Mario Levi – Lunapark Kapandi

Hayatım, ardımda bıraktığım büyük kayıplar ve ölümlerle dolu… Ben seri cinayetler işleyen bir suikastçıyım!. Bugüne kadar sadece kendime ve kurbanlarıma, o da tarihimden ve bana gösterilenlerden yeterince kaçamadığım için yakalandım. Hoş, o zamanlarda kurbanın da, celladın da rolleri tam anlamıyla belirlenmiş değildi. Kendimi bir cellat gibi gördüğüm anlar, bir kurban durumuna düşürüldüğüm anlardı da bazen. Onları öldürürken ben de biraz ölüyor, çok değerli bir parçamı içimden koparıyordum… Katil gömleğini giymekten bu nedenle hiç hoşlanmadım. Tüm bu cinayetlerin, her birinin zorunlu, kendini savunma cinayeti olduğunu bilsem de… Cehennemimden ve içimdeki şeytandan kaçmayı tercih edebilirdim. Bunu çevremdeki hemen hemen herkes yapıyordu. Bir kıyıda kalmak ve o kıyının verebildikleriyle yetinmek de vardı. Durmuş oturmuş bir iş, bir aile; bana, yalnızlıklarımı, yan çizmelerimi, daha açık bir deyişle de beni unutturacak bir konfor… Bu unutuş, ya da teslimiyet beni rahatlatabilirdi, evet… Ama ben önce öldürmeyi seçtim. Seri cinayetler de böyle başladı işte. Başlangıçta korkuyorsunuz, o tuhaf suçluluk duygusunun sizi kemirmesine fazlasıyla izin veriyorsunuz. İçinizde adını koymak istemediğiniz bir şeyler sarsılıyor. Ama zamanla buna da alışıyorsunuz. Sonra da… Sonra da daha kolay çekip gidebiliyorsunuz… Çekip gittikten sonra nereye mi gidiyorsunuz?.


Bu sorunun cevabını vermek kolay değil işte. Denemeye değiyor ama inanın, ödenen tüm bedellere rağmen değiyor. Çünkü sonuçta kendinizi kazanıyorsunuz, cinayet işlemenin, kendine yalan söylemekten ve ihanet etmekten daha hafif bir suç olduğunu anlıyorsunuz. Tabii o da suç varsa, gerçekten suçlu varsa… Kendini kazanmanın bedeli, birilerini kaybetmeyi, daha da doğrusu kaybetmeyi bilmeyi göze almak… Romanıma böyle başlamam mümkün. Ama bunu yapmayacağım. Çünkü bu duygular başka bir zamanın duyguları… O ayrılığı yaşadığım akşam, hayatımın en büyük kumarlarından birini oynadığımın farkında değildim henüz… Hayır hayır, şimdi böyle bir ilk cümleyle de karşınıza çıkamam. Paylaşmak istediklerim, hikâyeme böyle bir andan başlamamı engelliyor. Buna vakit var… Adama iyiden iyiye çekildiğim ve yaşadıklarıma biraz daha uzaktan bakabildiğim bu zamanımda, içimdeki depremin yıkıntılarıyla daha kolay yürüyebilmek için, daha derinlere inmem gerekiyor üstelik. Fırtına dinmiş görünüyor… Şimdi ne olacak peki?. Şehrimin denize inen sokaklarına sığınarak kendimi yeniden avutabilir miyim?. Gül kokulu bir sokakta geçmişti yaz çocukluklarım… İpekböcekleri kozalarından ne zaman çıkardı?. En son hangi yaz, ağaca çıkıp dut yemiştim, evde bahçe eriklerinden marmelat yapılmıştı, ellerimizi taze cevizin yeşiliyle lekelemiştik?. En son ne zaman beklemediğim bir yerde boy vermiş o erguvan çiçeklerinde yeni bir yaz aşkının filizlenebileceğini hayal etmiştim?. O kozalaklar ile içindeki fıstıklar nerede kaldı?. Şimdi bu sorular da bu adaya geri dönüyor… Hikâyemdeki insanların sesleri ve gölgeleri gibi… Akşamların laciverdini daha çok seviyorum artık… Yeni doğan günün ilk ışıklarını da… Sabah ezanının hakkını veren bir müezzinin sesini de… En iyisi hayallerden söz etmek öyleyse… Şöyle bir soru da takılıyor örneğin aklıma: Hayalleri, hataları ve yenilgileri olmayan insan, yaşadığını gerçekten söyleyebilir mi?. Soruyu boşuna sormuyorum.

Tüm yaşadıklarımız, bir yerlerde ve birilerinde bıraktıklarımız, inanmak istediğimiz bir hikâyeden ibaret çünkü. Sonuçta herkesin bir masalı var. O yıl, İnci’yle o aşk için karşılaştığım yıl, Fenerbahçe şampiyon olmuş, anneannem ölmüş, ülkem sanki bir iç savaşın eşiğine gelmişti… O yılı ve daha sonraki yıllarımı hep anlatmak istedim. Yazmak istediğim roman orada başlıyordu… O roman, uzun bir savaşın romanıydı… Ölümün hayatın ta kendisi olduğuna inanlardanım ben de, biliyor musunuz? Üstelik bu inanç, sizi belki şaşırtacak ama, beni yaşadığım günlere hep daha çok bağladı. En derin yerlerinize en çok böyle bir yerden yola çıkarak ulaşabiliyorsunuz. Asıl görebilecekleriniz, görmeniz gerekenler sanki böyle bir yerde gizleniyor… O yerden, tüm kaçışlarınıza rağmen kaçamıyorsunuz. Hikâyem, yaşadıklarım ve yaşayamadıklarımla ilgili sorular, beni kendime döndüren, kendimde sarsan sorular hep o yer için kapımı çaldı zaten. O soruları ilk kez nerede, ne zaman, kim için sorduğumu hatırlayamıyorum ama şimdi. İşler son yıllarda çok karıştı. İnci, hayatımı temelinden sarsan, bana günü geldiğinde en büyük acılarımı, günü geldiğinde de en unutamayacağım sevinçlerimi, heyecanlarımı tattıran İnci, çok, hem de çok uzaklarda artık. O beni benle ve yıllarca göremediğim sınırlarımla karşılaştırmıştı. O beni yavaş yavaş bir hikâyenin, hikâyesinin parçası yapmıştı… Bu hikâyeden kurtulamıyorum. Bu hikâyeden belki de hiç kurtulamayacağım. Gördüklerim, görmek zorunda kaldıklarım içimde yürüyor. O tarih içimi kemiriyor… Bu hikâyeyi bir tutku hikâyesi olarak anlatabilirim.

Böyle hikâyeleri herkes kendine göre yaşar. Sizin de anlatmak, duyurmak istediğiniz, ya da kim bilir, belki de tam tersi, artık hatırlamak, yüzleşmek istemediğiniz, bir yerlerde bitirmeyi değilse de, terk etmeyi seçtiğiniz bir tutku hikâyeniz yok mu?. Sadece bir dakika düşünün… Bir dakika… Nerede, ne zaman, kim için kaldığınızı gereğince söyleyemeyebileceğinizi düşünseniz de… Kimi karşılaşmalar zordur, çok yakıcıdır, biliyorum. Kimi karşılaşmalar bir matemdir; o sessiz, hiç kimseyle paylaşılamayan ölümlerin haberini verir. Tutku hikâyelerini taşımak bu yüzden kolay değildir. Tutku hikâyelerini yaşamak da, anlatmak da kolay değildir. Bu hikâye, eğer siz de böyle bir hikâyede yürümeyi denemişseniz, size kendi hikâyenizi hatırlatabilir bu durumda. Kimi fotoğrafların, başkalarının fotoğraflarının çağrıştırdıklarından güç bile alabilirsiniz hatta… İnci’nin bana yaşattığı hikâye sadece bir tutku hikâyesi değildi ama. Öyle olsaydı, size yaşadıklarımı anlatmak istemezdim… Onun hikâyesi… Onun hikâyesi çok derinlerinden yaralanmış bir kadının hikâyesiydi… Onun hikâyesi, bir laneti, gittiği her yere ve insana taşımanın ve bu lanetle savaşmanın hikâyesiydi… Duyacaklarınız sizi rahatsız edebilir. Duyacaklarınızı kabul etmekte zorlanabilirsiniz. Ne var ki size anlatacağım hikâye, kabul etsek de etmesek de, o çok alışılagelmiş söyleyişle, gerçek bir hayat hikâyesi. Gerçek, yaşanmış ve bedelleri ödenmiş bir hikâye… Hikâyenin içine girdikçe, insanın her yaptığının, ya da yapamadığının, bir nedene, kimi zaman da çok derinlerde kalan bir nedene bağlanabileceğini bir daha gördüm. İnci’ninki gibi bir hikâyeyi kaç kadın yaşayabilir? Kaç kadın böyle yaşamak zorunda bırakılıyor? Bunu bilmiyorum. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Çevremizdeki birçok insan, birçok acısını ve hayalini gösterdikleriyle, gösterebildikleriyle örtüyor çünkü.

Birçok insan gerçek hikâyesini duyuramadan yaşıyor, yaşamak zorunda bırakılıyor. Birçok ilişkimizi belki de bu yüzden, kendimizi yeterince gösteremediğimiz, anlatamadığımız için beklediğimizce yaşayamıyoruz, yaşatamıyor ve sürdüremiyoruz… Şimdi sadece İnci değil, uzun yıllarımı paylaştığım karım da çok uzaklarımda kaldı. Onunla ilişkim de, heyecanı, hayata ve geleceğe dair bir tasarıyı barındıran her ilişki gibi umutlarla başlamıştı oysa. Bizim ilişkimiz, aslına bakarsanız, her anlamda bir öğrenci ilişkisiydi. Onunla üniversite sıralarında tanışmıştık. İlk öğrenciliğimiz buradan, ikinci öğrenciliğimizse, birbirimizde kalabildiğimiz yıllarda, kimi gerçeklerimizi birlikte öğrenmemizden kaynaklanıyordu. Bu gerçekler arasında ertelemelere sığınmanın çıkmazları da vardı, konuşmayı, gerçekten konuşmayı göze alamamanın götürdükleri de… Bunları size zamanı geldiğinde anlatabilirim… O benden iki yaş büyüktü. Beni çok etkileyen uzun bal rengi saçları ve masmavi gözleri vardı. Beni tüm bu özellikleriyle, belki de içimdeki eski bir masalın kalıntıları yüzünden, daha ilk günlerimde etkilemeye başlamıştı. Günün birinde yazmayı düşündüğüm romanımda, bu uzun hikâyenin romanında, onu nasıl anlatacağımı bilemiyorum henüz. Ama geldiğimiz bu yeri hatırladığımda, ne gizleyeyim, içimi derin, hem de çok derin bir sızı kaplıyor. Onunla karşılaşmamı düşündüğümde kader tasarısına inanasım geliyor bir de. Artık bu inanca da adımlarımın sesini duydukça daha çok sığınıyorum. Bu sığınma, bazen bana bir haz bile veriyor… Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuyorduk. Has bir ebebiyatçıyım anlayacağınız!.

Henüz bir roman yazamadım, o romancılık hayalimi gerçekleştiremedim ama, benim diyen birçok yazar gibi, bu işe başka mesleklerden gelerek soyunanlardan da değilim yani. Ne bir iktisatçıyım örneğin, ne bir psikiyatr, ne bir inşaat mühendisi, ne de üniversiteden terk!. Ben okulluyum!. Neyse, gelin biz yine Selin’e, eski karıma dönelim. Ona ilk adımı ben attım. Önce durduğu yerde kaldı, hatta kendini geri çekmeyi yeğledi. Direndim; direnmekten bir süre sonra vazgeçti, tüm tereddütlere rağmen bir ilişki yaşamaya başladık. Güzel bir ilişkiydi. Hayatımın ilk özel kadınını onda, onunla yaşadım. Deyiş yerindeyse, bekâretimi ilk onunla yitirdim. Zamanın akışında başka kadınlarla başka bekâretlerimi de yitireceğimi henüz bilmiyordum o günlerde. Sonra ayrıldık… Ben bir panelde tesadüfen tanıştığım genç bir Alman okutmana âşık oldum; o, yirmi yaş dişini çektirdiği diş hekiminin etki alanına girdi. İkimiz de yeni aşklarımızda yıllarca yol alabileceğimizi sanmıştık. Gelgelelim bir müddet sonra, çok farklı, hiç beklemediğimiz gerçeklerle de karşılaştık. Benim sevgilim gerçek bir entelektüeldi, ama yine de entelektüellik adına, özensiz giyinmeyi, kısa saçlarını yağlı yağlı bırakmayı, koltukaltındaki kılları uzatmayı marifet sayan o tuhaf solculardan değildi.

Tam aksine zor bulunur bir zarafeti ve etkileyici bir parfüm koleksiyonu vardı. Wagner’den nefret etmek, Kurt Tuholsky’yi çok sevmek gibi meziyetlere sahipti; sevişirken tütsü yakmak gibi alışkanlıklar bile edinmişti ama ben yine de onun, sadece milliyeti nedeniyle, bir Nazi ailesinin kızı olabileceği saplantısından bir türlü kurtulamamıştım. Bir Nazi’yle uzun süre yaşayamazdım. Bunun bir başka ırkçılık anlamına geleceğini bilsem de… Ona Almanya’nın, yetmiş yaşın üzerindeki tüm Almanlar ölmeden asla temizlenemeyeceğini söyledim bir gün. Çok kızdı. Dedesini çok seviyormuş meğer. Umurumda değildi. Birbirimizden çok sıkılmıştık zaten. Dahası Almanya’dan getirdiği tütsüler de bitmişti. Bir daha oraya ne zaman gideceği de belli değildi. O tütsüler, o günlerde şimdiki kadar kolay bulunmuyordu, işporta tezgâhlarına bu kadar düşmemişti henüz. O günlerde sevişmeler dahil, pek çok yaşadığımız, yaşayabileceğimiz bu kadar düşmemiş, bayağılaşmamış, sıradanlaşmamıştı… Ben öyle görüyordum, benim dünyam bu kadardı en azından. Ben kimi aşkların, beraberliklerin yüceltilebileceğine, bir büyü taşıyabileceğine daha çok inanıyordum bir zamanlar… Alman sevgilimden ayrıldığımda hayatın böyle bir yerindeydim. Çözülme başlamıştı aslında. Ama ben bu gerçeğimin de ayırdında değildim henüz… Selin’e gelince… O da ciddi bir şekilde evlenmeyi düşündüğü adamın, günün birinde, kel kafalı, göbekli, diş çekmekten ve dolgu yapmaktan başka hiçbir özelliği kalmayacak bir adama dönüşebileceği endişesine kapılmış ve hayatı süresince böyle bir ilişkide kalmamayı, kendi ifadesiyle, daha sağlıklı bulmuş.

Sağlıkla ilgili meselelerde başarı gösterme çabalarını, bir başka hayat başarısızlığı olarak gördüğümden, bu söyledikleri üzerine, doğrusunu söylemem gerekirse, pek kafa yormamıştım. Ama bana göre çok yanlıştı, hem de çok yanlıştı böyle düşünmesi. Böyle bir şekilcilik savunulamazdı, insanları böyle kalıplar içinde değerlendirmek, en azından insanca değildi. Onun diş hekimi sevgilisinden vazgeçişinin mutlaka başka nedenleri vardı. Ancak tüm bunları öğrendiğimde, kendi payıma, bu nedenleri irdelemeyi pek istemedim doğrusu. Bu tercihin de anlatabilecekleri vardı elbet. Ne var ki, bu anlatılanları duyabilmek için de başka çözülmeleri yaşamak gerekiyordu… O günler için görülen, daha da doğrusu görülebilen şuydu: Denemiş, görmüş, öğrenebileceğimizi öğrendiğimiz duygusu ve inancıyla birbirimize dönmüştük… Uzun uzun konuşmuştuk o günlerde. Konuştuğumuzu, gerçekten konuştuğumuzu sanarak… Evlenmeye de bu yüzden karar vermiştik herhalde… Haliyle, ailelerimizi tanıştırmak zorunda kaldık. Aslında istemediğimiz bir durumdu bu. Bize kalsaydı, birkaç kişilik basit bir nikâh töreniyle yetinir, yüzüklerimizi alır, sonra da evlendiğimizi herkese bildirirdik. Bu tanıştırma ve kabullenme bu yüzden bizi pek memnun etmedi. Sonuçta kalabalık bir düğün bile yaptık. Düğünde çok sıkıldım, bir tek an bile kendimi istediğim gibi yaşayamadım; kimi insanların eğlenmek için neden kendilerini bu kadar yorduklarını yine anlayamadım. Yaşadıklarımı bir yerlerden seyrediyordum sanki… Sinagogdaki ilahiler her zamanki gibi kulağa hoş geliyordu ama. Bu ilahileri, sözlerini hiç anlamadığım halde hep çok sevmiştim zaten.

Bir ara, tören gereği, haham beni yanına çağırmış bir şeyler söylemişti. Söylediklerini dinler görünmüş, ama hiç dinlememiştim. O sıralarda oraya en pahalı giysilerini ve mücevherlerini göstermek için gelmiş kadınlara yine sinirlenmekle meşguldüm çünkü. Hayatın gerçeği adına hiçbir önem taşımayan basmakalıp laflardı herhalde söyledikleri. O da yaptığını pek önemsemiyor gibiydi zaten. Çok büyük bir olasılıkla, o anlarda kendisine ne kadar ekstradan para verileceğini düşünüyordu. Ancak bu iş benim işim değildi. Bu konudaki yeteneksizliğimi ister istemez tescil etmek zorunda kalan amcam gerekeni yapacaktı, hatta belki de yapmıştı, emindim. Böyle bir günde alanın aldığıyla, verenin de verdiğiyle mutlu olması gerekiyordu ya… Size o günler adına bir de drahoma pazarlıklarının yapılmadığını söylemeliyim. Selin’in babasının drahoma verecek parası yoktu çünkü. Amcam bu duruma da çok kızmış, daha doğrusu kandırıldığımın bir türlü farkına varamadığım için özellikle bana çok sinirlenmişti. Böyle devam edersem, hiçbir işte ve yerde dikiş tutturamayacaktım. Onun anladığı şekilde dikiş tutturmayı pek anlayamadığımdan tartışmanın da dışında kalmıştım. Daha önce dediğim gibi, ben yaşadıklarıma daha çok bir seyirci gibi bakmıştım zaten o günlerde. Selin’in bana yepyeni, bambaşka bir kapı açtığına çok inanıyordum üstelik… Benim o günlerde en çok böyle bir hayata ihtiyacım vardı… Böyle bir hayatın beklentisiyle, böyle bir seyirciliğe bile sessizce katlanabilirdim… Katlandım da… Benim evliliğim de bu tuhaflıklar, daha da doğrusu gereksiz sıkıntılarla başladı işte… Sıkıntılarla başlayan evlilikler, sıkıntılarla mı sürer?.

Bilmiyorum, gerçekten bilemiyorum artık. Ama doğru dürüst dikiş tutturamamakla amcamı haklı çıkardığımı biliyorum en azından. Evlendikten sonra bir sürü işe girdim çıktım çünkü. Kovuldum, ayrıldım, kendimi kovdurdum. Bir ithalat şirketinde çok önemli ürünler sattığını sanan işadamlarıyla birkaç yılımı harcadım. “Ciddi” bir gazetede yazılar yazarak, o bildik söyleyişle hayatımı kazanmaya çalıştım. Sahaf olmayı hayal ettim, ama sonra topladığım kitapları kendime tahsis etmeyi daha doğru buldum. Bir lisede Fransızca öğretmenliği bile yaptım. Size belki, zamanı geldiğinde, bu yaşadıklarımı da anlatabilirim. Selin, isterseniz kaderin garip cilvesi deyin, önce bizim üniversitenin Diş Hekimliği Fakültesi’nde bir Fransızca okutmanlığı işi buldu, sonra bu dili öğrenmek isteyen birkaç hevesliye özel dersler verdi, sonra da öğretmenlikten erken emekliliği seçti. Bir ara neden bilmem, tarihçiliğe de soyundu, gitti Osmanlıca öğrendi. Onun hep böyle tuhaf merakları vardı zaten. Öğrencilik yıllarımızda da Latince öğrenmeye heves etmişti. Ancak zamanla tüm bu sevdalardan vazgeçti. Şimdilerde bildiğim kadarıyla, sadece kızımızın dersleriyle değil, babasından kalan sorunlu bir mülkün tapu işleriyle de ilgileniyor.

Artık konuşmuyoruz. Hemen hemen hiç konuşmuyoruz. Onunla, o evlilik günlerimizde de, hiçbir zaman gerektiği gibi konuşamamıştık zaten. Suç daha çok bendeydi galiba. O hep konuşmak istemişti çünkü, biliyorum. O konuşmak istemiş, ben kaçmıştım. Ertelemelerin insanıydım ya… Konuşsaydık daha mı iyi olurdu?. Gerçekten konuşmayı, konuşurken de birbirimizi birbirimize çıplaklıklarımızla da göstermeyi başarabilseydik, bir şeyleri değiştirebilir miydik?. Bu yaşadıklarımı yaşar mıydım?. Bu hikâyenin yoluna, kendime, korkuma ve yüreksizliklerime rağmen çıkar mıydım, çıkmaya ihtiyaç duyar mıydım? Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum… Yıllardır anlatmak istediğim hikâyeme nereden başlayacağımı da bilmiyorum şimdi bu yüzden, bu hikâyeyi gereğince anlatmayı başarıp başaramayacağımı da… Buna, uzun süredir, insanın bir hikâyeyi, bir masalı, ölmemek için, hayatta kalmak için anlattığını sürekli kendime hatırlatarak hazırlanıyordum oysa. Bu mirasın önemini son yıllarda daha iyi kavradım. Yürüdüğümüz zemin, zaman zaman o kadar kayganlaşabiliyordu ki… Yaşananlar, o ölüm duygusunu, o anlatamadan kaybolma, yok olma korkusunu, bize en gizli odalarımızda bile o kadar derinden hissettirebiliyordu ki… Rüyalarım, hiç kimseye anlatamayacağım karanlıklarıma ışık tutuyor. O karanlıklarda artık hiç karşılaşmayacağımı sandıklarımla karşılaşıyorum. Onlar başka bir yere gitmişti oysa… Onlar öldürdüklerim arasındaydı, ya da ben hep onları öldürdüğümü sanmıştım… Ancak gelin görün ki, o karanlıklarda bir daha dönmek istemediğim hikâyelerimi yaşamaya da devam ediyorum bazen… Kırk beş yaşındayım. Ardımda bugüne dek birçok masal, ülke, yol ve ıssızlık bıraktım.

Hikâyeme nereden, nasıl başlamam gerektiğine belki de bu nedenle bir türlü karar veremiyorum. Tedirginim… Beş yıl sonra simgesel bir yaşa varacağım. Burada böyle ölmek istemiyorum. Hayır hayır, bir orta yaş bunalımı değil yaşadığım. Bunları hiçbir şiirin, şarkının, romanın etkisiyle de söylemiyorum. Sizin adınıza elbette düşünmek istemem. Ama böyle bir dönemeçte yanlış anlaşılmayı da istemem doğrusu. Yanlış anlaşılmaktan hep korktum zaten. Yanlış bir yere konulmaktan, dahası gereğince görülememekten, duyulamamaktan hep korktum. Bu korkunun kaynaklarına da bu uzun hikâyede birlikte inebiliriz… Ama ben inanın, yirmili yaşlarımda da böyleydim. Yirmili yaşlarımda da bu duyguya sık sık kapılırdım. Yaşadıklarıma, bu gerçeğimi de göz ardı etmeksizin yaklaştığımda, hiç yaşlanmadığımı bile söyleyebilirim. Karşınıza, bir de “Yirmili yaşlar çok uzaklarda kaldı artık ve ben birçok tasarımı, hayalimi gerçekleştiremedim” gibisinden ucuz duyarlılıklarla çıkmaya hiç niyetim yok anlayacağınız. Yirmili yaşlarımdan nefret ediyorum üstüne üstlük. O günlere, o içi boşaltılmış söyleyişle, bugünkü aklımla bile dönmek istemiyorum.

O günler bir kâbustu. Geçti gitti, iyi ki de gitti. O yaşlarının yalanlarıyla yaşayan yaşıtlarım var. Onlar için üzülüyorum, sadece üzülüyorum. Hikâyemin başladığı yer, belki de burası olabilir…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir