Marissa Meyer – Cress

İÇİNDE BULUNDUĞU UYDU, HER ON ALTI SAATTE bir Dünya gezegeninin yörüngesinde bir tur atıyordu. Nefes kesici manzarası sonsuza dek uzayan bir hapishaneydi bu uydu. Uçsuz bucaksız mavi okyanuslar, bulut girdapları ve Dünya’nın yarısını ateşe veren gün doğumları. Tutsaklığının ilk günlerinde bütün yastıklarını duvarın içine oyulan çalışma masasına yığar ve bu küçük bölmenin açık tarafına bir çarşaf gerip kendine bir sığınak yapardı. Bir uyduda değil de, mavi gezegene doğru yol alan bir uzay gemisinde olduğunu hayal ederdi. Pek yakında oraya ineceğini, ayaklarının gerçek topraklara değeceğini, gerçek güneşi hissedeceğini ve gerçek havayı içine çekeceğini… Saatlerce kıtaları seyreder ve onlarla ilgili düşler kurardı. Ama Ay Ülkesi’ne bakmaktan hep kaçınırdı. Bazen uydusu Ay’ın öyle yakınından geçerdi ki, yüzeyindeki kocaman, parlak kubbeleri ve Ay insanlarının yaşadığı ışıltılı şehirleri seçebilirdi. Bir zamanlar o da orada yaşıyordu. Yıllar evvel. Sürgün edilmeden önce. Cress çocukken tüm o geçmek bilmeyen saatler boyunca Ay’dan saklanmıştı. Bazen küçük banyosuna kapanıp saçlarını örerek oyalanırdı. Ya da çalışma masasının altına girip uyuyana dek kendine ninniler söylerdi. Bazen de annesiyle babasını düşlerdi.


Onunla hayali oyunlar oynadıklarını, ona macera romanları okuduklarını ve saçlarını şefkatle okşadıklarını düşünürdü. Ta ki, Ay nihayet koruyucu Dünya’nın ardında kaybolana ve Cress yine güvende olana dek. Şimdi bile, o saatlerde yatağının altına giriyordu. Ya uyuyor, ya kafasının içinde şarkılar besteliyor, ya da karmaşık bir şifreyi çözmeye çalışıyordu. Ay Ülkesi’nin şehirlerine bakmaktan hâlâ hoşlanmıyordu. Hatta Ay insanlarını görürse onların da sahte gökyüzlerinin ötesinden onu görebileceğine dair gizli bir endişesi vardı. Yedi yıldan daha uzun bir süre hep bu korkuyla yaşamıştı. Ama şimdi Ay’ın gümüşi ufku penceresinin kenarından usulca görünmeye başlamıştı ve Cress’in umurunda bile değildi. Bu kez gözleme panelleri ona yepyeni bir kâbus gösteriyordu. Bir sayfadan diğerine geçerken gözlerinin önüne gazete haberleri, fotoğraflar ve videolar seriliyordu. O kadar hızlı geçiyorlardı ki, onları takip etmekte zorlanıyordu. DÜNYA’NIN ÇEŞİTLİ YERLERİNDE 14 ŞEHİR SALDIRIYA UĞRADI İKİ SAAT SÜREN KATLİAMIN BİLANÇOSU: 16.000 DÜNYALI ÖLDÜ ÜÇÜNCÜ ÇAĞIN EN BÜYÜK TOPLU KIYIMI İnternet, dehşet haberleriyle doluydu. Karınları deşilen kurbanların kanları yağmur oluklarından akıyordu. İnsana benzeyen vahşi yaratıkların çeneleri, tırnaklarının içleri ve üstleri başları kan içindeydi.

Cress farkında olmadan bir eliyle ağzını kapadı ve okumaya devam etti. Gerçekleri kavradıkça nefes almakta bile güçlük çeker olmuştu. Bu onun suçuydu. Aylardır iyi eğitimli bir uşak olarak Efendi Sybil’ın buyruklarını sorgusuz sualsiz yerine getiriyordu. Tüm o Ay gemileri onun yüzünden Dünyalıların radarından kaçabiliyordu. Ama artık o gemilerin nasıl canavarlar taşıdığını biliyordu. Majesteleri’nin planını daha yeni anlamıştı ve ne yazık ki çok geçti. 16.000 DÜNYALI ÖLDÜ Hanımının isteklerine hayır diyemediği için Dünya saldırıya hazırlıksız yakalanmıştı. Cress görevini yapmış, sonuçlarının ne olacağını hiç düşünmemişti. Gözlerini ölüm ve vahşet fotoğraflarından güçlükle ayırıp dikkatini başka bir dehşet haberine verdi. Doğu Ulusları Topluluğu İmparatoru Kaito, Ay Kraliçesi Levana’yla evlenmeyi kabul ederek saldırıları sonlandırmıştı. Kraliçe Levana artık Doğu Ulusları’nın yeni imparatoriçesiydi. Dünyalı haberciler şaşkındı. Bu diplomatik ama bir o kadar da tartışmalı anlaşmanın ne tarafında duracaklarına karar vermeye çalışıyorlardı.

Bazıları öfkeliydi. Doğu Ulusları Topluluğunun ve Doğu Birliği’nin diğer üyelerinin bir düğüne değil, savaşa hazırlanması gerektiğini savunuyorlardı. Bu yeni anlaşmayı haklı çıkarmaya çalışanlar da vardı tabii. Cress parmaklarını ince, şeffaf ekranda dolaştırarak bu evliliğin doğurabileceği iyi sonuçlar üzerine konuşan bir adamın ses kaydını dinledi. Bundan sonra saldırılar kesilecekti, insanlar yıllardır süregelen korkularından kurtulacaktı. Dünya, Ay kültürünü daha iyi anlayacaktı. Teknoloji ilerleyecekti. Dünya ve Ay müttefik olacaktı. Hem Kraliçe Levana’nın tek derdi, Doğu Ulusları’nı yönetmekti. Şüphesiz Dünya Birliği’nin geri kalanını rahat bırakacaktı. Ama Cress buna yalnızca aptalların inanacağım biliyordu. Kraliçe Levana önce imparatoriçe olacak, sonra imparator Kaito’yu öldürtüp ülkeyi tek başına yönetecek ve orayı Birlik’in geri kalanını işgal edecek orduyu toplamak için bir üs olarak kullanacaktı. Bütün gezegene o hükmedene dek durmayacaktı. Bu küçük saldırdı, bu on altı bin ölüm… yalnızca başlangıçtı. Cress yayının sesini kısıp dirseklerini masaya dayadı ve iki elini birden gür, sarı saçlarının arasına daldırdı.

Uydunun içindeki sabit ısıya rağmen birden ürpermişti. Arkasındaki ekranların birinden bir çocuk sesi yükseliyordu. On yaşındayken insanı deliliğe teşvik eden dört aylık sıkıcı bir süreçten sonra kendi sesini yüklediği bu programı yaratmıştı. Ne var ki, ses okuduğu içerik için fazla neşeliydi. Amerika’nın bir Ay askerine otopsi yaparken vardığı sonuçlar üzerine tıbbi bir makaleydi okuduğu. Kemikler kalsiyum bakımından zengin canlı dokularla takviye edilmiş ve ana eklemlerdeki kıkırdaklar esneklik artırıcı tuzlu bir çözeltiyle doldurulmuş. Ön dişlere ve köpek dişlerine kurt dişlerini andıran ortodontik protezler yerleştirilmiş. Kemik ya da diğer dokuları kolaylıkla çiğneyebilmeleri için aynı kemik takviyeleri çeneye de uygulanmış. Deneğin kontrolsüz saldırganlığı ve kurtlarınkine benzer eğilimleri merkezi sinir sistemindeki işlevsel düzenlemelere ve kapsamlı psikolojik baskıya bağlanabilir. Doktor Edelstein beynin biyoelektrik dalgalarına uygulanan gelişmiş bir yönlendirme tekniğinin de etkili olabileceğini… “Sesi kapa.” Tatlı çocuk sesi, yerini Cress’in uzun yıllar önce duymamayı öğrendiği bir uğultuya bıraktı. Vantilatörlerin vızıltısı, yaşam destek sisteminin tıngırtısı ve yeniden dönüşüm deposundaki su şırıltısı bilincinin derinliklerinde çoktan kaybolup gitmişti. Cress kalın buklelerini ensesinde toplayıp yaptığı atkuyruğunu göğsüne sarkıttı. Dikkatli olmazsa saçları iskemlesinin tekerleklerine takılıyordu. Önündeki ekranların ışığı titreşti ve Dünya’dan yeni bilgiler gelmeye devam etti.

Ay Ülkesi’nden de haberler vardı. Büyük bir zafer kazanan cesur askerlerine övgüler yağdırıyorlardı. Bunlar tabii ki kraliyetin söylemleriydi. Cress on iki yaşındayken Ay’da yayınlanan haberleri dikkate almamayı öğrenmişti. Dalgın bir yüzle atkuyruğunu sol koluna sardı. Saçlarının ucunu burup bileğine doladı. “Ah, Cress,” diye mırıldandı. “Ne yapacağız şimdi?” On yaşındaki hâli ona cevap verdi. “Lütfen, isteğini daha açık bir şekilde dile getir, abla.” Cress ekranın ışığından yorulan gözlerini yumdu. “Biliyorum, imparator Kai savaşı durdurmaya çalışıyor ama Majesteleri’nin asla vazgeçmeyeceğini tahmin etmesi gerekir. Bu evlilik gerçekleşirse Majesteleri onu öldürecek. O zaman Dünyaya ne olacak?” Şakakları zonklamaya başlamıştı. “Linh Cinder’ın baloda onu uyardığını düşünmüştüm ama ya yanılıyorsam? Ya imparator nasıl bir tehlikede olduğunu bilmiyorsa?” Cress sandalyesini döndürerek parmaklarını sesi kısık haber yayınında dolaştırdı. Bir şifre girdi ve günde belki yüz kere kontrol ettiği gizli bir pencere belirdi ekranda.

Gizli Haberleşme penceresi çalışma masasının tepesinde kara bir delik gibi sessizce açıldı. Linh Cinder onunla hâlâ iletişime geçmemişti. Belki de çipine el konmuş, ya da yok edilmişti. Belki Linh Cinder artık onunla konuşamayacaktı. Cress sıkıntıyla iç çekerek bağlantıyı kapadı ve onun yerine bir düzine kadar pencere açtı. Bunlar bir hafta önce gözaltına alınan sayborgla ilgili interneti tarayan karmaşık bir alarm sistemine bağlıydı. Linh Cinder. Yeni Pekin Hapishanesi’nden kaçan kız. Cress yalnızca onun aracılığıyla imparator Kaito’yu Kraliçe Levana’nın gerçek amaçları konusunda uyarabilirdi. Bilgiler on bir saattir güncellenmemişti. Ay istilasının telaşında, Dünya en değerli kaçağını unutmuş görünüyordu. “Abla?” Cress sandalyesinin kollarına tutundu. “Efendim, Küçük Cress?” “Hanımın gemisi tespit edildi. Tahmini varış süresi yirmi iki saniye.” Cress daha hanım kelimesini duyduğu anda sandalyesinden fırlamıştı.

Onca yıl önce konuşan sesi bile hafiften korku doluydu. Sonraki hareketleri yıllar içinde mükemmelleştirdiği bir dansı andırıyordu. Küçük Cress saniyeleri sayarken, Cress hayalinde bir ikinci çağ balerini oldu. 00:21. Yatağı açma butonuna bastı. 00:20. Ekrana dönüp Linh Cinder’la ilgili bütün bilgileri Ay kraliyet propagandasının altına gizledi. 00:19. Yatak tak diye açıldı. Yastıklar ve battaniye tıpkı bıraktığı gibi yerli yerindeydi. 00:18. 17. 16. Parmaklarını ekranlarda gezdirerek Dünya haberlerini ve internet sitelerini kapadı. 00:15.

Yorganını iki ucundan tuttu. 00:14. Bileklerinin tek bir hareketiyle yorgan rüzgârda şişen bir yelken gibi havalandı. 00:13. 12. 11. Yatağın diğer tarafına geçip oturma odasındaki ekranlara yöneldi. 00:10. 09. Dünyadan diziler, müzik kayıtları, ikinci çağ edebiyatı. Hepsi yok edildi. 00:08. Yatağa koştu. Yorganı eliyle son bir kez düzeltti. 00:07.

İki yastığı karyolanın başlığına yasladı. Battaniyenin altına sıkışan saçını çıkardı. 00:06. 05. Kendini zarifçe yere atıp çorapları ve tokaları topladı ve yenileme bölmesine attı. 00:04. 03. Masalara göz attı. Tek tabağını, kaşığını, bardağını ve bir avuç dolusu kalemini topladı. Hepsini dolabına tıktı. 00:02. Son kez etrafına bakındı. 00:01. Memnuniyetle iç çekip zarifçe reverans yaptı. “Hanımın gemisi geldi,” dedi Küçük Cress.

“Uyduya kenetlenme izni istiyor.” Hanımı için yaptığı bütün düzenlemeler aklından uçup gitti ama sahte gülümsemesi olduğu yerde kaldı. “Elbette,” diye şakıdı ana rampaya yaklaşarak. Uyduda iki tane rampa vardı ama biri hiç kullanılmıyordu. Cress odanın karşısındaki kapının hâlâ çalıştığından bile emin değildi. Her iki geniş metal kapı da bir kenetlenme bölmesine açılıyordu ve onun ötesinde uzay boşluğu vardı. Tabii orada bir gemi olmadığı sürece. Hanımının gemisi. Cress gerekli emri tuşladı. Ekranda bir şema belirdi ve geminin uyduya kenetlenirken çıkardığı sesi duydu. Etrafındaki duvarlar sarsıldı. Sonra olacakları ezbere biliyordu. Hatta her bir tanıdık sesin arasında kalbinin kaç kere atacağını bile. Küçük uzay gemisinin motoru susacaktı. Kenetlenme bölmesi gemiye kilitlenecekti.

Aradaki bölmeye oksijen pompalanacaktı. İki kapsül arasındaki geçişin güvenli olduğuna dair bir bipleme duyulacaktı. Uzay gemisinin kapısı açılacaktı. Aradaki bölmede ayak sesleri yankılanacaktı. Ve uydunun kapısı hafifçe gıcırdayarak yana kayacaktı. Cress’in hanımından biraz şefkat ve iyilik beklediği günler de olmuştu. Sybil ona bakıp şöyle diyecekti: “Benim sevgili Crescent’ım. Majesteleri’nin güvenini ve saygısını kazandın. Artık benimle Ay Ülkesi’ne dönüp bizden biri gibi yaşayabilirsin.” Ama o günler geçeli çok olmuştu. Yine de, Cress, Efendi Sybil’ın soğuk yüzüne karşı gülümsemeye devam etti. “İyi günler, hanımım.” Sybil burnunu çekti. Beyaz paltosunun işlemeli kolu elindeki büyük kutunun üzerine yayılmıştı. Kutunun içinde her zamanki gibi yiyecek, su ve ilaçlar vardı.

“Demek onu buldun?” Cress’in gülümsemesi yüzünde donup kaldı. “Efendim?” “İyi bir gün olabilmesi için sana verdiğim basit görevi yerine getirmiş olman gerek. Öyle değil mi, Cress? Sayborgu buldun mu?” Cress gözlerini indirip tırnaklarını avuçlarına geçirdi. “Hayır, hanımım. Daha bulamadım.” “O hâlde bugün iyi bir gün değil.” “Ben şey demek istemiştim… şey…” Kendini yumruklarını açmak için zorlayıp Efendi Sybil’ın öfkeli gözlerine baktı. “Haberleri okudum da… Majesteleri’nin nişanı sizi memnun etmiş olmalı.” Sybil elindeki kutuyu özenle toplanan yatağa bıraktı. “Sevincimizi Dünya’nın Ay’ın kontrolüne girdiği güne saklamak daha yerinde olur. O zamana kadar, durup dinlenmeden çalışmalıyız. Ve sen de vaktini magazin haberleri okuyarak harcamamalısın.” Sybil Gizli Haberleşme penceresini açan ekrana yöneldiğinde Cress kaskatı kesildi. O pencere Ay tahtına ihanetinin en önemli kanıtıydı. Ama Sybil, İmparator Kaito’nun Doğu Ulusları Topluluğu bayrağının önünde yaptığı konuşmayı yayınlayan ekrana yöneldi.

Tek bir dokunuşuyla ekran şeffaflaştı ve arkasındaki metal duvarla ısıtma çubukları göründü. Cress yavaşça nefesini bıraktı. “Mutlaka bir şeyler bulmuşsundur.” Cress sırtını dikleştirdi. “Linh Cinder en son Avrupa Federasyonunda görülmüş. Güney Fransa’da küçük bir kasabada. Yerel saate göre akşam altı.” “Biliyorum. Sonra Paris’e gidip bir sihirbazı ve birkaç işe yaramaz özel operasyoncuyu öldürdü. Başka, Crescent?” Cress yutkundu ve saçlarını kollarının arasında bir sekiz oluşturacak şekilde bileklerine doladı. “Saat 17:48de, Fransa, Rieux’de, gemi ve araba yedek parçaları satan bir dükkânın görevlisi kayıtları gözden geçirirken 11.3 Model bir 214 Rampion’la uyumlu bir güç ünitesinin kaybolduğunu fark etmiş. Belki de onu Linh Cinder çalmıştır, ya da…” Duraksadı. İkisi de bunun doğru olmadığını bilmesine rağmen, Sybil sayborgun hâlâ içi boş bir kabuk olduğuna inanmak istiyordu. Cress’in aksine, Linh Cinder, Ay insanlarının yeteneklerine sahipti.

Bu bir şekilde gizlenebilirdi ama Uluslar Topluluğunun her yıl düzenlediği baloda ortaya çıkmış olmalıydı. Sybil, Cress’in duraksamasına aldırmadı. “Bir güç ünitesi mi?” “Basınçlı hidrojeni enerjiye dönüştürüyor.” “Açıklamana gerek yok. Ne olduğunu biliyorum,” dedi Sybil sertçe. “Şimdiye kadar tek öğrenebildiğin bu mu yani? Gemisini tamir etmek için bir güç ünitesi çaldığı mı? Onu Dünyadayken bile bulamadın. Bakalım şimdi ne yapacaksın?” “Özür dilerim, efendim. Ama inanın, çok uğraştım. Ben…” “Mazeretlerin beni ilgilendirmiyor. Bunca yıldır Majesteleri’ni canını bağışlaması için ikna etmeye çalışıyorum. Ona kanından daha fazlasını verebileceğini söyledim. Yoksa yanıldım mı, Crescent?” Cress dudağını ısırdı. Tutsaklığı boyunca Majesteleri için yaptıklarını hatırlatması gereksizdi. Dünya liderlerini onun geliştirdiği sayısız casusluk sistemi sayesinde takip ediyorlardı. Diplomatlar arasındaki iletişimi kesmiş ve Kraliçe’nin askerlerinin Dünya’ya sürpriz bir baskın düzenleyebilmesi için uydu sinyalimin bozmuştu.

On altı bin Dünyalının kanına giren oydu. Ama yine de yaranamıyordu. Sybil yalnızca onun başarısızlıklarıyla ilgileniyordu ve Linh Cinder’ı bulamaması Cress’in en büyük başarısızlığıydı. “Özür dilerim, hanımım. Elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz.” Sybil gözlerini kıstı. “O kızı derhâl bulmazsan aramız bozulacak.” Cress, Sybil’ın suçlayıcı bakışları altında kendini inceleme tahtasına iğnelenen bir pervane gibi hissediyordu. “Merak etmeyin, hanımım. En kısa zamanda güzel haberi vereceğim.” “İyi.” Sybil elini uzatıp Cress’in yanağını hafifçe okşadı. Dokunuşunda anaç bir yan vardı. Ama sonra arkasını dönüp yanında getirdiği ilaç kutusundan bir şırınga çıkardı. “Pekâlâ.

Uzat bakalım kolunu.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir