Mary Study Slater – Altın Bağ

Mustafa Kemal Atatürk’ü, onun yapıp ettiklerini en iyi anlatan kavramlardan biri “altm bağ” olsa gerek. Gerçekten de Atatürk’ün, yüzyılın başında emperyalizme karşı “kurtuluş savaşı”, geri kalmışlığa karşı “uygarlık savaşı” verip bu birbirinden zor her iki savaşı da kazanmasının sırrı, kurduğu “altınbağlar”da gizlidir. Atatürk, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında arkadaşlarıyla; askeri öğrencilik yıllarında çağdaş batı düşüncesiyle; aydınlanma dönemi aydınlarıyla; OsmanlI’nın son zamanlarında cepheden cepheye koştuğu zamanlarda kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, genciyle mensubu olduğu ulusuyla, halkıyla “altm bağ” kurmuştur. Çanakkale’de “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” derken Mehmetçikle; Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’ya geçip kongreler düzenleyerek, hakkında tutuklama kararı çıkarıldığında askerlikten istifa edip “sine-i millete” dönerken, esnaf, çiftçi, tüccar, din adamı yorgun, yoksul bir ulusla; işgalcileri Anadolu’dan tepelemek için gereken silahı, cephaneyi ve parayı sağlamak için Sovyet Rusya’yla ve Hindistan’dan M ısır’a bütün bir İslam dünyasıyla “altm bağ” kurmuştur. Çanakkale, Sakarya, Büyük Taarruz zaferleri Atatürk’ün ordu ile millet arasında kurduğu “altmbağ”larm eseridir. Atatürk, verdiği askeri, siyasi kurtuluş savaşını; kazandığı askeri zaferleri, uygarlık savaşıyla; eğitim, kültür, sanat, ekonomi zaferleriyle taçlandırmak istemiştir. Çünkü O, ulusların gerçek kurtuluşunun askeri zaferlerle değil, o askeri zaferleri tamamlayacak kültür-uygarlık zaferleriyle mümkün olacağına 5 inanmıştır. Her bakımdan geri kalmış, her bakımdan emperyalist Batı’nm sömürgesi haline gelmiş; Duyunu-i Umumiye ve kapitülasyonlar altında iliklerine kadar sömürülen, gelecek kuşakları bile borçlu, eğitimsiz, sanayileşmemiş, üretemeyen ve savaş yorgunu bir ümmeti, çok değil 15 yılda her bakımdan uygar, çağdaş, eğitimli, üreten bir ulus haline getirirken de “altmbağ”lar kurmuştur. Daha Kurtuluş Savaşı sırasında top sesleri arasında bir Maarif (Eğitim) Kongresi düzenleyerek öğretmenlerle; Kurtuluş Savaşı’mn hemen ardından düzenlediği İzmir İktisat Kongresinde çiftçilerle, köylülerle, sanayicilerle, tüccarlarla; Türkleri “barbar, sarı ırktan, evrimini tamamlamamış” insanlar olarak görüp aşağılayan Batı Merkezli Tarihe başkaldırmak amacıyla geliştirdiği Türk Tarih Tezi ve Türk Dil Tezi’ni tartıştırmak için yerli yabancı tarihçilerle dilcilerle, bilim insanlarıyla; her bakımdan haklar verdiği kadınlarla; “hayat damarlarından biri” olarak gördüğü sanatla ve sanatçılarla; “milletin efendisi” olarak gördüğü üreten köylülerle “altmbağlar” kurarak gerçekleştirmiştir Türk D evrim i’ni… Atatürk’ün kurduğu kadar, kurmayı planladığı altmbağlar da vardır. Örneğin, dünyada emperyalizmin sömürgesi durumundaki bütün mazlum milletlerin bağımsızlıklarına kavuşması için onlara maddi ve manevi olarak yardım etmiştir. Bu çerçevede Anadolu’daki Türk Kurtuluş Savaşı’yla eş zamanlı, yine kendi kontrolünde ve yönlendirmesinde Irak’ta, Suriye’de, o bölge halkının emperyalizme karşı savaşması için mücadele etmiştir. Oralardaki direniş hareketlerini derleyip toparlaması için Yarbay Özdemir Bey’i, Uceymi Paşa’yı o bölgeye göndermiştir. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da emperya6 list ülkelere, yayılmacı Batılı devletlere karşı Balkan devletleriyle Balkan Antantı’nı, İslam ülkeleriyle de Sadabat Paktı’nı kurmuştur. Doğu’da Sovyet Rusya’yla, Batı’da ise, çok değil daha birkaç yıl öncesine kadar savaş halinde olduğu, Yunanistan’la çok iyi ilişkiler kurmuştur. Yani Atatürk, önce mazlum milletlerin özgür ve bağımsız olmaları, sonra bölge ülkelerinin birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olmaları için “altmbağlar” kurmuştur.


Atatürk, bir anlamda sağlığında kurduğu altmbağlarla Türkiye’yi bir “barış çemberi” içine almıştır. Onun asıl amacı bu barış çemberinin gittikçe genişlemesi ve bir gün tüm dünyayı içine alan bir “barış kuşağı” halini almasıdır. M. Study Slater’in Atatürk’ün hayatını anlattığı “A ltın Bağ” adlı romanını okurken bütün bunları düşünmeden edemedim. Uzun yıllardır Atatürk üzerine yazıp çizen biri olarak, Atatürk’ün yapıp ettikleriyle ilgili birçok tanımlamaya rastladım ama “altınbağ” biçiminde bir tanımlamaya ilk kez rastlıyorum. M. Study Slater’in büyük oranda bilgi ve belgeye dayalı olarak coşkuyla, heyecanla ördüğü ” Altm Bağ” romam, Lord Kinross’un “A tatürk” biyografisi tadında bir eser. Slater’in romanında Atatürk adeta yeniden ete ve kemiğe bürünüyor. “Rom andan tarih öğrenilmez” ilkesini saklı tutarak, hem Atatürk’le yakınlaşmak, hem dönemin atmosferine dokunmak, hem de iyi bir roman okumak için Altın Bağ hepimize sesleniyor. İyi okumalar… Seyyar satıcı taşımakta olduğu kapkacağm çıkardığı gürültüye uyumlu, kulak ürmalayıcı, berbat bir sesle, “Tavalar, çömlekler, tencereler!” diye bağırıyordu. Satıcı kadın araya kattığı ciyaklama ve naralarla, “Sacayakları! Körükler! Ne ararsanız bende var!” diye bağırmasını sürdürdü. Zübeyde yıkadığı sebzeleri bir tarafa bırakarak, bakırı çıkmış tenceresine baktı. Zehirlenmeyi önleyici kalayı iyice gitmişti. Kendi kendine, “Küçücük tencerelerde yemek pişirmekten gına geldi. Ali’nin başını kaşıyacak hali yok.

En iyisi şu satıcıdan bir tane alayım da, onu da bu dertten kurtarayım bari,” diye düşündü. İyice kapının önüne yaklaştığında, kapkacağm tangırtısı ve yaşlı kadının bağrışları kulakları sağır eder bir hal almıştı. Zübeyde bahçe kapısını açtı ve yaşlı kadın belini çepeçevre saran geniş kuşağından sarkarak, hasır sepetleri dolduran kapkacağmı tangırdata tıngırdata avluya daldı. Kadın, kapkacak ve üstünde neyi varsa hep birlikte bir yığın halinde orta yere çöktüler. Çingene elindeki, rengi ve ne kadar eski olduğu belli olmayan kocaman bir paçavrayla, parlak yüzünü ve ensesini sildi. Uzun boylu ve pek zayıftı, burnu göze çarpacak kadar uzundu. Esmer teni iyice buruşmuştu ve yarı ak yarı kara, yağlı saçları yer yer başörtüsünden gözüküyordu. Ta ayak bileklerine kadar uzanan tumanı adi cins pamuktandı. Kulak çınlatan bir sesle kahkaha attı. “Amm a sıcak, amma sıcak bir gün be, hele daha çok bir yük hayvanına benzeyen, benim gibi 11 iyice kadidi (iskeleti) çıkmış yaşlı bir karı için! Ne arıyorsun? Her neyse fark etmez, bende bulunur!” Zübeyde pek yüz göz olmadı. “Dolma tenceresi yalnızca; ama pek küçük olmasın çünkü evde üç kişiye yemek pişiyor.” Yaşlı kadın Zübeyde’nin önce gözlerinin içine ve sonra da karnına bakarken, yüzünü buruşturarak göz kırptı. “Ha! Ha!” diye haykırdı. “Yakında dört kişiye yemek pişirsen iyi olur!” Bu türden derin konulara pek girmek istemeyen Zübeyde, bir an duraksadı. “Haklısın.

Dört kişilik bir tencere alsam iyi olacak. Son zamanlarda neredeyse kocam kadar yemek yiyorum.” Çingene, belinde asılı duran kapkacağı gözden geçirerek, şöyle kendi etrafına bir bakmdı. “Bunlar sana yaramaz.” Elinin tersiyle onları bir yana itti. “Şunlara bir bakalım.” Ve hasır sepetinin içindeki kapkacağı tangırdatarak ve avuçlayarak aranmaya başladı. Büyük bir gayret ve derinden bir iç çekişle yığının orta yerine çöktü. “Allah! Yoruldum! Şu yaşlı yaşlı cadıya bir kahve yap bakalım.” Zübeyde buna isteksizce boyun eğdi ve onu orada bırakıp kahve yapmaya giderken, çingene de etrafı çevrili avlunun orta yerinde çimlerin üzerinde otura kaldı. Seyyar satıcı kadın sıcak kahveden ağzını şapırdatarak bir yudum çekerken, “Oh! Oh!” diye bağırarak beğenisini ortaya koydu. “Sen iyi bir ev hanımısın; kahvenin köpüğü de, tadı da tam yerinde. Al işte sana güzelce kalaylanmış ve dört kişiye dolma pişirebileceğin kadar büyük bir tencere.” Zübeyde çatlağı patlağı var mı yok mu diye, eliyle içini sıvazlayarak, tencereyi iyicene bir kontrol etti. Çingene esnaf ağzıyla, “Bunu sana beş paraya bırakırım,” dedi.

12 “Bu paraya kocam daha iyisini alır bana!” “Bana kahve ikram ederek gönlümü hoş tuttun. Hadi sen dört kuruş ver.” “Bak, altında bir çizik var, görüyor musun?” Zübeyde dibindeki küçük çiziği göstermek üzere tencereyi çevirdi. “Benden yalnızca üç kuruş çalışır buna. Üç kuruştan bir fazlası olmaz, o kadar!” Yaşlı kadın bir kahkaha patlattı, “A l hadi, senin olsun! Sen adamın gözünden rastığını çekersin valla.” Kadın kahvenin dibindeki telveyi içmemek gibi bir inceliğe falan aldırmadan fincanı kafasına dikti. “Bitirdin mi kahveni?” Kadın mutlu ama sinsice bakıyordu. “Bir kuruş daha verirsen falına bakarım senin.” Hemen bozukluğu çingenenin kucağına atan Zübeyde buna pek sevinmişti. Çingene, “Fincanı kapatıp, üç kere başının üstünde çevirerek bir dilek tut,” dedi. Kadının gözleri kısıldı ve ağzının içindeki eksik ön dişi göründü. Fincanı eline aldı ve işlemeli kenarım yukarı kaldırarak, dikkatlice içine baktı. Gözleri büyüdü ve boş olan elini çarpıcı bir biçimde havaya kaldırdı. “Bir oğlun olacak!” Çingene bu noktada sessizleşti ve fincanı biraz daha inceledi. “Vay! Dileğin yerine gelecek çünkü telve fincanın kenarına kadar gelmiş.

Eğri bir çizgi oluşmuş ama orada işte, orada!” Zübeyde, “Seni sahtekâr,” diye güldü. “Ne dilek tuttuğumu nereden biliyorsun ki?” “Tek isteğin bir erkek çocuğunun olması.” Elini ileri doğru uzatarak avcunu açıp, beklemeye başladı. Zübeyde onun avcuna bir bozuk para daha attı ve çingene bir solukta onu da kemerine sokuşturuverdi. 13 “Cennet anaların ayakları altındadır. Bu Kur’an da geçer ve sen bunu halkına doğrulayacaksın. Ona bir ad takacaksın ama daha sonra onun iki adı daha olacak. Senin kısmetin kutsal üç rakamıyla bağlanmış. Onun kader sayısıysa dokuz.” Burada duraksadı, artık ciddileşmişti. “Sana söyleyeceklerimi asla unutamayacaksın. Kehanetlerimin bir bir gerçekleştiğini kendi gözlerinle göreceksin. Oğlun Türkiye’nin kaderini değiştirecek.” Zübeyde gururla başını kaldırdı. “M adem bu kadar akıllısın ve imparatorluğumuzun ileride başına gelecekleri böylesine öngörebiliyorsun, o halde neden paçavralar içindesin ve tencere tava satıyorsun? Böylesine büyük bir kâhin hiç şüphe yok ki bizzat Padişah tarafından sarayda görevlendirilir! Sen tam bir çakal oğlu çakalsın valla!” Çingene omuzlarını silkti ama bakışları dalgın ve hüzünlüydü.

“Allah böyle yazmış. Allah büyüktür. Benim kısmetim de böyleymiş. Ben Selanik’in o rezil çürümüşlüğünün ortaya attığı bir tohumdan başka bir şey değilim. Hayatım hep zorluklar içinde geçti. Yaşamım Artvin yakınlarındaki kayalık dağlar gibi geçti, kan gibi kızıl ve ateşli, anılar gibi lavanta çiçeği ve bembeyaz. Kâh fırtına oldu, kâh gökkuşağı. Çok uzun yaşadım. Çok fazla şeyler yitirdim. Doğduğumda yaşamımın böyle olacağı kehanetinde bulunulmuş ama bu arada bir seyyar satıcı olacağım ve bir gün benim de büyük bir kehanette bulunacağım da söylenmiş. Belki de dünyaya gelişimin nedeni budur. Belki de bu yüzden kapkacak satmaktayım.” Zübeyde yumuşadı. “Sen acıyı yaşamış, görmüşsün. Seni yargılamak bana düşmez.

” “Sana şu anda anlattıklarımın hepsi gerçek. İki üç kuruş fazla almak için asla görmediğim bir kehanette bulunmadım. 14 Fincanında ne varsa onu gördüm. Eğer doğru çıkmazsa gelip mezarıma tükürebilirsin.” Zübeyde’nin kır rengi gözlerinin ta içine bakarak devam etti. “Altıncı hissim oğlunu imleyecek ve onu koruyacak.” “H adi devam et… daha anlat bana.” Zübeyde istemeden merakını açığa vurdu. “Yakında sen de acıyla tanışacaksın. Yalnızlığın bir gün gelip oğlunu daha iyi anlamanı sağlayacak. Oğlun tekerleklerin inleme sesleri arasında dünyaya gelecek. Arabalar ve sırtına ağır yük vurulmuş hayvanlar gidip gelecek. Karanlık sulardan karanlık kumlara ayak basacak. Karanlık aşkının akıbeti bir sır olarak kalacak. O daha sonra toz duman içinde ve güneşin sihirli bir biçimde doğduğu bir yere gidecek ve orada, o yaylaların üzerinde beyaz bir şehir kuracak.

Dilimize yeni simgeler sokacak. Halkına yepyeni bir giyim kuşam şekli getirecek.” Zübeyde aklı karışmış bir biçimde, “Bu küçük bir oğlan çocuğu için çok büyük bir yazgı,” dedi. “Bana tencere tava satmaya geldin ama şimdi oturmuş bunları anlatıyorsun.” “Oğlun yazgısıyla birlikte büyüyecek. Tencere satmaya geldim buraya ama sana şimdi bir hayal sunuyorum. Kader böyle bir şeydir işte.” Zübeyde, “Neye inanmalı… neye inanmamak,” diye neredeyse yüksek sesle değerlendirmede bulundu. “Şimdi anlattıklarımdan şüphe edebilirsin, -çingene fincam elinde evirdi çevirdi ve sonra bakışlarını yukarı doğru çevirirken fincanı kıpırdatmadan elinde tuttu “am a zamanı geldiğinde anlayacaksın. Bak görüyor musun?” Zübeyde görebilsin diye fincanı hafifçe eğdi. “Fincanının içinde bir hilal ve yıldız görünüyor.” 15 “Ya evet, oradalar işte! Ne kadar da belirginler!” “H ilal ve yıldız iki kere yükselmiş daha önce. Onların üzerine kara bir bulut ve kalın bir sis çökecek; ama Türkiye’nin sembolü yeniden yükselecek. Bu hilal ve yıldız üçüncü bir kere daha da parlak bir ışık saçacak, ta ki sel olup Anadolu’yu kaplayana dek!” Yaşlı kadın duraksadı ve Zübeyde’ye baktı. “Allah bu kadını korusun!” dedi.

Sözleri dudaklarında patladı ve orada titreşti. Son cümlesi bir an için havada salındı durdu. Zübeyde’nin sırtı ürperdi. “Biz sıradan MakedonyalI insanlarız. Bizim aradığımız şey hep iyilik olmuştur, şan şöhret değil, hele kılıcın ucundaki zafer hiç değil.” Çingenenin gözleri kömür karasıydı. “Nedenini bilmediğin bir anda ve yüreğin onun için kan ağlarken, oğlundan ayrılmak zorunda kalacaksın. Anlamadığın şeyi sineye çekmek zorundasın. Başının altındaki kılıç onun bir simgesi olacak. Kılıç’ı asla ondan alma. Onun kaderinin karşısında duran kim olursa olsun, kadın ya da erkek, yok edilecek!” Çingene Zübeyde’nin sırtına vurdu. “Korkma. Karnındayken bile olsa korku nedir bilmemeli. O altın bir adam olacak ve güçle dolup taşacak. O, Doğuyla Batı arasında kırılması olanaksız bir altın bağ olacak.

Gene de, ancak bir kadınla paylaşabileceği, olabildiğince derin şeylerin arzusu içinde kıvranacak. İçindeki güçten gelen şeyi arzulayacak.” Çingene dimdik ayağa kalktı, ellerini derin ceplerine sokarken, “Ona asla ne benden, ne de anlattıklarımdan hiç söz etmemelisin, çünkü bir gün gelecek bunlara ve bizim eski numaralarımıza gülecek.” Elinde, uzun ince parmaklarına geçirdiği mavi boncuklardan bir gerdanlık tutmaktaydı. “N azar değmesin! Kem gözlere şiş!” Gerdanlığı Zü16 beyde’nin boynuna taktı, sonra büyük bir beğeni içinde geri adım atü. “Güle güle kullan! Mutluluklar içinde tak onu!” diye bağırdı ve, “Kehanetimi unutmayarak bana tekrar tekrar borcunu öde ve anlattıklarım gerçekleştikçe, sana bunları benim söylediğimi anlat. Falcı anlattı bunları bana de. Ona falcıların en büyüğü olduğumdan söz et! Sana bilmen gerekenleri anlattım; alnıma yazılmış olanı yerine getirdim işte.” Çingene çabucak ve büyük bir gürültüyle öteberisini toparladı ve bir telaş sokağa açılan bahçe kapısına doğru seğirtti. Zübeyde boynundaki boncuklarda gezdirdi parmaklarını. Çingene uzaklaşırken kapkacağm tangırtısı çalmıyordu kulağına ama ne kapı çalma sesi, ne de “Tencere! Tava!” diye bağırışları duyuluyordu. Yalnızca tencerelerin gittikçe sönükleşen tangırtısı duyuluyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir