Matt Ridley – Kızıl Kraliçe

Zoolog olarak çalıştığım dönemde, bazen arkadaşlarım tek bir kuş türünü incelemek için nasıl olup da üç yıl harcadığımı sorarlardı. Sıradan bir sülüne dair öğrenecek bunca şey olabilir miydi? Ben de bunun üzerine tahminimce sinir bozan kibirli bir ifadeyle, insanoğlunun da yalnızca bir memeli türü olduğu ve görünüşe bakılırsa insanın doğasına dair iki bin yıllık araştırmanın konuyu kapatmadığı cevabını verirdim. Bizler de -epey tuhaf bir tür olsak da- yalnızca bir türüz ve doğamızın nasıl evrim geçirdiğini kavramazsak kendimizi de asla anlayamayacağız. Bundan ötürü, bu kitabın ilk üçte birlik kısmı evrim hakkındadır ve insan doğasını ancak bundan sonra ele almaktadır. Evrimsel dayanak önemlidir fakat genlerin marifetleriyle ilgilenmeyenler için bu kitabı okumak biraz zahmetli bir iş olabilir. Ama cesaretiniz kırılmasın. Tereyağlı ekmeğimi bitirmeden katiyen çikolatalı pasta yiyemeyeceğim bir evde yetiştirildim. Bugün dahi çikolata yediğimde vicdanım sızlar (ve aldırmasam da) suçluluk hissi duyarım. Fakat eğer bazı okurlar kitabın orta ve daha ilerdeki bölümlerini, ilk baştakilere kıyasla daha hazmedilir bulup doğrudan çikolatalı pasta yemek isterlerse bunu da anlayışla karşılarım. Bu kitap tıka basa özgün fikirlerle doludur – ve bunların çok azı bana aittir. Bilimsel yazı yazanlar kendilerini, buluşlarını dünyaya anlatamayacak denli meşgul insanların zihinlerini yağmalayan entelektüel eser hırsızları gibi hissetmeye alışmışlardır. Kitabımın her bir bölümünü benden daha iyi yazabilecek çok sayıda insan vardır. Tesellim, bu insanlardan çok azmin tüm bölümleri birden yazabilecek olmasıdır. Benim rolüm diğer insanların araştırmalarını birer yama gibi bir araya getirip bunları bir yorgana dönüştürmek olmuştur. Yine de zihinlerini yağmaladığım herkese sonsuz teşekkür borçluyum.


Bu kitap için yaptığım araştırma esnasında altmıştan fazla insanla röportaj yaptım ve nezaket, sabır ve dünyaya dair adeta bulaşıcı bir meraktan başka hiçbir şeye denk gelmedim. Bir çoğu arkadaşım oldu. Tekrar tekrar ve ayrıntılı röportajlar yaparak zihinlerinde ne var ne yoksa toparlayıp götürdüğüm insanlara özellikle teşekkür borçluyum: Laura Betzig, Napoleon Chagnon, Leda Cosmides, Helena Cronin, Bili Hamilton, Laurence Hurst, Bobbi Low, Andrew Pomiankowski, Don Symons, John Tooby. Yüz yüze veya telefonda röportaj yapmayı kabul edenler arasında Richard Alexander, Michael Bailey, Alexandra Bassolo, Graham Bell, Paul Bloom, Monique Borgehoff Mulder, Don Brown, Jimm Bull, Austin Burt, David Buss, Tim Clutton-Brock, Bruce Ellis, John Endler, Bart Gledhill, David Goldstein, Alan Grafen, Tim Guilford, David Haig, Dean Hamer, Kristen Hawkes, Elizabeth Hill, Kim Hill, Sarah Hrdy, William Irons, VVilliam James, Charles Keckler, Mark Kirkpatrick, Jochen Kumm, Curtis Lively, Atholl McLachlan, John Maynard Smith, Matthew Meselson, Geoffrey Miller, Anders Moller, Jeremy Nathans, Magnus Nordborg, Elinor Ostrom, Sarah Otto, Kenneth Oye, Margie Profet, Tom Ray, Paul Romer, Michael Ryan, Dev Singh, Robert Smuts, Randy Thornhill, Robert Trivers, Leigh Van Valen, Fred Whitam, George VVilliams, Margo Wilson, Richard VVrangham ve Marlene Zuk’a teşekkürlerimi sunmak isterim. Benimle yazışan ya da araştırma raporlarını ve kitaplarını bana gönderen Christopher Badcock, Robert Foley, Stephen Frank, Valerie Grant, Toshikazu Hasegavva, Doug Jones, Egbert Leigh, Daniel Perusse, Felicia Pratto ve Edward Tenner’a da yürekten teşekkürlerimi sunarım. Diğerlerinin zihnini usulca ve hatta biraz da gizlice yağmaladım. Birçok sohbet sırasında bana tavsiye veren ya da düşüncelerimi toparlamama yardım edenler arasında Alun Anderson, Robin Baker, Horace Barlow, Jack Beckstrom, Rosa Beddington, Mark Bellis, Roger Bingham, Mark Boyce, John Browning, Stephen Budiansky, Edward Carr, Geoffrey Carr, Jeremy Cherfas, Alice Clarke, Nico Colchester, Charles Crawford, Francis Crick, Martin Daly, Kurt Darwin, Marian Dawkins, Richard Dawkins, Andrew Dobson, Emma Duncan, Mark Flinn, Archie Fraser, Peter Garson, Steven Gaulin, Charles Godfray, Anthony Gottlieb, John Hartung, Joel Heinen, Nigella Hillgrath, Peter Fludson, Anya Hurlbert, Michael Kinsley, Richard Ladle, Richard Machalek, Patrick Mc Kim, Seth Masters, Graeme Mitchison, Oliver Morton, Randolph Nesse, Paul Neuburg, Paul Newton, Linda Partridge, Marion Petrie, Steve Pinker, Mike Polioudakis, Jeanne Regalski, Peter Richerson, Mark Ridley (bir başkasıyla karıştırılmış olması bana çok yarar sağladı), Alan Rogers, Vincent Sarich, Terry Sejnowski, Miranda Seymour, Rachel Smolker, Beverly Strassmann, Jeremy Taylor, Nancy Thornhill, David VVilson, Edward VVilson, Adrian VVoolridge ve Bob Wright’ı sayabilirim. Dahası birkaç kişi bölümlerin müsveddelerini okuyarak ve bunlar üzerine yorum yaparak ayrıca yardımcı oldular. Verdikleri tavsiyeler epey zamanlarına mal olsa da benim için son derece değerliydi: Laura Betzig, Mark Boyce, Helena Cronin, Richard Dawkins, Laurence Hurst, Geoffrey Miller, Andrew Pomiankowski. Bu projenin ilk aşamalarında bana esin kaynağı olması için tekrar tekrar görüştüğüm Bili Hamilton’a özellikle teşekkür borçluyum. Temsilcilerim Felicity Brian ve Peter Ginsberg her aşamada sürekli cesaret ve teşvik verdiler. Penguin ve Macmillan yaymevlerindeki editörlerim Ravi Mirchandani, Judith Flanders, Bili Rosen ve özellikle Carry Chase verimli, nazik ve yaratıcıydılar. Eşim Anya Hurlbert tüm kitabı okudu ve paha biçilmez tavsiyelerini ve desteğini hiç eksik etmedi. Son olarak, yazarken ara sıra penceremi tırmalayan kırmızı sincaba teşekkürler. Hâlâ daha cinsiyetini bilmiyorum.

b ir in c i b o lu m İNSAN DOĞASI İşin en tuhaf yanı, ağaçların ve çevrelerindeki öbilr nesnelerin yerlerinden hiç kvpırdamamalarıydı. Ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar, hiçbir şeyi geride bırakmıyorlardı sanki. “Acaba her şey bizimle birlikte mi ilerliyor?” diye düşündü zavallı şaşkın Alice. Kraliçe onun duygularını okumuş gibi bağırdı: “Daha hızlı! Konuşmaya çabalama!” Lewis Carroll, Aynanın İçinden* * Çeviren: Tomris Uyar, Can Yay., Kasım 2008, 2. Basım. Cerrah bir vücudu kestiğinde neyle karşılaşacağını bilir. Örneğin, eğer hastanın midesini arıyorsa her hastada midenin farklı bir yerde olmasını beklemez. Herkesin midesi vardır, insan midelerinin tümü kabaca aynı şekle sahiptir ve vücutta aynı yerde durur. Şüphesiz farklılıklar vardır. Bazı insanların mideleri sağlıksız, bazılarınınki küçük ve bazılarınınki de bir ölçüde şekilsizdir. Fakat farklılıklar benzerliklere kıyasla çok azdır. Bir veteriner ya da bir kasap, cerraha çok daha farklı türde midelere dair eğitim verebilir: Farklı bölmelerden oluşan büyük inek mideleri, küçücük fare mideleri, bir ölçüde insan midesine benzeyen domuz mideleri. Tipik insan midesi diye bir şeyin mevcut olduğunu ve bunun insan olmayan canlıların midelerinden farklı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı biçimde, tipik bir insan doğasının mevcut olduğu da bu kitabın varsayımıdır.

Amacı da söz konusu doğayı araştırmaktır. Tıpkı mide ameliyatı yapan cerrah gibi bir psikiyatr da, hastası koltuğa uzandığında her türden temel varsayımı yapabilir. Hastasının, aşkın, haset etmenin, güvenmenin, düşünmenin, konuşmanın, korkmanın, tebessüm etmenin, pazarlık yapmanın, imrenmenin, rüya görmenin, hatırlamanın, şarkı söylemenin, tartışmanın, yalan söylemenin anlamlarını bildiğini varsayar. Kişi yeni keşfedilmiş bir kıtadan dahi gelse, zihni ve doğasına dair her türden varsayım yine de geçerlidir. 1930’larda Yeni Gine’deki, dünyadan kopuk yaşayan hatta dış dünyanın varlığından bile habersiz kabilelerle ilk kez temas kurulduğunda, yerlilerin kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, herhangi bir Batılı gibi güldükleri ve kaş çattıkları görüldü, oysa Batılılarla ortak ataları en son yüz bin yıl önce yaşamıştı. Bir babunun “gülmesi” tehdit emaresidir; bir insanın gülmesi ise keyif belirtisidir: Bu insan doğasıdır ve ezelden beri böyledir. Bu, kültür şokunun reddi demek değildir. Koyun gözü çorbası, evet anlamında kafa sallama, batılı mahremiyeti, sünnet törenleri, yemek sonrası şekerleme, dinler, diller, bir lokantada Rus garsonlar ile Amerikalı garsonların farklı sıklıkta tebessüm etmeleri – insanoğlunun binlerce evrensel ortak noktası olduğu kadar farkı da vardır. Hatta, kültürel antropoloji denilen ve kültürel farklılıklarının araştırılmasına adanmış başlı başına bir bilim dalı mevcuttur. Fakat insan ırkının temelinde, benzerliklerden oluşan altyapı olduğunu -insan olmanın kendine mahsus ortak özellikleri olduğunu- pekâlâ varsayabiliriz. Bu kitap söz konusu insan doğasının nitelikleri üzerine bir araştırmadır ve nasıl evrim geçirdiğimizi kavramadan insan doğasını anlamanın mümkün olmadığı kabulüne dayalıdır; insan cinselliğinin nasıl evrim geçirdiğini kavramadan da doğasının nasıl evrim geçirdiğini anlamak mümkün değildir. Zira evrimimizin asıl teması cinselliktir. Neden cinsellik? Elbette insan doğasının, üzerinde bu kadar çok durulmuş, külfetli ve üremeye dayalı bu meşgalenin dışında da özellikleri vardır. Doğru, ama insanoğlu üremek üzere tasarlanmıştır; geriye kalan her şey amaç değil araçtır. İnsanlar varlığını sürdürme, yemek yeme, düşünme, konuşma ve benzeri eğilimleri kalıtım yoluyla edinirler.

Fakat hepsinden öte, kalıtsal miraslarında üreme eğilimi vardır. Önceki nesillerde üremiş olanlar karakteristik özelliklerini yeni nesillerine aktarmışlardır; kısır olanlar ise aktarmamıştır. Dolayısıyla, bir insanın başarılı bir şekilde üreme şansını artıran herhangi bir şey geri kalan her şey pahasına bir sonraki nesle aktarılır. Nihai üreme başarısına katkıda bulunmasından ötürü, doğamızdaki her şeyin, bu şekilde itinayla “seçildiğini” kesinlikle ileri sürebiliriz. Bu kulağa aşırı kibirli bir iddia gibi geliyor. Adeta özgür iradeyi inkâr ediyor, bakir kalmayı seçenleri görmezlikten geliyor ve insanları sadece üreme eğilimli, programlanmış robotlar olarak resmediyor. Mozart ve Shakespeare’in salt cinsel dürtülerle harekete geçtiğini ima ediyor. Ancak, ben evrim dışında insan doğasının gelişebileceği başka bir yol bilmiyorum ve artık, evrimin rekabetçi üreme yoluyla etkili olması dışında başka bir yol olmadığına dair çok kuvvetli kanıtlar mevcut. Üreyen nesiller ka­ lıcı olur; üremeyenler yok olur gider. Canlıları kayalardan farklı kılan üreme yetenekleridir. Ayrıca, hayata bu şekilde bakmanın özgür irade ve hatta iffetli olmakla tutarsız hiçbir yanı yok. Kanımca insanlar girişken olabildikleri ve kişisel yeteneklerini kullanabildikleri ölçüde gelişirler. Fakat özgür irade laf olsun diye yaratılmamıştır; evrimin atalarımıza girişken olma yeteneğini sunmasının bir nedeni vardı: Özgür irade ve girişkenlik, ihtirası doyurmaya, yakın çevremizdeki insanlarla rekabet etmeye, yaşamın tehlikeleriyle başa çıkabilmeye ve nihayet üremek için üremeyen insanlara göre daha iyi bir konumda olmamıza ve çocuk yetiştirmemize yönelik araçlardır. Dolayısıyla özgür irade ancak nihai üremeye katkıda bulunduğu ölçüde faydalıdır. Meseleye başka türlü bakalım: Eğer bir öğrenci çok parlak olmasına rağmen sınavlarda berbat sonuçlar alıyorsa (diyelim ki, sınav düşüncesi bile sinirlerinin harap olmasına neden oluyorsa) dönem sonunda tek bir imtihanla geçilen bir derste, bu öğrencinin parlak zekâsı hiçbir şey ifade etmeyecektir.

Aynı şekilde, eğer hayatta kalma güdüleri mükemmel, metabolizması saat gibi çalışan, tüm hastalıklara karşı direnç gösteren, rakiplerinden daha hızlı öğrenen ve ileri yaşlara kadar yaşayabilen bir hayvan aynı zamanda kısırsa, üstün genlerini sonraki nesillere aktaramayacak demektir. Kısırlık dışında her şey kalıtım yoluyla edinilebilir. Sonuç olarak, insan doğasının nasıl evrim geçirdiğini anlamak istiyorsak, araştırmamızın özünde üreme olmalıdır zira üretkenlik doğal seçilim tarafından saf dışı bırakılmamaları için tüm insanların genlerinin geçmesi gereken bir sınavdır. Bundan ötürü insan zihninin ve doğasının üremeye atıf yapılmaksızın anlaşılabilecek pek az vasfı olduğunu tartışacağım. Cinselliğin kendisi ile başlamak istiyorum. Üreme cinsellikle eşanlamlı değildir; pek çok aseksüel/eşeysiz üreme yöntemi vardır. Fakat cinsel olarak üreme kişinin üretkenlik başarısını geliştirmelidir yoksa cinsellik devamlılık göstermez. Tüm vasıflar arasında en insani olanla da bitiriyorum: Zekâ. İnsanların cinsel rekabeti dikkate almadan nasıl bu denli zeki hale geldiklerini anlamak gitgide zorlaşıyor. İblis’in Havva’ya söylediği sır neydi? Falanca meyveyi yiyebileceği mi? Yok canım. Bu bir örtmeceden ibaretti. Meyve cinsel ilişkiydi ve Aquino’lu Aziz Tommasso’dan Milton’a kadar herkes bunu biliyordu. Nasıl biliyorlardı? Yaratılış’ın hiçbir yerinde şu denkleme dair en ufacık bir ipucu dahi yoktur: Yasak meyve eşittir günah eşittir cinsel ilişki. Doğru olduğunu biliyoruz çünkü insanoğluna dair böylesine önemli tek bir şey olabilir. Cinsellik.

Tabiat ve Yetişme Geçmişimizin tasarımı olduğumuz fikri Charles Darwin’in temel kavrayışlarından biriydi. Tasarım fikrinden ödün vermeden, türlerin ilahi oluşumu fikrinden feragat edilebileceğini ilk fark eden oydu. Her canlı, atalarının seçilimle (ayıklanarak) üremesi sonucunda, belirli bir yaşam tarzına uymak üzere gayet bilinçsiz bir biçimde “tasarlanmıştır.” Tıpkı insan midesinin, etin tadını almış, her şeyi yiyebilen Afrika maymununa uygun tasarlanması gibi, insan doğası da sosyal, iki ayaklı ve aslen Afrikalı olan bir maymunun kullanımına uygun olarak doğal seçilim sonucunda titizlikle tasarlanmıştır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir