Mario Levi – İstanbul Bir Masaldı

‘Burada’ anlatılanların ya da kendini yavaş yavaş yazdırmış bu ‘uzun hikâye’de bir ‘yazı’ olarak yaşananların kimi insanları rahatsız edeceğini biliyorum. ‘Yazımı’, başkalarından, bana bu ‘yazıyı’ kabul ettirmek isteyenlerden elimden geldiğince uzaklaşarak anlamaya, daha da önemlisi sorgulamaya çalıştığım, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen gecelerde de böylesi bir duyguya kapılmıştım. Bana duyurulanları, hayatımın bir yerlerine koymaya çalıştığım gecelerdi o geceler… Beni ben yapan, beni, ‘yazımı’ başka bir sesle, içimdeki o sesle taşımaya çalıştığım halde, bulduğum tüm gizli köşelere ve oyunlara karşın benden kurtaramayan, köklerini çok uzaklarda, bana kalan bir mirasta arayabileceğim bir duyguydu bu… Bu mirası ‘dilimde’ yaşamanın hikâyesini anlatmalıydım, bu olasılığın, hayatımdaki, doğduğum, yaşadığım şehirdeki uzantısını, yeteneklerimin, ‘sınırlarımın’ elverdiği ölçüde görmeli ve göstermeliydim elbet. Bu inancın bana verdiği güçle, daha sakin, daha tanıdık ve güvenilir bir ‘kıyıda’ yürüyebilirdim bu durumda. Bu ‘kıyıyı’ bildik sözcüklerle, ‘başkalarının’ benden beklediği bir kimliğin sularında kalarak dile getirebilirdim. Kendime yakıştırdığım, yakıştırabileceğim bu durum, yaşadığım, tutunmak istediğim olasılıklardan biriydi ama sadece. Yaşadığım, tutunmak istediğim olasılıklardan biri… Beni, o sakin sularda yüzmeye çalıştığım günlerde, başka sesler de çağırmıştı oysa. Bir tek yerde kalma, bir tek yer için yaşama ve ölme korkusu, başka yerlere, uzun süre kalamadığım, yaşayamadığım o yerlere gitmenin yolunu içimde biraz da bu yüzden, bu olasılığa sonuna kadar inanamadığım için açmıştı. O hayallere bu yüzden kapılmıştım. Bu yüzden yalan söylemiş, yalanlarla da yaşamayı öğrenmiş, sevdiklerime ihanet etmiştim. Ciğerlerimi, astımıma bakmaksızın, bu yüzden, ‘soba kömürününkinin dışında’, aklımca ‘tüten her şeyin’ dumanıyla doldurmuştum. Bana, sevişmenin hiç bilmediğim o karanlık yüzlerini, o karanlık ‘çıraklık’ günlerimde, tüm cömertliği ve hırçınlığıyla öğreten, arada sırada bir üniversitede sosyoloji hocası olmak istediğini söyleyen, ela gözlü, saçları bal renginde, çilli bir orospuyla bu yüzden evlenmek istemiştim. Büyük Oruç Günü’nde Spinoza okumayı bu yüzden tercih etmiştim. Pezevenk olmayı bu yüzden düşünmüş, reklam yazarlığını da bu yüzden denemiştim. Börek pişirmek ve iyi dolma sarmakla övünen ‘namuslu’ kadınlardan bu yüzden nefret etmiştim.


‘Özgürlüğü’ konuşan ya da oynayan, ama ellerini yakmayı göze alamadan, sadece konuşan ve oynayan, sonuçta hep o evlerine ve ‘miraslarına’ bağlı kalan kadınlardan da bu yüzden tiksinmiştim, tüm bu ‘bakışlarımı’, kendilerini daha iyi koruyabilmek ya da bu dünyayı ellerinde tutabildiklerini birilerine hep gösterebilmek için, bir ‘şeyleri’ sadece tanımlayarak, o duygulara dokunmaya, gerçekten dokunmaya cesaret edemeden, ‘bilimsel’ bir temele oturtmaya çalışanlardan da… Bunlar benim yalnızlıklarımdı, benim oyunlarımdı, benim o yıllarda hiç kimseye söyleyemediklerimdi elbet. İçimdeki çocuk, terk edildiğine inanan, kendini birilerine hep göstermeye çalışan çocuk, böyle yaşamayı da gereksinmişti ama. O çocuk bu insanı benden yıllar boyunca istemişti. O çocuk haklıydı. O çocuğun tüm bu ‘kepazeliklere’ hakkı vardı… O çocuk daha iyi görmenin, tanımanın yollarındandı belki de bunları… Günün birinde yaşayacağıma, daha doğru bir deyişle de karanlığımda bulacağıma inandığım, inanmaktan hâlâ vazgeçemediğim o hikâyeye doğru yeniden ilerlemeyi mi deniyordum öyleyse bu anlama çabasıyla?. Belki. Kendimi, içimde ‘inşa etmeye’ çalıştığım bu hikâye adına, kırgınlıklarımı, kuşkularımı, ihanetlerimi hep hatırlayarak, kendime bir kez daha sormam gerekiyor elbette bu durumda. Kendimi, kendime bir kez daha sormam gerekiyor… Başkalarını, söylediklerimle rahatsız edebileceğim duygusunun, başkalarından istesem de istemesem de taşığıdım o duygulardan olup olmadığını anlamaya çalışmam gerekiyor. O tarihte yaşadıklarım, bana susmam, öfkemi içime gömerek susmam gerektiğini de öğretti çünkü. Birilerini, birilerine bir ayna tutarak rahatsız etmenin, farklı bir yerden düşünmeye çağırmanın kolay olmadığı bir iklimde doğdum ben de sonuçta. O iklimin ‘dilleri’ benim sığınağımdı. O iklimin ‘dilleri’ benim de tutsaklığımdı… Yola çıktığım günlerde, tüm yaşadıklarıma karşın, başkalarını, varlığım, söylemek ve hatırlatmak istediklerimle rahatsız etmek gibi bir amacım yoktu oysa. O günlerde benim de ‘anlatmak’, yalnızca ‘anlatmak’ istediğim bir masalım vardı. Bir ‘yazı’yı, bir yolculuğu, dünyanın farklı ‘ülkelerinde’ bir ‘kemancı’ gibi yaşamanın masalıydı bu. Her Yahudi gibi ben de ‘ülkesini’ doğurmaya, yaşamaya ve bulmaya çalışan bir gezgindim sonuçta.

Her Yahudi gibi ben de ‘vatansız’dım birilerinin gözünde… Her Yahudi gibi ben de ‘sıradan’dım, ‘güvenmez ve güvenilmez’dim, ‘dilsiz ve yabancı’ydım. O hikâye, ‘hikâyemiz’ diyebileceğim o hikâye, nerede, ne zaman, kim için başlamıştı öyleyse?. Nerede, ne zaman, kim için?. Ertelemek, umut etmeyi sürdürmek, yaşamak, sonuna kadar, ‘onlara’ karşın yaşamak ve göstermek ya da ‘anlatarak yaşamak’, uzun, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir geceden sonra, yepyeni bir sabahı doğurmak için korumaya çalıştığımız o hikâyelerden miydi bu hikâye de?. Anlattığımız, daha da önemlisi anlattığımızı sandığımız geçmiş, hangi dilin ya da sözcüklerin geçmişiydi aslında?. Sorulması kendince bir yürekliliği gerektiren, yanıtları sessiz sedasız küçük cinayetlere, bir şeylerin, adını bir türlü koyamadığımız bir şeylerin bir yerlerde öldürülmesine yol açabilecek sorular biraz da bunlar. O ilişkilerde, tıpkı o aşkın yolcusu gibi, her geçen gün, her insanda, biraz daha çok tükendiğimizi boşuna düşünmemiştik… O ilişkiler, o yılların akışında, bizim belki de daha çok yalnızlığımız olmuştu… Sözcükler, o sözcükler, her zaman bizim sözcüklerimiz değildi çünkü. Sözcükler her zaman bizim sözcüklerimiz değildi… O sözcükler bizim çıplaklığımız, kendimizi yeniden keşfetmemiz de olabilirdi ama, biz ‘aslımızdan’, bize yalnızca kendi sözcüklerini vermek isteyenler tarafından yavaş yavaş, sinsice koparılmıştık… O sözcüklerin hangi sözcükler olduğunu sorabilir miyiz şimdi birbirimize?. O sözcükleri birbirimizden isteyebilir miyiz, birbirimize hatırlatabilir miyiz?. Biz yeniden o sözcükler olabilir miyiz?. Biz yeniden o sözcükler olabilir miyiz?. Biz, biz olabilir miyiz?. O ilişkilerde yaşananlar hiç kimsenin ‘yanlışı’ değildi elbet. Hiçbir an, hiçbir ‘yanlış’ anın sonucu değildi. Yanlış yoktu üstüne üstlük.

‘Yanlış’ yoktu… ‘Yanlış’ da yoktu, ‘doğru’da… Yaşananlar, yaşanabilenlerle birilerine bırakılmak istenenler vardı sadece. Yaşananlarla, yaşanabilenlerle birilerine bırakılmak istenenler… Ya da… Yaşadığına inanmak, kısa bir süreliğine de olsa inanmak için, birilerine ‘gösterilmek’ istenenler… Bu kitap, ‘anlatılanlara’ böylesi bir açıdan yaklaşıldığında, birkaç şekilde okunabilir bu durumda. İsteyen, bildiklerini yeniden görmek için, kitabın başındaki birkaç sayfalık ‘Sığırcıklar’ bölümünü okumakla yetinebilir. Bu ‘tercihi’ yapanlar, kitabı okumuş ve ‘görmüş’ sayılacaklardır. Bir başkasını, başkalarını anlamak için bu çaba da yeterli olabilir. Böylesi daha önce de yapılmıştı, bu kadarıyla daha önce de yetinilmişti sonuçta… Görüntüler ya da yalnızca görünenler, başkalarına daha önce de yetmişti… Kısa sürede tüketmek, tükettikten sonra da, doğruluğuna, sarsılmayacağına inanılan bir yere koymak, o bildik, bizi o yerlere, gerçek yerlerimize koyan seçimlerdendi… Geriye kalan, bende hâlâ devam eden hikâyeleri taşıyan sayfalarsa, yalnızca ‘ayrıntıları’ merak edenler içindir. Yalnızca ‘ayrıntıları’ merak edenler için… ‘Ayrıntılarla’, ‘yitirilen dillerler’ bir başkasına birkaç adım atmak isteyenler için… İsteyenler, bu kitabı, ilk sayfasından son sayfasına doğru, kendi adımlarının sesini dinleyerek, duyarak da ilerleyebilir, farklı bölümleri ‘atlayarak’, ya da ‘başka’ bir okuma ve önem sırasına koyarak da. Bu ‘öneri’nin de yeni bir ‘öneri’ olmadığını biliyorum. Başka iklimlerde, başka ‘yazı’larda ve zamanlarda, bu sesin ardından daha önce de gidilmek istenmişti, biliyorum. Ama ben, böylesi bir ‘öneri’yi yapmayı ya da olası tüm yinelemelere karşın hatırlatmayı göze alırken de, ‘yazı’nın hayatıma istesem de istemesem de yön veren o dokunuşunu düşünüyorum galiba en çok. ‘Parçaları’ toplamak, bir araya getirmek yürekliliğini göstermek hiçbir zaman kolay olmamıştı. O resme, kendini o resmin içine koyarak, zamanı geldiğinde yeniden bakabilmek, bir yetenekten çok, bir sabrı gerektiriyordu. O resmi görebilmek, gerçekten görebilmek için, bir emek gerekiyordu, bir kendini verme çabası gerekiyordu, bir ‘kendindenlik’ gerekiyordu. Bir gönül işiydi bu. Bir gönül işi… Yalnızca bir gönül işi… Tıpkı beslemeye, korumaya, yitirmemeye çalıştığımız o ilişkilerde olduğu gibi.

Tıpkı beslemeye, korumaya, yitirmemeye çalıştığımız ‘gerçek dilimizle girdiğimiz, bizi bizde büyüten, bizi bize belki de en doğru yoldan gösteren o ilişkide olduğu gibi… Bu ayrıntıların, kimi, nereye, nasıl götüreceğini bilemem elbet. Bir insanın bir başkasına doğru ilerler ya da başkasında, içindeki tüm o eski görüntülerle yürürken, kendi serüvenini, yalnızca kendi serüvenini yaşadığını, bu aşamada bir kez daha yinelememe gerek yok. Benim kimi ipuçlarına yaklaştığım yerde, doğduğu, denizini soluduğu ve bir türlü terk edemediği şehre, bambaşka bir pencereden bakmaya çalışan, daha da önemlisi, ‘dilini’, ‘asıl dilini’ bulmak için uzun bir yürüyüşü göze almış bir hikâye kahramanım vardı. ‘Ülke’nin sırrı bu yürüyüşte gizliydi, ‘Ülke’nin sınırları bu ‘dille’ çizilecekti. ‘Ülke’ bu ‘dilin’ kendisiydi, bu ‘dilin’ açtığı ufuktu, bu ‘dilin’ verdiği, uyandırdığı hayallerdi, ‘bu dilin’ doğurduğu duyguydu. Hikâyeyse çok eski bir hikâyeydi. Hikâyedeki saat, ‘kullanılmış’, başka yerlerde ‘yaşamış’ bir saatti örneğin, hikâyedeki ‘ölümler’, ‘bilinen’ ölümlerdendi, hikâyedeki kitap, sabırla, hem gizlenmek, hem de gizlenmemek için yazılmış bir kitaptı. Anlatmaya, kurmaya çalıştığı metni, sığınabileceği tek ‘ülkesi’ bilen bir insan vardı bu kitapta. Anlattıklarının hem tanığı, hem seyircisi, hem de kahramanı olan bir insan… Anlattıklarının, bir başka deyişle, hem içinde, hem de dışında kalan, kalmaya yargılı görünen bir insan… ‘Duvarlar’ orada da görülmüştü, ‘duvarlar’ da ‘o ülkenin’ sınırlarını çizmiş, daha da önemlisi göstermişti. Bu ‘duvarların’ yabancısı değildim… Bu ‘duvarlar’ benim duvarlarımdı… Benim duvarlarım. ‘Dilimde’, yeniden bulmak istediğim, ‘dilimde’ anlatmayı düşlediğim duvarlarım… O tedirginlik böyle açıklanabilirdi, o yanlış adım atma korkusu bu duvarlar tarihinde aranabilirdi belki de… O korku o duvarlarda gizliydi… İstanbul’un ‘batı’ya en yakın yarımadasında, bir ‘yabancı’ olarak doğmak benim suçum değildi ama. İstanbul’u bir masal gibi yaşamak da benim suçum değildi, başka kitaplardaki insanlara ya da hayatımın bana yön veren hikâye ve oyun kahramanlarına zaman zaman benzemeyi istemek de, ‘ötekiler’in sözcüklerini, eski bir yanılsamanın etkisiyle, ayırdına varmaksızın kullanmak, yeni bir yolculuk, bir kurtuluş umudu bilmek de… Benim İstanbul’um bir masaldı sonuçta… Benim İstanbul’um bir masaldı… Bu masal benim hikâyemdi. Bu masal ‘onların’ hikâyesiydi… Bu masal bizim hikâyemizdi… Bu masal sizin hikâyenizdi… Bu masal, kendini, kendi şehrinde yabancı hissedenlerin hikâyesiydi… Bu masal, tüm yaşamlara karşın, Boğaz’ın sularını bir ana rahmi olarak görmek istemenin hikâyesiydi… Bu masal, ‘yanlış’ bir kulaçta ya da kürek sallayışta, o akıntıların biri tarafından yutulmaktan, bambaşka bir denize sürüklenmekten korkmanın hikâyesiydi… Bu masal, bir masaldı işte… Sığırcıklar Bir akşam vaktiydi… Gülümsüyordunuz… Onunla ilk kez nerede, ne zaman, nasıl karşılaştığımı hatırlamıyorum şimdi. Onunla, yeni günlerin, sabahların beklentisiyle, hangi insanları doğurmaya çalıştığımızı da hatırlayamıyorum artık… Tarihimizde, farklı, birbirimize başkalarından istesek de istemesek de getirdiğimiz tarihlerimizde, hiçbir zaman unutamayacağımı bildiğim, hiç kimseye gösteremeyeceğim, beni, bana her geçen gün biraz daha çok veren sayısız fotoğraf da var oysa. Bu fotoğraflar gecelerimizi, paylaşamadıklarımızı, en yakınlarıma bile anlatamadıklarımı da barındırıyordu, tüm yaşadıklarıma karşın durmaksızın yenilediğim ya da yinelediğim umutlarımı da… Bizim, yıllardır yaşadığım bu şehre, farklı bir pencereden bakan yaz gecelerimiz vardı örneğin.

Bir balkondaydık. Akşamsefalarının kokusu, hayatımdaki birçok eski bahçenin yalnızlığını barındırıyordu. O bahçelerin birine o zaman da bir kez daha dokunmak istemiştim. Bir ateşböceğini avuçlarının içine almıştı annem. Ateşböceği, o karanlıkta, o avucun sıcaklığında parıldamaya devam ediyordu. Orada, o köşede, başka ateşböcekleri de vardı. Başka ateşböcekleri de… Onunla, o balkonda ya da o evin bir başka odasında eski şarkılarımı da paylaşmaya çalışmıştım sonra. Şarkıların, gerçekten yaşanmış şarkıların içimizden hiçbir zaman gitmeyeceğini, gidemeyeceğini biliyordum çünkü. Kimi şarkıların farklı zamanlara, farklı zamanlar için er ya da geç taşınacağını, taşınmak isteneceğini biliyordum. Şarkılar bizdik, yitirdiğimiz, bir türlü bulamadığımız dilimizdi öylesi zamanlarda. Şarkılar bir türlü bulamadığımız dilimiz ya da başka hikâyelerde, başka kırgınlıklar adına anlatmaya çalıştığım yanılgılarımızdı. Kimi nesnelerimizi bunun için saklıyorduk, korumakta direniyorduk zaten, kimi eşyalarımız biraz da bu nedenle kimi sevgililerimizde ve aşklarımızda, yalnızca hayallerimizle besleyebildiğimiz aşklarımızda taşıdığımız kamburumuzdu… O gecelerde, bu birlikteliklerimizde, birbirimize dokunmalarımızda, kendimi ne kadar yenik ve terk edilmiş hissettiğimi de anlatmak istemiştim. Kaleme kâğıda yeniden sarılabilirdim, ‘yazı’ma, hiçbir zaman terk edemeyeceğime inandığım ‘yazı’ma yeniden tutunmayı deneyebilirdim elbette o zamanlarda. Onunla baş başa kaldığım zamanlar, başkalarını, tüm tasarılarımı, özlemlerimi, yarınlara yönelik umutlarımı, daha da önemlisi ertelemelerimi unuttuğum zamanlardı sonuçta. Deyiş yerindeyse, doğurgan bir ölümdü onunla yaşadığım.

Doğurgan bir ölüm… Onun bana dokunuşlarında, bana o geceleri sonuna kadar, tüm benliğimle, tüm zihnim ve cinselliğimle yaşatışında tüm çocukluğum da gizleniyordu çünkü. Tüm çocukluğum, evet… Tüm çocukluğumla, çocukluğumda yitirdiğim tüm çocukluklarım… O günlerde gittiğim o evden de yıllar sonra anlatmak, başkalarıyla paylaşmak istediğim şarkıları hatırlıyorum şimdi en çok… Hâlâ dost kalışımızı, kendisinden ayrılmaya bir türlü gönül indiremeyişimi anlatmakta zorlanıyorum tüm bunları hatırladığımda. Onunla, hayatımın en değerli fotoğraflarını, sözcüklerini paylaşmaya çalıştığım anlarda bile yeterince konuşamadım, konuşmayı başaramadım çünkü. Neden böyle, bu duvarlarımla yaşamıştım ama? Neden, hangi umutlar adına? Kendisini daha çok yaşamaktan, sonuna kadar, tüm olabilirlikleri göze alarak yaşamaktan mı korkmuştum yoksa? Belki… Öteki ilişkilerimizi de bu korku nedeniyle, kendimizi sevdiklerimize bütünüyle veremediğimiz için gereğince taşıyamamıştık, taşıyamıyorduk zaten… Öteki ilişkilerimizi, tutkularımızı da, kendimizi bir yerden sonra gizlediğimiz, gizlemeyi yeğlediğimiz için öldürmüştük… O bunu biliyordu, karşılaştığımız, buluştuğumuz ilk zamanlardan beri biliyordu sanırım. Karşılaştığımız, birlikte olmaya ya da kalmaya çalıştığımız ilk zamanlardan beri… O zamanlar, o çocuğun o evi aradığı, annasiyle birlikte, avuçlarının içinde, sıcaklığında bir ateşböceğini, en azından bir ateşböceğini sonuna kadar yaşatmak istediği zamanlardı belki de… O gecelerde cinselliklerimizi tüm insanlarımızla, bizden adını belki de hiçbir zaman koyamadığımız bir şeyleri koparan tüm insanlarımızla paylaşmıştık… O gecelerde hiçbir kitaba alamayacağımız tarihlerimizi de yazmıştık… O bunu biliyordu… O bunu kim için, kimler için yaşattığımı, her geçen gün biraz daha çok anlayabildiğim, anlayabildiğime inanmak istediğim bir eksiklik için yaşattığımı, yaşatmaya çalışacağımı biliyordu… O, tüm bunları bildiği için beni kendisine, yalnızca kendisine istemişti belki de… Kendisine, yalnızca kendisine… Daha çok kendim ya da daha çok kendimde olabileyim diye… Ondan hiçbir zaman ayrılamadım bu yüzden. Hiçbir zaman… Tüm umutlarıma, insanlarıma ve duvarlarıma karşın… Kimi gecelerde, bulunduğumuz pencerenin kenarından başka gecelere bakıyoruz. Gülümsüyorum, onunla yaşamayı ben de öğreniyorum artık… O gecelerden de, odama beklenmedik, unuttuğumu sandığım seslerle süzülen o sabahlardan da kurtulamayacağımı biliyorum artık… Birbirini, birbirini yaralayarak, örseleyerek seven, tüm olumsuzluklar ve acılarla birlikte sevmeye devam eden insanların, birbirlerinden, hangi kaygılar yüzünden tüm kaçışlara, aldanmalara ve ertelenen sevinçlere karşın kopamayacaklarını da anlamaya başlıyorum çünkü artık… Onun adı… Onun bendeki adı ‘Hüzün’dü… Hüzün… Şimdilik bulabildiğim, onun için, kendim için, yıllar süren beraberliğimiz için bulabildiğim tek ad bu… O, yaşadığımız günlere verebileceği öteki zamanları, duyguları, evleri gibi, başka adlarını da benden gizledi çünkü. Bunu hissediyorum, bunu o aldanmalarımın yol açtığı gecikmelerden sonra daha iyi anlayabiliyorum. Ne var ki tüm gerçek, doğru ilişkiler gibi, bu ilişki de bir emek, bir anlama çabası istiyor. Birlikte olmaya, başka geceleri, başka küçük umutlar için doğurmaya devam edeceğiz bu yüzden. Birlikte kalmaya devam edeceğiz… İstesek de istemesek de… Denizi, denizi gerçekten yaşamadan anlayamıyorsunuz sonuçta. Denizi de, akşamsefalarını da, bir ıhlamur kokusunu da, kaybetmeyi, gerçekten kaybetmeyi de göze alarak yaşamadan, anlayamıyorsunuz. Onun, zamanı geldiğinde öteki adlarını da öğrenebileceğime daha çok inanıyorum bunları düşünürken… Bana bu yolda bir tek fotoğraf bile yetebilir… O fotoğrafın içinde yer alabilmem için, kimi fotoğrafları hiç unutamamam gerekecek ama galiba… O zaman yeniden gülümseyeceğim. O zaman, onca insan arasında, kime, ne için gülümsediğimi hiç kimse anlayamayacak ama… Kim, kimde, kim için kalmıştı öyleyse?.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir