdi, düşüncelerim ve duygularımla ilgili düzeltmeler değil. Onlar öyle kalmalıydı, kaldı da. Bu gözden geçirme uğraşı da, beni bu yazıları önünüze, deyiş yerindeyse kuru kuruya getirmemeye itti. Madem paylaşmak ve bir daha anlatmak, yazdıklarımı yeni okurlarıyla buluşturmak istiyordum, kimi küçük açıklamalarda da bulunmalıydım. Hatta kendimle karşı karşıya gelmeyi, yüzleşmeyi de bilmeliydim. Yazıları birleştiren hikâyeler ya da ara metinler de böyle doğdu işte… Bu ara metinlerde hem bu yazıların yazılış, ortaya çıkış serüvenlerini anlatan, hayata ve yaşananlara dair bilgileri, hem de yazarın kendi yazılarını değerlendirmelerini bulacaksınız. Hafif bir renk katma çalışmasıydı bu. Gerekli miydi peki ?. Kimileri değildi diyebilir. Dahası kimileri bu yaptığımı okumaya bir çeşit müdahale olarak bile görebilir.

İşte ben de bu nedenle, bu kitap için, üç farklı okuma öneriyorum. İsteyen ara metinleri es geçer, hiç dikkate almaz, sadece yazıları okumayı tercih eder, sonra da kendi kişisel değerlendirmesini yapar. Bazı ince ayrıntıları merak edenlerse, bu yazılarla birlikte, bu bilgileri de okumayı dener. İsteyen de, sadece yazıları okuduktan sonra, gerek görmesi halinde, bu ek metinleri okur. Ya da şimdi bu okumalarla ilgili tüm söylediklerimi unutun ve kendi bildiğinizi yapın. Bu önerilerim de durduk yerde bir başka yönlendirme olarak görülmesin… Bunları şu amaçla söyledim aslında. Her okuma farklı bir vurgu getirecektir ve benim için doğrudur. İnsan, kendisini duyurma sancısı çekince, böyle olasılıklar üzerinde durmaya mecbur kalıyor işte… Kitabın adına gelince… Bu ad da bu birleştirici metinlerin ya da hikâyelerin uyandırdığı duyguyla bulundu. Yirmi yıl, onca yaşanana rağmen, bir yaz yağmuru gibi çabuk geçmişti gerçekten… Bunu, bu satırları yazarken de hissediyorum. Ancak bu yıllara yazılar, bir yağmur gibi de düşmüştü aynı zamanda. Benim yaşadıklarım, bir yazma yağmuruydu da… Başka türlüsünü yapamazdım, evet… Tutkum bana yaz demişti… Tüm unutulmak istenecek ve unutulamayacak yağmurlara, gidenlere ve bir daha dönmeyeceklere, yaşananlara ve yaşanamayanlara rağmen… Tüm depremlere ve geçiciliklere rağmen… Yaz… Yaz… Yaz… Yağmur hâlâ devam ediyor… Eskisi kadar ıslanmaya devam ediyorum elbet… Ama arada küçük bir fark var… Savunmasızlığa ve korunmasızlığa daha çok değer veriyorum artık… Nasıl korunacağımı eskisinden çok daha iyi bilsem de… Yolunuz açık olsun… 1984… ‘Şalom gazetesi’ … İlk adımların heyecanı… Şalom gazetesinin Yaşam ekinde yayımlanan bu iki yazı, beni ilk kez okur karşısına çıkarıyordu. O günlerdeki heyecanımı ve sevincimi asla unutamam. Ak üzerine karanın büyüsüydü bu… Böyle bir yerden nereye gideceğimi elbette bilmiyordum. Kendime, önümde çok çetin bir yolun uzandığını söyleyebiliyordum ama. Direnecek, savaşacak ve beklemeyi göze alacaktım.

Hikâye serüvenim bunu bana çoktan öğretmişti zaten. Sevincimi artıran, daha da doğrusu gururumu okşayan ve beni daha da yüreklendiren, bu yazıların, alınan özel bir izinle, Haldun Taner’in Milliyet gazetesindeki ‘Devekuşuna Mektuplar’ sütununda daha önce yayımlanmış bir Kafka makalesinin yanında yer almasıydı. Bu heyecanımı birkaç yıl sonra, hayatımı değiştiren o ‘buluşma’nın hemen ertesinde de dile getirme olanağını bulacaktım. Ancak o ‘ilk günler’de, bu ‘buluşma’yı, ne gizleyeyim, hayal bile edememiştim. ‘Buluşma’da Haldun Taner Öykü Ödülü vardı… Bu ödülü gerektiğince taşımak için elimden geleni yaptım… 1984 yılının gerçekleri çok farklıydı ama, dediğim gibi. O heyecanda daha çok, Haldun Taner’in hocam olmasına yüklediklerimin getirdikleri ve uyandırdıkları vardı. Uzunca bir süredir görüşmüyorduk. Kendimi başka bir hayat mücadelesinin içinde bulmuş, filoloji günlerindeki birçok insanımın hiç istemediğim halde çok uzağına düşmüştüm. Ona, o dönemimde, bu yazı birlikteliğimiz sayesinde, onca zaman sonra kendimi yeniden gösterebilmemden daha sevindirici ve gönendirici ne olabilirdi ki… Bu yazılarla, Kafka’nın sadece ustalarımdan biri değil, aynı zamanda ruh ikizlerimden biri de olduğunu dolaylı bir yoldan göstermek istemiştim, hatırlıyorum. Bu ‘yakınlık’, Yahudi kimliklerimizin çok ötesinde ve derinlerinde bir yere dayanıyordu. Bunu, bu kimliğin önemini göz ardı ettiğimden söylemiyorum. Tam aksine böyle bir ‘ortaklık’ beni elbette kendisine, dilimde benim gibi yol almaya çalışan birçok yazardan çok farklı bir şekilde çekmişti. Ancak ondaki, bu kimliğin de izlerini taşıyan derinlik, başka bir derinlikti, hissediyordum. Anlıyordum demedim, hissediyordum dedim, farkındaysanız. Şimdi, yıllar sonra bu yazıları okurken, kimi cümlelerimde bu duygumu kendiliğinden, çok da farkına varmaksızın dışavurmuş olduğumu görüyorum.

Yazılar da birer tanıtım ve metin incelemesi kaygısından çok, böyle bir amaçla yazılmış gibiydi zaten… Kafka’nın ‘Değişim’i… Hangi Değerler, Hangi Ahlak Kuralları ?. Kafka’nın en bilinen hikâyelerinden biri olan Değişim, ilk kez Kurt Wolf tarafından, 1915 yılında yayımlandı. Yayımlatma istek ve cesaretini gösterdiği ender eserleri arasında yer alan bu hikâyesini yazdığı yıllar, yazarın kendisini katılaştırdığı ve toplumdan uzaklaştırdığı, dahası iyiden iyiye soyutlamayı göze aldığı yıllardır aynı zamanda. Hikâyenin kahramanı ‘reklam propagandisti’ Gregor Samsa, kâbuslarla dolu bir gecenin ertesinde, kendisini büyük bir hamamböceğine dönüşmüş olarak bulur. Kahraman, gece ve tatil günleri gibi, insanın kendisine daha çok yönelmek zorunda kaldığı o tehlikeli zaman dilimlerinin birinden itici bir yaratık kimliğiyle çıkmıştır. Şaşırtıcı, belki de yadırgatıcı olan, onun bu değişime rağmen insan dönemindeki duygu ve niteliklerini yitirmemiş görünmesidir. Babasının birkaç yıl önceki iflasından sonra, ailesinin geçim yükü, tüm tasaları ve çalışma düzeniyle, bu duygularının karmaşasını yaşayan Samsa’nın omuzlarına yüklenmiş, bu durum, annesi, babası ve kız kardeşi Grete tarafından, mutlak yerine getirilmesi gereken zorunlu ve doğal bir görev olarak görülmüştür. Onun, o ilk sabahta, değişmiş bedenine rağmen zihninde dolaştırdığı düşünceler, biraz da bu nedenle, bu yükümlülüğün ve tutsaklığın yol açtığı tasayla gelişir ve ortaya konur. Örneğin, kendisini işyerine yetiştirecek trene on beş dakika geciktiğini birdenbire, dehşetle fark eder. Yatağından doğrulmak için davransa da, bedeninin henüz alışmadığı işleyişi ve yeni bacaklarının güçsüzlüğü buna izin vermez ama. Alışkını olmadığı bu gecikme ailesinin de dikkatini çeker. Evde herkes onun uyuyakaldığını ya da hastalandığını düşünür önce. Kilitli oda kapısından seslenmelerine aldıkları karşılık, garip bir hayvanın çıkarabileceği bir sestir sadece. Aynı karşılığı, bir süre sonra, eve bu gecikmenin hesabını sormaya gelen müdürü de alır. Uzun ve zahmetli bir çalışmadan sonraysa kapısının kilidini açıp, her şeye karşın, kendisini ‘göstermeyi’ göze alır.

Ailenin tüm bireyleri, özellikle de baba bu beklenmedik görüntü karşısında, dehşetten ve üzüntüden çok, büyük bir öfkeye kapılır. Odasından çıkmaya çalışsa da hırpalanır, kaba güçle gerisin geriye itilir ve bir yerde, bu odada hepten yaşamaya mahkûm edilir. Zaman geçer, bu artık sonlanmayacakmış gibi görünen kâbus devam ederken, aile de, geçimini sağlama konusunda, gereken önlemleri almaya çalışır. Hasta anne koltuğunda elişleri örer, baba bir dairede odacı olarak çalışmaya başlar. Birikmiş paranın hesabı yapılır. Evin bir odası üç adama kiralanır. Bakımını köylü ve yaşlı bir kadın hizmetçinin üstlendiği Gregor ise, kendisindeki bu değişim yüzünden, bir yandan ailesinin karşılaştığı bu sorunlar, bir diğer yandan da kız kardeşinin konservatuvardaki keman öğrenimine artık devam edememesi karşısında çok derin bir üzüntüye kapılmıştır. Ziyaretine arada sırada kız kardeşi de gelir, kendisine, beslenmesi için gereken çöpleri ve yemek artıklarını getirir. Grete bu durumu başlangıçta bir sorumluluk ve bir görev olarak kabul eder. Ancak abisinin bu halindeki değişmezlik ve değişmezliğine inancı, tahammül sınırlarını ancak belirli bir yere kadar götürebilmesine izin verir. O da ziyaretlerini zamanla seyrekleştirecek, abisini, tıpkı anne ve babası gibi kendi kaderine terk edecektir. Bu yeni hayatta, her şeye karşın aralık bırakılan oda kapısından duyduklarıyla, ailesiyle kimi geceleri ve bu gecelerin duygularını paylaşmaya çalışır Gregor. Bir gece de, kız kardeşinin keman çalmasından çok etkilenerek, yeni kiracıların da bulunduğu odaya gitme ‘temkinsizliğini’ gösterir. Şiddetli bir öfkeye kapılan baba, oğlunu âdeta bir elma bombardımanına tutar. Bu elmalardan biri de Gregor’un sırtında derin bir yara açar.

Tekrar odasına ‘tıkıldıktan’ sonra, kız kardeşi, artık asla kendilerinden olamayacak bu iğrenç canavardan mutlaka kurtulunması önerisinde bulunur. Odasında, kirli, terk edilmiş, görme duyusunu, iştahını ve insan niteliklerini her geçen gün biraz daha çok yitirmiş ve hayvansılığından nerdeyse zevk alır bir haldeyken, kız kardeşine için için hak verir ve artık ölme zamanının geldiğini düşünür Gregor. O gece, sabaha doğru saat üçte, aldığı yaranın ve bu düşüncelerin etkisiyle son nefesini verir. Sabah, odaya gelen hizmetçi yaratığın ‘geberdiği’ müjdesini verir. Bu epeydir beklenmiş gelişme üzerine büyük bir rahatlama duyan aile, bir günlük bir tatile çıkmaya karar verir. Bir köy yerine doğru yol alırlarken, anne ile baba, tramvayda, çok önemli bir kararın vaktinin geldiğini fark ederek, şefkatle bakarlar birbirlerine. Grete büyümüş, serpilmiş, güzel bir kız olmuş, evlenme çağına gelmiştir artık… Kafka’nın birçok eserindeki gibi, yarın tasasını yaşayan, küçük hesapların peşinde koşan insanların dünyasında geçen bu öyküde de, gerçekliğin sınırlarını zorlayan fantastik olaylar, dikkatli bir gözle incelendiğinde, görülenden daha üst ve derin bir insanlık durumunu vurguluyor ve yazarın değişmez ‘leitmotiv’leri arasında yer alan bir başka olma, bu nedenle de toplumun dışında kalma, dahası bırakılma sorunsalının taşıyıcılığını yapıyor. Hamamböceği de, anlatılanlara böyle bir bakış açısından yaklaştığımızda, rasgele seçilmiş bir simge olmaktan çıkıp, baskıcı babanın kişiliğiyle bütünleşen, tuttuğunu koparan, toplumdaki yerini almış insanların, farklı ve aykırı insanlar karşısında duydukları rahatsızlığın, giderek iğrentinin açıklayıcısı oluyor. Benzer bir denemeyi, yazarın bir başka eserinde, Taşrada Düğün Hazırlıkları’nda da görüyoruz. Bu öykünün kahramanı Raban benliği ikiye bölünmüş bir insan kimliğiyle karşımıza çıkar ve evlenmesinin hemen öncesinde, kendisini yatağında, bir böcek olarak görür. Ancak yine kendisinden bilineni ve istenileni bekleyenlerin taleplerine aykırı düşmemek için, evlilik törenine giyinmiş bedenini göndermeye karar verir. Gregor Samsa işte bu son tavizi reddetmiş görünür. Üstelik bu başkalık karşısında yeni bir alternatif getirmez ve bu haliyle Raban’ınkinden daha saygın ve onurlu bir seçimle karşımıza çıkar. Kafka’nın bu hikâyesi, her türlü çıkışın önünün kapandığını dile getirmek isteyen bir çığlık gibidir. Birileri bir kadere mahkûm edilmiştir sanki.

İnsanlığını kaybedip, en iğrenç hayvan şekillerinden birine dönüşen Gregor Samsa’nın bu değişiminin bir seçim mi, yoksa bir zorunluluk mu olduğu sorusunu yanıtlamaysa, galiba bu ‘durum’ üzerine düşünmeye gönüllü olanlara ya da farklılıklarının acısını çekmeye zorunlu tutulanlara kalıyor…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir