Marshall Berman – Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyofda, modemizmi, modem insanların modernleşmenin nesneleri oldukları kadar özneleri de olmak, modem dünyada sıkıca tutunabilecekleri bir yer bulmak ve kendilerini bu dünyada evde hissetmek için giriştikleri çabalar olarak tanımlıyorum. Bu, akademik kitaplarda genellikle bulunanlardan daha geniş ve daha kapsayıcı bir modemizm kavrayışıdır. Kültürü anlamanın açık ve genişlemeye daha yatkın bir yolunu da imâ eder (insan etkinliğini fragmanlara bölen ve bu fragmanlan da, zaman, yer, dil, tür ve akademik disiplin gibi farklı etiketlerle belirlenen ayrı bavullara kilitleyen gardiyanca yaklaşımdan hayli farklı bir yoldur bu. Bu açık ve geniş yol, olanaklı pek çok yoldan yalnızca biridir, ama bazı üstünlükleri vardır. Her türden sanatsal, entelektüel, dinsel ve siyasal etkinlikleri, tek bir diyalektik sürecin parçalan olarak görmemizi ve onlar arasında yaratıcı bir karşılıklı etkileşme geliştirmemizi olanaklı kılar. Geçmiş, bugün ve gelecek arasında diyalogun koşullannı yaratır. Fiziksel ve toplumsal mekanı yatay keser; büyük sanatçılarla sıra­ dan insanlar arasındaki, hantal bir tarzda Eski, Yeni ve Üçüncü Dünya dediğimiz yerlerin insanları arasındaki dayanışmaları ortaya çıkanr. Etnik kimlik, milliyet, cinsiyet, sınıf ve ırk sınırlarıyla ayrılan insanları birleştirir. Deneyimimizle ilgili tasavvurumuzu genişletir ve hayatlarımızda, düşündüğümüzden daha fazlasının bulunduğunu gösterir; günlerimize yeni bir tını ve derinlik kazandım. Bunun, modem kültürü ya da genel olarak kültürü yorumlamanın biricik yolu olmadığı besbelli. Ama, kültürü ölülerin kültü olarak değil de, süregiden hayat için bir beslenme kaynağı olarak görmek istiyorsak, anlamlı bir yoldur bu. Modemizmi, sürekli değişen bir dünyada kendimizi evimizde hissetmek için yapılan bir mücadele olarak düşündüğümüzde, modemizmin hiçbir tarzının asla tanımlayıcı olamayacağını görürüz. Kurduklarımız ve başardıklarımız arasında en yaratıcı olanlan bile, eğer hayat devam edecekse, bizim ya da çocuklarımızın onlardan kaçmayı ya da dönüştürmeyi isteyeceğimiz hapishanelere ya da kabirlere dönecektir. Dostoyevski’nin Yeraltmdaki Adamı, kendisiyle bitmek bilmez diyalogunda bunu öne sürüyor: Siz, Beyefendiler, belki de çıldırdığımı düşünüyorsunuz. İzin verin de, kendimi savunayım.


İnsanın her şeyden önce yaratıcı bir hayvan olduğunu kabul ediyorum. Evet, onun yazgısında, bir amaca doğru bilinçli olarak koşmak, mühendislikle iştigal etmek vardır; yani, ezeli ve ebedi olarak, biteviye yeni yollar inşa etmek, nereye götürürlerse götürsünler yollar inşa etmek. … İnsan, yollar yapmayı sever, bu su götürmez. Ama … amacına ulaşmak ve inşa ettiği yapıyı tamamlamaktan içgüdüsel olarak duyduğu korku olmasın bunun sebebi? Nereden biliyorsunuz, belki de o muaz­ zam yapıyı yalnızca uzaktan seviyor ve yakından bakmak bile istemiyordur. Belki de onu yalnızca inşa etmek istiyor, ama içinde yaşamak istemiyordur. Ağustos 1987’de bu kitabı tartışmak için Brezilya’yı ziyaret ettiğimde, modemizmlerin çatışmasını hayli dramatik bir şekilde yaşadım, hatta bu çatışmaya katıldım. İlk durağım Brasilia oldu; 1950’lerin sonlarında ve 1960’lann başlarında hiç yoktan, Başkan Juscelino Kubitschek’in emriyle ülkenin coğrafi olarak tam merkezinde inşa edilen başkent Brasilia. Kent, Le Corbusier’in sol kanat öğrencileri olan Lucio Costa ve Oscar Niemeyer tarafından planlanmış ve tasarlanmıştı. Brasilia, havadan dinamik ve heyecan verici görünüyordu. Aslında, benim (ve neredeyse bütün ziyaretçilerin) onu ilk gördüğümde içinde olduğum jet uçağına benzetilerek inşa edilmişti. Oysa yer düzeyinden, yani insanların gerçekte yaşadığı ve çalıştığı düzeyden bakıldığında, bu dünyanın en kötü şehirlerinden biridir. Kuşkusuz Brasilia’nm tasanmmı bütün ayrıntılarıyla tartışmanın yeri burası değil. Ama bu kent, kişinin kendini aydaymışçasına yalnız, kaybolmuş hissettiği muazzam boş alanların verdiği duyguyu veriyor insana; karşılaştığım her Brezilyalı da bunu doğruladı. İnsanların bir araya gelip konuşabileceği ya da basitçe birbirlerine bakıp ortalıkta salınacağı kamusal alanların yokluğunun tasarlanmış bir durum olduğu göze çarpıyor. Latin dünyasının büyük kentsel geleneği, kent yaşamının bir plaza mayor (büyük meydan) etrafında örgütlenmesine dayanan bu gelenek, açıkça reddedilmiş.

Brasilia’nm tasarımı, insanlan uzakta, birbirinden ayrı, aşağıda tutmak isteyen generallerce yönetilen bir askerî diktatörlüğün başkenti için yapılmış bir tasarım olsaydı, yerine mükemmelen oturmuş olurdu. Ama bir demokrasinin başkenti olarak, tam bir skandaldir. Tartışma toplantılarında ve kitle iletişim araçlarında şu savı ileri sürdüm: Brezilya de­ mokratik bir ülke olarak kalacaksa, insanların ülkenin her yerinden gelip özgürce toplantı yapabilecekleri, birbirleriyle konuşabilecekleri ve hükümete -çünkü ne de olsa, bir demokraside hükümet onların hükümetidir- seslenebilecekleri, gereksinim ve istemlerini tartışabilecekleri, iradelerini iletebilecekleri kamusal alanlara ihtiyacı olacaktır. Çok geçmeden, Niemeyer yanıt vermeye başladı. Bana yönelik olarak, pek de iltifat sayılamayacak bir çok şey söyledikten sonra, çok daha ilginç bir demeç verdi: Brasilia, Brezilya halkının özlemlerini ve umutlarını simgeliyordu ve onun tasarımına yönelen her hangi bir saldın, halkın kendisine yönelen bir saldın olarak anlaşılmalıydı. Onun müridlerinden biri de, bir yandan modernizmin en üstün dışavurumlanndan biri olan bir yapıta saldmrken, bir yandan da modemistmiş gibi yaparak, kendi içimin boşluğunu ortaya koyduğumu ekleyiverdi. Bütün bunlar karşısında bir an duraksadım. Niemeyer, bir konuda haklıydı: Brasilia fikri 1950’lerde ve 1960’lı yıllann başlannda doğduğunda ve kentin tasanmı yapıldığında, gerçekten de Brezilya halkının umutlannı içinde taşıyordu; özellikle de modernlik arzulannı. Bu umutlarla onlann gerçekleşmesi arasındaki bu büyük uçurum, Yeraltmdaki Adamın öne sürdüklerinin haklılığına kanıt olsa gerek: Modem insan için, bir saray inşa etmek, yaratıcı bir serüven olabilir; ama onun içinde yaşamak zorunda kalmak, yine de bir kâbustur. Bu problem, kendini değişime kapatan ya da değişime düşman olan bir modemizm için -ya da, daha iyisi, büyük bir değişimi isteyen ama başka hiçbir değişimi kabul etmeyen bir modemizm için- özellikle derindir. Le Corbusier’i izleyen Niemeyer ve Costa, modem mimann teknolojiyi, belirli ideal, ebedî klasik biçimlerin maddî olarak beden bulacağı yapılan inşa etmek için kullanmalan gerektiğine inandılar. Bu, eğer bütün bir kent için yapılabilse, bu kent tam ve mükem­ mel olur, sınırlan genişleyebilirdi. Ama böyle bir kent, kendi içinden gelişemezdi. Yeraltından Notlarda tahayyül edildiği biçimiyle Kristal Sarayı’nda olduğu gibi, Costa ve Niemeyer’in Brasilia’sı da, yurttaşlarını -ve bütün ülkenin yurttaşlarını- “yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı” bir durumda bıraktı. 1964 yılında, yeni başkentin açılışından kısa bir süre sonra, Brezilya demokrasisi askerî bir diktatörlük tarafından yıkıldı.

Diktatörlük yıllarında (ki Niemeyer diktatörlüğe karşı çıktı) halkın, başkentin tasarımında olabilecek herhangi bir kusurdan çok daha vahim suçlardan kaygılanması gerekiyordu. Ama Brezilya 1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başlarında özgürlüğe kavuşmaya başladığında, Brezilyalıların pek çoğunun, onları sessiz tutmak için tasarlanmış gibi görünen bir başkente hınç duymaları kaçınılmazdı. Niemeyer, insanları temel bazı modem ayrıcalıklardan (konuşma, toplanma, savlama, gereksinimlerini iletme ayrıcalıklarından) yoksun bırakan bir modernist yapıtın, pek çok düşman çekeceğim bilmeliydi. Rio, Sao Paulo ve Recife’de konuşurken, pek çok Brezilyalmm bana söylediği gibi, onlar için hiçbir yeri olmayan bir kente yöneÜk yaygın suçlamalara tercüman olurken buluverdim kendimi. Yine de, bunun ne kadan Niemeyer’in suçu olabilir ki? Kentin tasarımı için açılan yarışmayı başka bir mimar kazanmış olsaydı, ortaya çıkacak olan manzaranın daha az ya da daha çok yabancı bir manzara olma ihtimali yüksek olmayacak mıydı? Brasilia’da en öldürücü olan şeylerin pek çoğu, dünya çapında aydınlanmış planlamacılar ve tasarımcılar arasında ortaya çıkan bir oydaşmadan çıkmadı mı? Ancak 1960’h ve 1970’li yıllarda, dünyanın her yerinde Brasilia’yı önceleyen benzeri -yalnızca benim ülkemin ketlerindekileri ve banliyölerindekileri değil- şehirleri yaratan kuşak o şehirlerde yaşama şansına kavuştuktan sonradır ki, bu modemistlerin yarattığı dünyada ne kadar çok şeyin eksik olduğunu fark etmeye başladı. İşte o zaman, Kristal Sarayı’ndaki Yeraltı Adamı gibi, onlar (ve onların çocukları) da, kaba jestler ve Bronxvâri gürültüler yapmaya, dışanda bırakılmış olan tüm insanların varlığında ve onurunda ısrar eden alternatif bir modemizm yaratmaya başladılar. Brasilia’da neyin eksik olduğuyla ilgili düşüncelerim, beni kitabımın temel konulanndan birine döndürdü. Bu tema, iletişim ve diyalogun önemiyle ilgili tema, bana o kadar açık görünüyordu ki, hak ettiği kadar açıkça ifade etmedim. İletişim ve diyalog etkinliklerinde özellikle modem olan bir şey görülmeyebilir. Çünkü bu etkinlikler, uygarlığın başlangıcına kadar götürülebilir; dahası, uygarlığı tanımlamakta gerekli etkinliklerdir. İletişim ve uygarlık, en az iki bin yıl önce, peygamberler ve Sokrates tarafından en önde gelen insan değerleri olarak kutsanmıştı. Ama ben, iletişim ve diyalogun, modem zamanlarda yeni ve özgül bir ağırlık ve aciliyet kazandığına inanıyorum; çünkü öznellik ve içedönüklük, modem zamanlarda daha önce hiçbir zaman olmadığı kadar hem daha zengin ve daha yoğun, hem de daha yalnız ve daha kapana kısılmış bir gelişme gösterdiler. Böylesi bir ortamda iletişim ve diyalog, hem daha umarsızca duyulan bir ihtiyaç hem de hazzın önde gelen bir kaynağı haline geliyor. Anlamın buharlaşıp havaya kanşıverdiği bir dünyada bu deneyimler, anlamın, emin olabileceğimiz ender bulunan katı kaynaklan arasında yer alıyorlar. Modem hayatı yaşamaya değer kılan şeylerden biri de, birbirimizle konuşma, birbirimize ulaşma ve birbirimizi anlama yolunda daha zengin fırsatlar sağlaması, hatta bazan bizi bunlara zorlamasıdır.

Bu olanaklardan olabildiğince çok yararlanmaya ihtiyacımız var; bu etkinlikler, kentlerimizi ve hayatlarımızı düzene koyma tarzlanmızı belirlemeli.* (*) Bu tema, Georg Simmel, Martin Buber ve Jürgen Habermas gibi düşünürlerle bağlantı yollan açıyor. Pek çok okur, genel projeme en az seçtiklerim kadar uyabilecek olan başka kişiler, yerler, fikirler ve hareketler üstüne de neden yazmadığımı sordu. Proust ya da Freud, Berlin ya da Şanghay, Mishima ya da Sembene, New York’un Soyut Dışavurumcuları ya da Prag’ın Plastik İnsanları neden bu kitapta ele alınmamıştı? Buna vereceğim cevap son derece basit: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyordun ben hâlâ yaşarken basılmasını istedim. Bu da, belirli bir noktada, belki kitabı bitirmeye değil, ama durdurmaya karar vermem gerektiği anlamına geliyordu. Her şeyden önce, modemitenin ansiklopedisini yazmaya niyetlenmemiştim. Daha ziyade, insanlara kendi deneyimlerini ve tarihlerini daha ayrıntılı ve derinlemesine keşf etme olanağı sağlayacak bir dizi bakış ve paradigma geliştirmeyi umarak yola çıkmıştım. Açık olacak ve açık kalacak bir kitap, okurların kendi bölümlerini yazabilecekleri bir kitap yazmak istemiştim. Bazı okurlar, post-modemite fikri etrafında günümüzde oluşan devasa söylemi ele almaya zahmet etmediğimi düşünebilirler. Bu söylem, 1970’lerin sonlarında Fransa’da, çoğunlukla da 1968’in yanılsamasından kurtulan asilerin postyapısalcılık ekseninde yazdıklarından kaynaklandı: Roland Barthes, Michel Foucault, Jacques Derrida, Jean-François Lyotard, Jean Baudrillard ve onlann izleyicilerinden oluşan taburlar. ABD’de ise, 1980’lerde estetik ve edebiyat tartışmalarının damgası haline geldi.1 Post-modemistlerin, bu kitaptakiyle keskin bir şekilde çatışan bir paradigma geliştirdikleri söylenebilir. Ben, modem 1 1980’lerin post-modemizmi için örneğin bkz. Hal Foster, der., The Anti-Aesthetic: Essays on Postmodern Culture (Bay Press, 1983); New German Critique, No.

22 (Kış 1981) ve No. 33 (Güz 1984); Andreas Huyssen, After the Great Divide: Modernism, Mass Culture, Postmodernism (Indiana, 1986); Peter Dews, der., Autonomy and Solidarity: Interviews with Jürgen Habermas (Verso/New Left, 1986), özellikle editörün girişi; ve Jürgen Habermas, The Philosophical Discourse of Modernity (1985), çev. Frederick G. Lawrence (MIT, 1987). hayatın, modem sanat ve düşünüşün, kendim biteviye eleştirme ve biteviye yenileme kapasitesinin olduğunu ileri sürüyorum. Post-modemistlerse, modemitenin ufkunun kapandığım, enerjisinin tükendiğini söylüyorlar (onlara göre modernité geçip gitti. Post-modemist toplum düşüncesi, moral ve toplumsal ilerleme, kişisel özgürlük ve kamu mutluluğu gibi bize 18. yüzyıl aydınlanmasının mirası olan bütün kolektif umutlarla alay eder. Post-modemistler, bu umutların iflas ettiğinin, en iyisinden boş fantazilerden ibaret olduklarının, ama daha kötüsü, tahakküm ve canavarca köleleştirmenin araçları olduklarının ortaya çıktığını söylüyorlar. Postmodemistler, modem kültürün “büyük anlatılarının”, özellikle de “özgürlük kahramanı olarak insanlık anlatısının” defterini dürdüklerini iddia ediyorlar. “Kaybedilen anlatıya duyulan nostaljiyi bile yitirmiş olma”, post-modem sofistikasyonun damgasıdır.2 Jürgen Habermas’ın yeni kitabı The Philosophical Discourse o f Modernity, post-modem düşünüşün zayıflıklarını, kılı kırk yararcasına ele alarak ortaya koyuyor. Gelecek yıllarda bu konu üstüne daha çok yazacağım. Şimdilik yapabileceğimin en iyisi, bu kitapta geliştirdiğim genel modernlik tasavvurunu bir kez daha olumlamaktan ibaret.

Okurlar, benim yeniden kurguladığım biçimiyle Goethe’nin, Marx’in, Baudelaire’nin, Dostoyevski’nin ve diğerlerinin dünyasının, bizimkinden radikal bir farklılığı olup olmadığını kendilerine sorabilirler. Bizler, “katı olan her şeyin buharlaştığı” zamanlarda ortaya çıkan bütün ikilemleri, ya da “her bir kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu” olduğu bir dünya düşünü gerçekten de gerde bıraktık mı? Ben hiç de böyle olduğunu düşünmüyorum. Ama bu kitabın, okurlara 2 Jean-François Lyotard, The Post-M odern Condition: A Report on Knowledge (1979), çev. Geoff Bennington ve Brian Massumi, önsöz Fredric Jameson (Minnesota, 1984), s. 3 1 ,3 7 ,4 1 . kendi değerlendirmelerini yapmalarına yardımcı olacak donanımı sağlayabildiğini umuyorum. Bir modem duygu var ki, onu daha derinlikli olarak keşfe çıkmamaktan pişmanım. Modernliğin, her kişi için kapısını açtığı özgürlüğe karşı duyulan yaygın ve sık sık da umarsız korkudan, özgürlükten ne yolla olursa olsun kaçma arzusundan (Eric Fromm’un 1941’de yerinde bir şekilde dile getirdiği gibi) söz ediyorum. Benzersiz şekilde modem olan bu karanlığın haritası, ilk kez Dostoyevski tarafından Karamazov Kardeşlerdeki (1881) Büyük Engizisyoncu parabolünde çıkarıldı. Büyük Engizisyoncu (tutuklattığı Rab ile konuşmasında – ç.n.) şöyle diyor: “İnsanların iyiyle kötüyü diledikleri gibi seçme hakkına pek değer vermediklerini; rahatı, hatta ölümü yeğlediklerini unuttun mu? İnsan için vicdan özgürlüğü kadar çekici, ama o kadar da azap verici şey yoktur” (N.Y. Taluy çevirisinden). Sonra Reformasyon Karşıtı dönemin Sevilla’sından çıkıp Dostoyevski’nin 19.

yüzyıl sonlarındaki okurlarına doğrudan hitap eder: “Şimdi bak, bugün insanlar, hiçbir zaman olmadıkları kadar özgür olduklarına inandılar, ama özgürlüklerini bize getirdiler ve onu, tevazuyla ayaklarımızın altına attılar.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir