Mario Levi – Madam Floridis Donmeyebilir

Madam Floridis Dönmeyebilir’in ilk baskısı on yıl önce yapıldı. O günlerde bu kitapla, hikâyecilik yolunda yeni bir adım attığıma inanıyordum. Sesimi “uzak akrabalarıma” bir kez daha duyurabilmiştim… Bir kez daha, “dilimi” olanaklarım ülçüsünde inşa etme umuduyla… Varmak, ulaşmak istediğim yere yüklediğim anlam bugün de değişmedi. İçimde o günlerde de bugünkü kırgınlıklarımı ve öfkemi barındırıyordum. Beni ben yapan bu hikâyelere, şimdi bulunduğum yerden baktığımda, zamanın akışında, farklı seslenişleri ve kendimi ortaya koyuş biçimlerini tercih ettiğimi fark edebiliyorum yalnızca. İnşa etmeye çalıştığım dil de bunu gerektiriyordu zaten. Kendini arayan bir insan için kaçınılmaz bir yoldu bu kuşkusuz. Yeni insanlara “dokunmayı” öğrendikçe, yeni sesleri duymayı, keşfetmeyi başarıyoruz sonuçta, yeni hikâyelere yürüme yürekliliği, bizlere daha önce görmediğimiz, kabul edilmeyeceğimizi sandığımız, daha da önemlisi göremediğimiz odaların kapısını aralayabiliyor. On yıl öncesinde bıraktığım hikâyelerimi yeniden okurken, bu gerçeğin bir kez daha ayırdına vardım. Aradan geçen zamanda farklı duygularda ve insanlarda yürümeye çalışmıştım, evet… yeni, olası “uzak akrabalar”ımın karşısına “gereken” değişiklikleri ve hazırlıkları yaparak çıkmayı deneyebilirdim bu durumda. Ancak bu tutum bana göre, beni ben yapan tarihe sırt çevirmek anlamına gelecekti. Bu hikâyeleri o günlerde, o duygular ve sözcüklerle yaşayan insanı yadsıyamazdım. “Hayatın safiyeti”ne dokunmaktı sanki bu biraz da, içimdeki o çocuğu başkalarından kaçırmak, dahası esirgemek demekti… Geçmişi taşımayı öğrenmek için de bu yolda yürüyoruz, yürümeye çalışıyoruz oysa. İşte bu nedenle, birkaç çok özel durum dışında, benden hiçbir zaman kopamayacak olan bu metni olduğu, daha doğru bir deyişle de “olması gerektiği gibi” bıraktım. Bu kararda Zeynep Atayman’ın uyarılarının da etkisi vardır.


Kendimi samimiyetime ancak böyle inandırabilirdim. Ancak böyle… Hikâyelerin de, tıpkı insanlar gibi, hayatın farklı zamanlarında, farklı duygular ve sözcüklerle yaşanabileceğini unutmaksızın… Tarihimizi yapanların “şimdi”yi daha iyi görmemize olanak tanıdığı gerçeğini bir kez daha hatırlayarak… Kitapta sadece “ithaf listesi”nde “önemli” değişikliklere gitmeyi uygun buldum. Yaşadıklarımın ipuçlarını ancak bu bölümde verebilirdim. Küçük bir “oyun” bu aslında. Eğer kitap gelecekte yeni baskılar yapacak olursa, sadece bu ithaf listesi değişecek ve uzayacak. Bu liste zamanla “yeni” bir hikâyeyi oluşturacak kadar uzayabilir mi ? Kim bilir… Yolunu hâlâ gözlediğim öylesine çok insan var ki… Mario Levi haziran 2000 Bu kitap, her geçen gün biraz daha çok keşfedebildiğime inandığım, tarihimin bana verdikleriyle, anlamaya ve kendimi anlatmaya çalıştığım sevgili ikiz kızlarım Deniz ile Pınar’a ya da Pınar ile Deniz’e, dolmakalemlerime, kitaplarıma, plaklarıma ve o eski yalnızlık oyununda, yeni bir oda için sevdiğim, duygusal bekâretimi her seferinde farklı bir biçimde bozan sevgililerime, Van Gogh’un kulağına, bir düşünceye, dini, milliyeti ya da ideolojiyi bir maske gibi taşıyarak, hiçbir tartışmaya yer bırakmaksızın bağlanmanın sakıncalarını sezmiş tüm sakallılara ve uzun saçlılara, bağlandıkları dünya görüşü ne olursa olsun, inandıkları değerler adına hapse girmeyi, işkence görmeyi ya da bile bile kim vurduya gitmeyi göze alanlara, anarşizme hayatlarında bir küçük kapı aralığı bırakabilenlere, ölümü sanata tercih eden Jacques Rigaut’ya, Virginia Woolf’un son çakıltaşlarına, Stefan Zweig’ın bitmemiş, yeterince paylaşılamamış hasretine, Cesare Pavese’nin son akşamına, son otel odasına ve intihar etmiş tüm sanatçılara, çıkışsız bir içki sarhoşluğuna terk edilenlere, galaksilerin sonsuzluğundan küçük bir mutluluk duyabilenlere, Tezer Özlü’yle konuşamamalarıma, oncasına çok sevdiğim şarkılardan bir tanesini bile kendisiyle paylaşamayışıma, son nefeslerini, doğup büyüdükleri toprakların uzağında veren tüm zorunlu ve gönüllü sürgünlere, Paris’in öteki yüzünde bambaşka bir şiiri arayan Charles Baudelaire’e, Oğuz Atay’ın yolundan gitmeyi bir onur bilerek, bu topraklardaki ve yeryüzündeki tüm tutunamayanlara, çılgınlıkların, daha derin, daha anlamlı, daha yaralayıcı bir hayat adına, tasarıların ve planlamaların her türlüsüne yeğlenebileceğine yürekten inananlara, ya da tüm çabalarına karşın başka türlüsünü yapamayanlara, Mösyö Vahak’ın köpeğine, bir pencereye, bir suskunluk zamanında vurabilecek yağmur damlalarının, bir odun sobasındaki çıtırtıların ve bir kıyıdaki dalgaların sesine, o kıyıdaki taşlara ve deniz kabuklarına, bir labirent gezgini olarak Bilge Karasu’ya ve mental konfüzyondan mustarip kedisi Bıyık’a, bir hüzünler haritacısı olarak Sevim Burak’a, dillerinin yasaklanmasına dilleriyle direnenlere ve o dillerden daha güvenilir bir ülke inşa etmek isteyenlere, babasına o bir türlü gönderilememiş mektubu yazan Franz Kafka’ya, organik psikiyatriye karşı çıkan tüm varoluşçu psikiyatristlere ve psikologlara, Fenerbahçelilere, ne ararsan kendinde ara diyebilen tüm can dostlarıma, Struma’nın suskun yolcularına ve tüm soykırım kurbanlarına, Çehov’a ve kırgın kahramanlarına, Elias Canetti’ye ve sözcüklerdeki uzun yolculuğuna, bana hayata dair birçok ayrıntıyı görmeyi öğreten Haldun Taner’e, sık sık döndüğüm, her yaşımda farklı duygularla anladığım hikâye ustalarımdan Sait Faik’e, yaşadığım toprakların duygusunu daha iyi anlamamı sağlayan Ahmet Hamdi Tanpınar’a, İvan Karamazov’a, Prens Mişkin’e ve insan ruhundaki o acılı yürüyüşü için Dostoyevski’ye, dürüstlüğü için Albert Camus’ye, çıkamadığı o yolculuk için Walter Benjamin’e, bendeki eskimeyen, kolay kolay tükenemeyecek şarkıları için Jacques Brel ve Léo Ferré’ye, kendisini her yerde yabancı hisseden Gustav Mahler’e, hoşgörünün bir aldatmaca olduğunu görenlere ve farklılıklara dayanamayanlara karşı sonuna kadar savaşmayı bir varoluş savaşı bilenlere, Nazi avcılarına, antişovenlere, antimilitaristlere, bir tatil gününde İstanbul’un içine çıkamayanlara, bir başkasında yeni olasılıklar adına yol almaya çalışanlara, Türkçe’yi sonuna kadar savunmak ve korumak isteyenlere, hayalleri ve bu hayalleri yüzünden bir hikâyesi olduğuna inananlara, gitmeyi ve terk etmeyi bilenlere, sevmenin ve bir aşkı korumanın büyük bir yetenek istediğini söyleyebilenlere, yaralı çocuklara, başkalıklardan ve başkalarının odalarından korkmayanlara, gerçek fahişelerin genelevlerin dışındaki evlerde yaşadığını görebilenlere, hayatıma farklı bir akış ve bakış kazandıran köpeğim Sanço’ya, bana yazmanın büyüsünü keşfettiren Saint-Michel Lisesi’ndeki Fransızca edebiyat ve felsefe öğretmenim Mösyö Pierre’e, şehrimin çoktan yitirdiğim denizine, evde pişen bir gül reçelinin kokusuna, dünyanın tüm oyuncaklarına, özellikle de elektrikli trenlerine, bu listeyi kendileri için uzatmak isteyeceklere ve azınlıkta kalmanın tüm yükünü omuzlarında taşıyanlara ithaf edilmiştir. Birinci Önsöz Seneler senesi görüşmediğimiz, birbirimizi boş bir gurur yüzünden aramadığımız ya da doğru bir deyişle, anlayabileceğini sandığım nedenlerden ötürü arayamadığımız, onca ertelemeyi, onca birikime ve özleme karşın, konuşmayı bile birbirimizden esirgediğimiz halde, başı, sonu ya da tüm satır araları, parantez içleri ve noktalama işaretleri isteğe göre değiştirilebilecek olan bu dosyayı sana, biraz da durup dururken göndermemi anlaşılır, savunulabilir kırgınlıklar adına elbette yadırgayabilirsin. Doğrusunu bilmek istersen, bu garip, üstüne üstlük tutarsız girişimi ben de yadırgıyorum şimdi. Araya –birçok hikâyemde kullanmaya alıştığım bir söyleyişle– bambaşka sözcükler, insanlar ve görüntüler girdi çünkü. Dahası, şimdilerde nedense çok farklı yollara, çok farklı umutlar adına düşmüş olabileceğimizi düşünüyorum. Her şey bir yana, edebiyatla bir zamanlar olduğu kadar ilgilenip ilgilenmediğini bile bilemiyorum. Bir olasılıkla, en azından daha rahat ve sorunsuz bir hayat adına, daha doğru ve tutarlı bir yol seçmiş, yaşadığımız bu ortama çok daha uygun düşebilecek, kabzımallık, dönercilik, lahmacunculuk, iş takipçiliği, müteahhitlik ya da milletvekilliği gibisinden bir mesleği, tüm hayallerine ve uyumsuzluğuna karşın kendine uygun görmüş olabilirsin. Bir başka olasılıkla, seninle bir zamanlar onca duyguyu, ertelemeyi ve düş kırıklığını paylaştığımız o evde artık yaşamıyor olabilirsin. Böylelikle bu dosya, anlatmak, paylaşmak istediğim onca duyguya karşın sana ulaşamayacak ve bu durum, istesem de istemesem de, ne yazık ki seni hepten yitirdiğim anlamına gelecek. Her şeye, tüm sakıncalarına karşın göze alıyorum ama ben bu girişimi.

Her şeye, tüm çıkmazlara ve olası düş kırıklıklarına karşın, evet; içimde, hiç olmazsa bu konuda, bir “belki”ye, bir “acaba”ya, kısacası yeri doldurulamayacak bir boşluğa mümkün olduğunca yer bırakmamak için. Bu küçük, biraz da zor titreşimi bir kez daha denemekle pek fazla bir şey yitirmeyeceğimi düşünüyorum; öyle olunca da, seçeneklerime doğru yol alabilecek olmanın büyüsünü bir kez daha geliştiriyorum içimde, olası yenilgileri görmezlikten gelmeyi başarabiliyorum. Meseleye böyle bir açıdan yaklaşabilmem durumundaysa kimi küçük itirafları, sorgulamaları ya da bir başkasında hiç istemediğim biçimlerde kalakalmaları da kabullenecek gibi oluyorum. Senin ne halde olduğunu tüm zorlanmalarıma karşın bilemiyorum, yalnızca kimi olabilirliklerden çıkarmaya çalışıyorum anlayacağın. Ama benim yakada pek fazla bir şeyin değişmediğini, kimi kişilere göre yadırganacak tavırlarımı hâlâ sürdürdüğümü ya da yaşıma, başıma ve bana bir zamanlar bağlanan umutlara karşın, bir baltaya bir türlü sap olamadığımı, dahası, özellikle de böylesine ciddi çıkmazlar ve anlatamamalar söz konusu olduğunda, baltaya ya da sapa yüklenmek istenen anlamların kaypaklığına, güvenilmezliğine olan inancımı durmaksızın tazelemekte büyük bir yetenek ve direnç gösterdiğimi, bu mektubumdan ve eğer istersen okuyacaklarından rahatlıkla çıkabilirsin. Bir diğer deyişle, bu dosyayı gereğince ele alman ve daha uzak bir olasılıkla düşüncelerini belirtmen durumunda nelerle karşılaşacağımı şöyle ya da böyle kestirebiliyorum doğrusunu söylemem gerekirse. Kimi serzenişlerde bulunabilirsin örneğin; ya da seninle birlikte, şurada burada, değişik şekillerde de olsa yaşadığımız o insanları zaman zaman çok farklı biçimlerde tanıtmış olmamdan rahatsızlık duyabilirsin. Bir yalancı olduğumu da düşünebilirsin bu durumda, öylesine sevdiğimiz o mekânlar ve çağrıştırdıklarıyla ilgili ayrıntıları gereğince ayrımsayamamış olduğumu da. İçinden birilerine bir mektup yazıp, kimi aldatmalara ya da kaçınılmaz anlatamamalara kimi insanların ilgisini çekmek isteyebilir ve tüm bunları yaparken kimliğini şöyle ya da böyle gizlemeyi düşünebilirsin. Bu senin yıllar yılı ertelenmiş dönüşün, bir yerlere, bir insanlara varmak isteyişin bile olabilir ve bu girişiminle sakıncalı, çok büyük bir olasılıkla da uzun, sonuçsuz bir dizi soruyu göze alabilirsin. Ya da bu olasılıklar, bu bir şeyleri anlatma, paylaşma denemeleri, bir olmazlıkta, giderek bir hayalde kalabilir ve böyle olunca da birçok meselede, gereğince yaşanamamış her ilişkide, her girişimde olduğu gibi bir eksikliğin yanına bir başka eksikliği, istesek de istemesek de koyabiliriz. Sonuç ne olursa olsun, ben kendi payıma, hiç olmazsa burada anlattıklarımı, bu yeryüzünde, kimi ayrıntı ve yorumlarıyla en doğru dürüst biçimiyle, üstüne üstlük yalnızca seninle paylaşacağımı çok iyi biliyorum. Bu da insana, inan ki, müthiş bir yalnızlık ve terk edilmişlik duygusu veriyor. Arada sırada, işimden evime buruk bir sevinçle döndüğüm, bir akşam yemeğini bilmem kaçıncı kez ertelediğim, televizyon izleyemediğim, onca sevdiğim plaklarımı dinleyemediğim, kimden gelirse gelsin, bir telefon sesine muhtaç olduğum zamanlarda da hissediyorum bu korkunç birbaşınalık çıkmazını. Böyle bir durumdaysa, bir zamanlar, çok büyük umutlarla, bugün artık göze alamayacağım bir yüreklilikle yapmış olduğum seçimlerin doğruluğunu ya da yanlışlığını sorguluyorum kendi kendime.

Tüm sakıncalarına karşın oturup düşünüyorum evet, vaktim bol, bu gece de uyuyamayacağım diyorum ve bu duygudan, bu yaşadıklarımla tüm çağrıştırabileceklerinden, istesem de bir türlü kurtulamıyorum. Bu dosyada okuyacağın bu hikâye hazırlıklarında böyle bir yaşantının seçeneklerine yer verişim, biraz da uzunca bir süredir, değişik şekillerde de olsa peşim sıra gelen kimi soruların dilendiğince yanıtlanamamasının doğurduğu endişeden kaynaklanıyor olmalı. Büyükbabamın bana bir zamanlar yönetimini önerdiği, geçmişi çok eskilere, eğer yanılmıyorsam geçen yüzyılın son demlerine dayanan o ithalat-mümessillik şirketinin başına geçip, tüm bu yazı çizi işleriyle en azından ciddi bir şekilde uğraşmaktan vazgeçmeli miydim örneğin ? Beni bir ömür boyunca sevmeye her şeye karşın hazırmış gibi görünen ya da en azından bende bu izlenimi bırakmış olan Nora’yla evlenip çoluk çocuğa karışmalı, tatil tasarıları, ödenecek taksitler, hesap pusulaları, hafta sonu ziyaretleri, ödenmeyen senetler, orta karar lokantalar, orta karar arkadaşlıklar, orta karar hayaller ve memur bordrolarıyla dolu bir yaşantı biçiminde kendimle biraz daha az karşı karşıya gelir durumda mı olmalıydım ? Şu anda içinde bulunduğum düzen adına, Viktorya Teyze’den bana kalan parayı kitaplara ve şu pek az kişi için, o da küçük, ancak kuşkulu bir anlam taşıyabileceğine inandığım yazarlık umutlarıma biraz da ölçüsüzce, üstüne üstlük çevremdeki her vazgeçilebilir ahbap tarafından boş, gereksiz bir aylak olarak bilinmeyi de göze alarak çarçur etmeyip, İstanbul’un uzak bir semtinde de olsa küçük bir apartman dairesine yatırarak, bu sürekli ve zorunlu göç durumundan kurtulmalı mıydım ? Dinimin gereklerine uyup, toplumla uyumlu her insan gibi, temiz-pak giysilerimle ciddi bayram günlerinde sinagoga gitmeye özen göstermeli ya da her şey bir yana, Hamursuz günlerinde bol acılı lahmacun, cuma akşamlarındaysa domuz pirzolası yemek gibisinden saplantılara kapılmamalı mıydım ? Zamanı geldiğinde susmayı da bilmeli, olur olmadık yerlerde kravat takma, pabuçlarımı parlatma ve yolculuk arkadaşlarımı seçme konusunda olur olmadık sorunlar çıkarmamalı, kimi sosyal derneklere üye olmakla yetinerek, hiç olmazsa bir şeyler yapıyor görünmeli, cinsel, tinsel, dinsel ve de kinsel özgürlükleri aklıma her estiğinde sapına kadar savunmamalı mıydım ?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir