Maurice Duverger – Siyasal Rejimler

En küçüğünden en büyüğüne, en ilkelinden en gelişmişine, en geçicisinden en kalıcısına kadar bütün sosyal topluluklarda yönetenler ile yönetilenler arasında temel bir ayırım doğar. Bir spor kulübünde, bir tarikatta, bir üreticiler sendikasında, bir bilardo kulübünde, bir Eskiçağ sitesinde, ya da modern bir ulusta daima emir verenler ve bu emre uyanlar vardır. Bu ayırım, az ya da çok belirli, iktidarın örgütlenişi az ya da çok mükemmel olabilir, ama böyle bir farklılaşmaya ve örgütlenmiş bir iktidara daima rastlanır. Bununla birlikte, Durkheim okulu sosyologları, insanlığın ilk çağlarında, yönetenler yönetilenler ayrımının bulunmadığını söylemektedirler. Onlara göre iktidar belirli kişilerce kullanılmıyordu; topluluk içine yayılmış durumdaydı, herkes toplumun kabul ettirdiği genel ilkelere uymakla yükümlüydü: böylece herkes yönetilen’di ve yöneten yoktu. Çok sonraları, topluluğun bazı üyeleri bu ortak ilkeleri, çıkarları doğrultusunda kişiselleştirmişler ve kendi adlarına yönetime geçmişlerdir: İşte iktidarın kişiselleşmesi adı verilen olgu budur. Kuşkusuz parlak bir varsayımdı bu, belki gerçeğe de uygundu: ama, geçerli olup olmadığı konusunda hiçbir şey bilmiyoruz. Kesinlikle kabul edilen bir şey varsa, o da, bugüne kadar incelenebilmiş bütün ilkel toplumlarda daima, böylesine bir iktidar kişiselleşmesinin izlerine rastlandığıdır: adına ister din adamları, büyücüler, aile reisleri, ister yaşlılar ya da yetenekliler densin, küçük bir grup, bu toplumlarda yönetimi elinde tutmuştur. Görünüşte, demokratik öğreti, bu genel olguya karşıt gibidir. Yöneten yönetilen ayırımı, halkın halk tarafından yönetimi diye tanımlanan demokrasiyle çelişmiyor mu? Eskiçağ sitelerinde ve İsviçre’nin çevreden kopmuş bazı dağ kantonlarında iktidar halkın bütününden oluşan bir Genel Kurul’un elindedir; buralarda, yurttaşların bütünü hem yöneten hem yönetilen değil midir? Aslında bu, bir düş ve kelime oyunundan başka birşey değildir. Halkın halk tarafından yönetildiğini söylemek, hiçbir şey söylememektir. Bugün İsviçre kantonlarında olduğu gibi, Yunan ve Roma sitelerinde de kollektif işleri, sürekli olarak, gerçek yönetici olan bir kaç kişi yapardı. İsviçre kantonlarındaki Halk Kurulları, uzun ya da kısa aralarla ve sadece önemli sorunları çözümlemek için toplanır. Kurulun içinde de daima, bir hizip, etkin bir azınlık oluşur ve kitleyi ardından sürükler: bu grup, yönetilenlerden ayrılan yönetici sınıfıdır. Aristoteles’e göre Atina’da devlet görevlerinin en önemlisi anayasaca saptanmamıştır; bu görev, gerçekte Kurulu yöneten ve kararlarını zorla kabul ettiren hizip önderinin yüklendiği görevdir.


Aristoteles buna Halkın Başbakanı (prostates) adını verir. En büyük demokrasi teorisyeni Jean Jacques Rousseau da, yöneten yönetilen ayırımının kaldırılamayacağını şöyle açıklıyor: «Terimi, kelimenin gerçek anlamıyla ele alırsak, gerçek demokrasi asla var olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Çoğunluğun yönetmesi ve yönetilmesi doğal düzene aykırıdır» (Toplum Sözleşmesi, Cilt I, bölüm IV.). Geniş anlamda, belirli bir sosyal grupta, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrımın aldığı biçime siyasal rejim denir. Daha dar anlamda, siyasal rejim, sadece insan toplumunun özel bir biçimi olan ulus’un yönetim yapısını belirtir. Hemen söyleyelim ki, bu yapı, öteki topluluklarınkiyle yapı farkları değil, derece farkları gösterir. Ulus, bütün sosyal topluluklar içerisinde, yönetim örgütü en mükemmel olan topluluktur. Şöyle ki, öteki sosyal toplulukların siyasal rejimleri, hep bu ulusal siyasal rejim ölçü alınarak incelenir. Araştırmamızı sadece ulusal siyasal rejimlere yönelttik; ama konunun çok geniş olması elde ettiğimiz sonuçları böyle küçük bir kitapta —kısaca da olsa— toplamayı çok güçleştirmektedir. Böyle olunca, sadece genel bir şema çizip, bütün siyasal rejimleri kapsayan genel bir sınıflama yapmakla yetineceğiz. Siyasal rejimlerin birbirleriyle karşılaştırılması, her birinin özgün yanını ortaya koyacaktır. Çözümleyici olan birinci kitapta, rejimlerin ortak yapısal sorunlarını (yönetenlerin seçimi, hükümet organlarının biçimi, iktidarların dağılımı ve sınırı, v.b.) ayrı ayrı inceleyerek sınıflamamızın temellerini saptamaya çalışacağız; bileştirici olan ikinci kitapta ise, günümüzde yürürlükte olan başlıca rejim tiplerini, türevleriyle birlikte ele alacağız.

Son olarak, yöntem üzerine bir kaç söz söylemek istiyoruz. Genellikle, siyasal rejimleri uygulamadaki işleyişlerine göre değil de, hukukî biçimlerine göre sınıflandırma eğilimi vardır. Bu düşünce, belki de, yönetenlerin dürüst bir biçimde anayasa buyruklarına uymaya çalıştıkları mutlu dönemler için geçerliydi, ama bugün için durum farklıdır; hukukla olay, yasaların metniyle ruhu, mevzuatla uygulama arasındaki boşluk giderek büyümektedir. Gerçekte, dünyadaki anayasaların birçoğu göstermeliktir, tanımını yaptıkları rejimin yürürlüktekiyle hiçbir ilgisi yoktur; üstelik bu anayasalar rejimi gizleyen bir paravana görevi yaparlar. Bu yüzden, gerçeği bulmak kuşkusu, bizi anayasada olanı değil uygulananı araştırmaya yöneltmiştir. Not : Bu küçük kitap sadece temel bilgileri kapsamaktadır. Sorunu daha derinlemesine incelemek isteyenler şu yapıta başvurabilirler: Maurice DUVERGER, İnstitutions Politiques (Siyasal Kurumlar), 5. bas. 1960, (bibliyografya ile birlikte). BİRİNCİ KİTAP SİYASAL REJİMLERİN GENEL TEORİSİ Her siyasal rejim, bir sosyal topluluk içindeki yönetenlerin örgütlenmelerinden ve varlıklarından doğan sorulara verilen bir cevaplar bütünüdür. Yönetenler nasıl seçilmiştir? Her birinin yapısı nedir? Yönetim işlerini nasıl bölüşürler? Yönetilenler karşısında yetkilerinin bir sınırı var mıdır? Siyasal rejimlerin genel teorisini yapmak, bu sorunları ve çeşitli çözüm yollarını birbiri ardısıra incelemeyi gerektirir. Teori sözcüğü akılları karıştırmasın; amaç, ideal bir yönetim şemasını a priori olarak belirlemeye çalışarak, bizden önce hayallerde tasarlanan ve tanımlanan Ütopya Kentleri’ne bir yenisini eklemek değil, sadece ulusların tarih boyunca yönetim sorunlarını çözümlemede denedikleri ve etkin bir biçimde uyguladıkları olumlu çözüm yollarını incelemektir. Bütün bu çözümler iki büyük sınıfta toplanır: bu çözümlerin bir bölümü, yönetenlerin otoritesini yönetilenlerin özgürlüğü yararına sınırlayan liberal eğilim, ötekiyse tersine, yönetenlerin otoritesini yönetilenlerin zararına güçlendiren otoriter eğilimdir. Burada birey ile toplum ve bunların birbirleriyle ilişkileri konusunda iki ayrı düşünce biçimi, iki ayrı felsefe, iki ayrı yaşama sistemiyle karşılaşırız ki, türlü siyasal rejimler, bunların özel bir planda teknik bakımdan düzenlenmiş biçimlerinden başka bir şey degüdirler. BİRİNCİ BÖLÜM YÖNETENLERİN SEÇİMİ Bir rejimin değeri, geniş ölçüde onu oluşturan yönetici kişilerin değerine bağlıdır; bu yüzden, bunların seçilme yöntemleri, rejimin esas temellerinden biridir.

Ama özellikle, yönetenlerin otoritesiyle yönetilenlerin özgürlüğünü bağdaştırmak bu noktada doğrudan doğruya söz konusu olur. İktidarı sınırlamak ve liberal öğretinin gereklerini gerçekleştirmek konusunda gerçekte bugüne kadar denenen en etkili araçlardan biri yönetenleri yönetilenlere seçtirmektir. Kısacası, siyasal rejimlerin çeşitli biçimlerini birbirinden ayıran en büyük fark yönetenlerin genel ve dürüst seçimlerle iş başına gelip gelmedikleri olgusuna dayanır. 1. Seçim yöntemleri Bir devletin yöneticilerini seçmek için birçok yöntem kullanılabilir: kalıtım, seçim, halefini seçme,1 kura, fetih, vb. Bunları iki sınıfta toplayabiliriz: 1) Yönetenlerin seçilmesini yönetilenlere bırakan demokratik yöntemler; 2) Yönetenlerin seçilmesi işlemine yönetilenleri hiç karıştırmayan otokratik yöntemler. Birinciler, yönetenlerin otoritesini zayıflattıklarından liberal öğretiyi, ikinciler ise —tersine— otoriter öğretiyi karşılar. Ayrıca, bu iki yöntem arasında yer alan, karma, aracı yöntemler de vardır. Otokratik rejimlerin ortak özelliği, yönetenlerin seçimine yönetilenlerin her çeşit müdahalesinin önlenmesidir: hükümet âdeta «kendiliğinden» oluşmaktadır; zaten otokrasi terimi de buradan gelir. Yüzyıllar boyunca dünyanın büyük bir bölümüne çeşitli biçimlerle (fetih, veraset, halefini seçme, kura, vb.) yayılan bu sistem, bugün sosyolojik bakımından geri kalmış ülkelerle çağdaş diktatörlükler dışında, hemen her yerde ortadan kalkmıştır. 1) Fetih: İktidarın fethi, şüphe yok ki yönetenlerin seçiminde tutulan ilk yoldur: «Kral olan birinci kişi, mutlu bir askerdi», iktidarın fethi değişik biçimlerde yapılabilir; örneğin: a) Halkın gücünden yararlanan devrim; b) önceki yönetimi devirip yerine geçmek için gene onun gücünü kullanan hükümet darbesi; c) Hükümet darbesinin askerler yararına olan özel bir biçimi: « pronunciamiento ». Çoğunlukla, bu farklı yöntemler bir araya gelir. Hukuki açıdan fetih, yalın bir olgu görünümündedir ve yönetenlerin atanmasında yasal bir yol değildir; tersine, hukukun ihlâlidir. Ne var ki, hukukun bu biçimde ihlâl edilmesinden yeni bir hukuk doğar: fetih yoluyla iş başına gelenler ya ünvanlarını resmi yoldan pekiştirerek (örneğin, kalıtım) ya da yaptıkları hizmetlerle iktidara geliş biçimlerini unutturmaya çalışarak iktidarlarını yasallaştırmak isterler.

2) Kalıtım, otokratik yönetimin en yaygın biçimidir. Genellikle kalıtım, tek kişi için (kalıtsal monarşi) geçerli olmakla birlikte, kalıtsal meclislere de rastlanır. Siyasal açıdan kalıtımın, çağdaş kralcı yazarların ısrarla üzerinde durdukları belirli üstünlükleri de vardır; rejimin sağlamlığı, halef bulma kolaylığı, yönetenleri sıkı eğitimle göreve hazırlama olanağı, ulusun çıkarıyla kral ailesinin özel çıkarının birleşmesi (bu durum, ülkesinin yücelmesi için kralın çok daha fazla çaba harcamasına yol açar). Ne var ki, önemli bazı sakıncalar da gözden uzak tutulamaz: çocuk krallar ve kral naiplerinin yaratacağı tehlike, yönetimin yönetenlerin tümüyle halktan koparak kendi aralarında bir kast biçimine dönüşmeleri. Tarihsel açıdan kalıtım, çoğunlukla iktidarın fethinden sonra kurulur ve fatih, yetkilerini oğluna devreder (Kısa Pepin örneğinde olduğu gibi). Bazen kalıtım sisteminin halef seçme yada seçim sisteminin bozulması sonucu ortaya çıktığı da görülür. 3) Halef seçme, işbaşındaki yöneticinin kendisinden sonra gelecek yöneticiyi, yani halefini seçmesidir. Kalıtım gibi bu da tek kişiye yada bir meclise uygulanabilir. Roma İmparatorluğu’ndaki Antoninus’lar yüzyılı halef seçmenin en güzel örnekleriyle doludur. Modern çağda, konsüllük ve çağdaş diktatörlükler, bu sistemi uygulamayı yeniden denediler ama başaramadılar. Siyasal açıdan, halef seçme yönteminin kalıtım yönteminden üstün yanları vardır; yeteneksiz vârisler ve naipleri ortadan kaldırır. Ama, öte yandan, hükümdarın sağlığında ve ölümünden sonra halefliği söz konusu olanlar arasında rekabetlere yol açarak çok önemli sakıncalar doğurur. Halef seçme, saray ihtilâllerini kışkırtır; bütün Roma İmparatorluğu tarihi bunu doğrulamaktadır. 4) Kura, Eskiçağ sitelerinin bazılarında yargıçların seçilmesinde başvurulan bir yöntemdi. Yönetim ve adliye alanında (özellikle jürilerde) bugün bile, pek ender de olsa, kura yöntemine başvurulmaktadır.

5) Başka yöneten tarafından atanma’da başvurulan yöntem ne olursa olsun, bu yöntemin kendisi otokratik değildir. Otokratik düzen,bu yönteme göre değil, atamayı yapan yönetenin niteliğine bağlı olarak ortaya çıkar: eğer atamayı yapan seçimle işbaşına gelmişse atama demokratik bir nitelik kazanır; atamayı yapan seçimle işbaşına gelmemişse atama otokratiktir. Ne var ki, gerçekte, birinci varsayımda —yani atamayı yapan yönetenin seçimle işbaşına gelmesi durumunda— bile yöntem tam anlamıyla demokratik sayılmaz; çünkü yönetilen, yöneteni dolaylı bir biçimde seçmektedir. Dolaylı seçim ise, her zaman, dolaysız seçime oranla daha az demokratiktir. Atamayla iş başına gelenler, atayanlara karşı hep bağımlı durumdadır. Bu yüzden, atama, idari makamlara yapıldığında normal bir yöntemdir; ama dar anlamda(2) hükümete yapıldığında normal bir yöntem değildir. Bununla birlikte, atama uygulamada sıkça kullanılmaktadır (örneğin bakanların atanması). Bütün biçimleriyle otokrasi, doğmak ve yaşayabilmek için hemen hemen dinsel bir iktidar anlayışını varsayar. Gerçekte, yönetenlerin Tanrı tarafından görevlendirildiği ilkel topluluklarda Tanrı fikri oluşmadan önce sihirli güçler ve çağdaş toplumlarda ise insan “vicdanında Tanrı fikrinin yerini alan dindışı mitoslar (ırk, ulus, sınıf, v.b.) kabul edilmezse, yönetenlerin, işbaşına gelişlerinde hiçbir rol oynamamış öbür insanları yönetmesi nasıl açıklanabilir? —Otokratik rejimler akıldışı’na dayanırlar. Demokratik rejimler, tersine, yönetim yapısını rasyonel temeller üzerine oturtmaya çaba harcarlar. Tarihsel açıdan demokratik rejimler, yunan sitelerinde ve tip bakımından yunan sitelerine benzeyen sosyal topluluklarda ortaya çıkmışlar ve daha önce de söylediğimiz gibi, doğrudan (directe) demokrasi biçimini almışlardır. İktidar yurttaşlardan oluşan Genel Kurul’un elindeydi; Genel Kurul, bütün önemli kararları alır, bu kararları yürütecek ve Kurulun toplanma dönemleri dışında ülkeyi yönetecek «yargıçlar»! seçerdi. Bu sistem, ancak, bütün halkın kolayca toplanabileceği küçük ülkelerde uygulanabilirdi: ayrıca görüşülecek konuların da halkın anlayabileceği kadar basit olması gerekmekteydi.

Bu ülkelerde bile sistem, görünümünü büyük ölçüde bozan değişikliklere uğradı: Aristoteles’in Atina’da gözlemlediği gibi, halk meclislerinde küçük kümeleşmeler oluyordu; bazı kişiler bir başkanın çevresinde toplanıyor ve bunların önerilerini halk uysal bir biçimde onaylıyordu. Bununla birlikte, şurası unutulmamalıdır ki, eski demokrasilerde demokrasinin sadece adı vardı. Çünkü meclise yalnız özgür yurttaşlar katılabiliyor, ne medeni ne de siyasal hakları bulunmayan köleler ise katılamıyordu. Beşinci yüzyıl Atina’sında yaşayan 400.000 kişiden 40.000’inin meclise katılma hakkı vardı ve en kalabalık toplantılarda etkin olarak çalışmalara katılan yurttaşların sayısı da 3.000 4.000 dolaylarındaydı. XVIII. yüzyılda, önce Amerikan sonra Fransız devrimleri, İngiliz geleneğinin çabalarını sürdürerek büyük ülkelere uygulanabilecek yeni bir demokrasi biçimi yarattılar. Mademki yurttaşların tümü yönetime kişisel olarak katılamıyorlardı, o halde aralarından temsilciler seçerek Ulusal Meclis’e göndereceklerdi: İşte temsilî demokrasi adı buradan gelir. Bundan böyle demokratik rejim, yönetenlerin yönetilenler tarafından seçilmesi olarak tanımlanır. Seçim sistemleri, seçimle işbaşına gelen Meclislerin sayısı ve yapısı, yürütme gücüyle ilişkileri değişik biçimlerde olabilir, bir yerde özgür dürüst seçimler yapılıyorsa, orada demokrasi var demektir. Bu biçimiyle demokratik rejim, Müttefiklerin 1918’deki zaferine kadar, yavaş yavaş bütün uygar ülkelere yerleşti; bu zaferle birlikteyse gelişmesi daha da hızlandı. Ortaya çıkışından bu yana, temsili demokrasi sistemi iki temel değişiklik geçirdi: genel oyun kabulü ve örgütlenmiş siyasal partilerin doğuşu.

Yönetenler, yönetilenlerin belli bir bölümü, genellikle de en zenginler tarafından seçildiğinden (sınırlı oy) demokrasi uzun süre kısmen uygulandı. Demokratik ilkelerin baskısıyla, seçmen kitlesi giderek genişledi. 1848’den sonra Fransa, oy hakkının kullanılmasında servet ve ehliyet koşullarını kaldırdı, ama, cinsiyet koşulunu korudu. Ancak XX. yüzyılda, ülkelerin çoğunda, kadınlara da oy hakkının tanınmasıyla seçimler tam anlamıyla genelleşti. Ne var ki, hemen hemen bütün sömürgelerde bugün bile ırk ayırımı yapılması, seçmen kitlesini bu denizötesi ülkelerde geniş ölçüde daraltmaktadır. Hizip çatışması, eğilimlerin karşıtlığı, klanların rekabeti, demokraside ötedenberi bilinen şeylerse de, örgütlenmiş siyasal partilerin bugünkü işleyiş biçimleriyle ortaya çıkışı oldukça yenidir. Demokratik sistemin öncüsü olan anglo-sakson ülkelerinde bile, gerçek anlamda siyasal partiler, ancak XIX. yüzyılın ortasında kuruldu. Yönetilenleri ve onların oyuna sunulan adayları kapsayan, toplumdaki değişik ve çok sayıdaki bireysel düşünceleri birkaç temel görüş durumuna getirip kamuoyunu oluşturan siyasal partiler, demokrasiye temel bir organizasyon kazandırarak gelişmesine katkılarda bulunmuşlardır. Ne var ki, partilerin oynadığı rolün artması (bu artışın, partilerde son yıllarda ortaya çıkan evrimin başlıca özelliği olduğu sanılır), bir çeşit geri tepmeyle, temsili rejimin parti yönetim kurullarına bıraktığı ya da yönetenlerin seçilmesi işinin seçmenlerden partilere geçtiği (listeli nispi temsil sistemi yoluyla) anda demokrasi ilkeleri de zedelenmiş olur. Karma Rejimler. — Otokrasiden demokrasiye bir hamlede geçildiği pek az görülmüştür. Daha çok, geçişi sağlayan yönetim biçimlerine rastlanır; geçici yönetim biçimlerinde bazı yeni demokratik özelliklerle eski otokratik özellikler içiçedir: bunlar karma rejimlerdir. Üyeleri, bütünüyle demokratik ya da bütünüyle otoratik yöntemlerle değil de ikisi arası bir yöntemle seçilirse bu tür hükümete karma hükümet denir.

Seçim tamamen kaldırılmamıştır, ama tek etken de o değildir. Demokratik ve otokratik öğelerin bir araya geliş biçimlerine göre karma rejimler üçe ayrılır; yanyana karma rejimler, birleşmiş karma rejimler, kaynaşmış karma rejimler. Yanyana karma rejimlerde biri otokratik öteki demokratik nitelikli iki yönetim organı bulunur; bu sistemin de birçok çeşidi vardır:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir