Maxime Chattam – Kotu Ruh

Kate Phillips arabanın kapısını açıp, Josh’ın inmesini bekledi. Küçük çocuk elinde Kaptan Future’ı temsil eden ve sanki bir masal hazinesiymiş gibi göğsüne bastırdığı plastik bir figür tutuyordu. Park yerinin boğucu havası hemen çevrelerini sardı. Hiç kuşku yok, yaz bütün şiddetiyle gelmişti. “Gel meleğim,” dedi Kate, güneş gözlüklerini başının üzerine yerleştirerek. Josh alışveriş merkezinin cephesine bakarak indi. Buraya gelmekten çok hoşlanıyordu; öylesine çok görecek şey vardı ki, burası onun için zevkle, düşle eşanlamlıydı. Yüzlerce oyuncak, metreler ve metreler boyu sıralanmış bütün kahraman dizileri, televizyonda ya da kataloglardaki gibi değil, gerçek, elle tutulabilir. Josh sabahın daha erken saatlerinde, annesinin alışveriş merkezine gideceğini duyunca, fırsatı kaçırmamış ve sevimliliğini de kullanarak, birlikte gelmeyi başarmıştı, işte şimdi de, binanın karşısında dikildiğini gördükçe, içindeki heyecanın kabardığım hissediyordu. Buradan yeni bir oyuncakla çıkabilecek miydi? Eksikliğini çektiği bir Majorette kamyonu ya da Kaptan Future’ın arması! Ne olursa olsun, gün iyi başlıyor gibiydi. Yeni bir oyuncak, işte bu heyecan verici bir düşünceydi! Tabiî iş, Kate’i razı etmeye kalıyordu. Annesine döndü, kadının elinde tuttuğu ve gazetelerle reklamlardan özenle kesilmiş indirim kuponlarım incelediğini gördü. ” Bana bir oyuncak alacak mısın anne? dedi, dört yaşına basmış bir çocuğun ince sesiyle. ” Hemen başlama Josh. Hem üstelik acele et, yoksa seni buraya bir daha hiç getirmem.


12 ” Ne sıcak! ” diye söylendi Kate elini yelpaze gibi sallayarak, yarım yamalak serinlemeye çalışırken. Sallanma güzelim, güneşin altında biraz daha kalırsak eriyeceğiz! Josh, annesinin ne demek istediğini pek iyi anlamadığı halde adımlarını sıklaştırdı, birlikte mağazalarla dolu geniş binaya girdiler. Gazete satılan tezgâhlar ortadaki yolun iki kenarı boyunca uzayıp gidiyor, hepsinin birinci sayfasında da Amerikalıların Moskova Olimpiyatları’nı boykot haberi veriliyordu. Bundan başka bir şey konuşulmuyordu artık. Bazıları, ufukta Küba füze bunalımına benzer bir kriz görür olmuşlardı. Oysa Kate için, bütün bunlar siyasetçilerin yol açtığı sorunlardan başka bir şey değildi. Kocası Stephen’ın da dediği gibi, hepsi dümen. “En iyisi” diyordu Stephen, “bunlara hiç karışmadan bir köşeye çekilip yaşamayı sürdürmek, benzin istasyonundaki işini yapmak, beş yıldır bitmeyen piyesi yazmayı sürdürmek ve arada sırada da bir iki cıgaralık tüttürmek. Ama kesinlikle siyasetle ilgilenmemek.” Kate de aynı fikirdeydi. Stephen’ın dediklerinden çoğunu uygun görürdü, adama âşık olmasının asıl nedeni de buydu zaten. Gazetelere son bir göz atıp daha fazla gecikmeden yürümeye koyuldu, zavallı Josh geride kalmamak için koşmak zorunda kaldı. Daha şimdiden yazın ve turist kalabalığının habercisi plaj eşyasıyla tıka basa dolu sayısız tezgâhın önünden geçtiler. Geniş holde sürekli bir uğultu duyuluyor, yüzlerce müşterinin sesi birbirine karışıyordu. Josh, Kate’in ittiği alışveriş arabasına, televizyonda, eski bir otomobile binerken gördüğü bir gangster gibi tutunmak zorunda kalıyordu.

Oyuncaklarla dolu uzun koridordan geçerlerken, çocuk annesinin eteğini çekiştirdi: ” Bak, oyuncaklara bakmak istiyordum anne, bakabilir miyim, söylesene n’olur? ” Kate içini çekti. Alışveriş genç kadın için başından beri sıkıcı olmuştu; bu dev gibi tezgâhların arasında amaçsızca dolanmak, neredeyse birbirinin eşi yüzlerce mal arasından birini seçmek… Dondurma almayı unutmamasını söyleyen Stephen’ı hatırladı, bu öğlen yapılacak barbeküyü düşünerek neşelendi. Salinger’lar gelecekti yemeğe, iki yıldan beri görmediği Dayton ve Molly sonunda geri dönmüşlerdi. Bu düşünceyle canlandı, ızgarada pişen hamburgerlerin kokusunu duyar gibi oldu, çocukluk arkadaşlarıyla yeniden buluşacakları aklına gelince keyiflendiğini hissetti. 13 [Bir yanıt beklerken Josh eteğini çekiştirdi. Josh küçük bir] yalvaran çocuk ifadesine bürünüverdi: ” Lütfen anne, söz veriyorum, bakacağım sadece, burada durup bakacağım… Koridorun her iki tarafında da alışveriş arabaları, iş çıkışı saatinde tıkanan otoyoldaymış gibi, ağır ağır ilerliyorlardı. Josh yalvaran gözlerini annesine dikmişti. “Bana böyle bakmasına dayanamıyorum” diye geçirdi içinden genç kadın. Josh’ın alışverişin geri kalan kısmında surat asıp somurtmasına yol açacak azarlara da, ağlayıp sızlanmalara da sürüklenmek için en ufak bir istek hissetmediğinden, omuzlarını silkti. Her şeyden önce eve dönmeye, küçük bahçesine rahatça yerleşip, arkadaşlarıyla buluşmaya can atıyordu. “Onu burada bırakırsam, tezgâhların arasında daha hızlı gezinip bu alışveriş sıkıntısını daha çabuk bitiririm” diye düşündü. ” Tamam, beni burada beklersin; ama bak, söylemedi deme, yaramazlık yapmak ya da oyuncaklara dokunmak yok. Tek bir oyuncak bile almayacağım. Bütün bunları bil, ona göre. ” Josh son cümleye fazla üzülmeksizin, sevinçle başını salladı.

Hep böyle olurdu zaten, eğer zamanında istemeyi bilirse, sonunda Kate alışveriş arabası tepeleme dolu gelip zaman geçirmeden eve dönmek istediğinde, yeni bir şeye sahip olacağından emindi. Plastik figürlere doğru yola koyulmuştu ki, annesinin arkasından seslendiğini duydu: ” Hey, süper çocuk, anneye teşekkür öpücüğü yok mu? ” Josh geri döndü, dudaklarının kenarında afacanca bir gülümsemeyle, Kate’i hızla yanağından öptü, sonra da kahramanlarına doğru yürüdü. Kate Phillips, daha yirmi üçüne yeni basmış genç anne, uzaklaşan oğluna gülümseyerek baktı. Onu bir daha hiç görmeyecekti. [14] Birinci bölüm Portland, Oregon, 2000 Kurt olmadığında ormanda gezinelim, yoksa yer bizi… Çocuk şarkısı 1 Kelimeler bir silisyum kükremesiyle ekrana kazındı. “[OBERON] Chat odaları bu akşam son derecede iç karartıcı. Ya sen, sen nasılsın?” Juliette Lafayette ekranın karşısında kaşlarını çattı. İnternet üzerinden yeni bir program indirmekle görevlendirdiği öteki bilgisayarın ne durumda olduğunu görebilmek için başını çevirdi. Verilerin geçişi tümüyle yapay bir süreçle gerçekleşiyordu. Çalışma odası genişti, sürekli kitaplarla dolu bir masayı ve iki bilgisayarım yerleştirmek için mekânı L şeklinde düzenlemişti. Oberon’la başladığı sohbete döndü. “[İŞTAR] Kendimi her akşamki gibi hissediyorum. Bomboş.” Takma adı katodik tüpün üzerinde simsiyah harflerle parıldıyordu. Bu tanrıça adını seviyordu.

Her gün birbirleriyle sohbet etmek için internetten yararlanan yüz milyonlarca insan, karşısındaki hakkında hiçbir şey bilmezken, takma ad insanın kendini tanıtmak için kullanabileceği tek araçtı. İnternet üzerinde, ötekileri temsil edebilecek tek şey. Yalnızlık arkadaşı yeniden cevap verdi: “[OBERON] Neler hissettiğini anlayabiliyorum. Burası da aynı. Boşluk, karanlık ve dünyayı yutan gece.” “[İŞTAR] İnternette en sevdiğim şey, insanların kendilerini ifade etmekteki özgürlükleri. İstersem, sana tüm hayatımı anlatmam bile, birbirimizi hiçbir zaman göremeyeceğimiz için, bana bir şeye mal olmayacak. Bakışlarının ağırlığını taşımıyorum.” “[OBERON] Bekâr gecelerimizi paylaşa paylaşa, sonunda birbirimizi özlemeye başlayacağız.” Juliette başını yumuşakça salladı: [20] “[İŞTAR] Senin, sıkça tekrarladığın gibi, gecelerin var, benim de derslerim olduğunu unutma!” “[OBERON] Bak, bunu neredeyse unutuyordum. Bugün üniversitede miydin?” Juliette gülümsedi, cevabını klavyede tuşlamadan önce bir an düşündü: “[İŞTAR] Neden sordun? Yoksa hocalarımdan biri misin? Beni mi gözlüyorsun?” Juliette kâsenin içinde soğumaya yüz tutan Çin makarnalarına uzandı. Floresan lambayı kısıp çalışma odasını daha dinlendirici bir loşluğa boğdu. Dışarıda, komşunun köpeği gecenin içinde havladı. “[OBERON] Hayır. Ama sana ilgi duyuyorum.

Bana kim olduğunu pek anlatmıyorsun. Seni daha iyi tanımak isterdim.” Juliette cevabını yazmadan önce karşısındakinin kelimelerini dikkatle okudu. “[İŞTAR] Birlikte düşüncelerimizi paylaştığımız bunca zamandan beri, sevgili Oberon, portremi çizmeye başlaman gerekirdi. Öyle değil mi?” Bacaklarını altına kıvırdı, halının üzerine birkaç makarna düşürünce, küfretti. “[OBERON] Tam iki ay oldu. İki aydır internet üzerinden düşünce alışverişi yapıyoruz ve senin hakkında bütün bildiğim yirmi üç yaşında bir kadın olduğun, tarihten ve mitolojiden hoşlandığın için Savaş ve Aşk Tanrıçası İştar’ın adını aldığın ve Çin makarnalarına sarsılmaz bir inatla bağlı olduğun. Aslına bakarsan, şu anda bile Çin makarnası yediğine bahse girerim.” Juliette ağzındakileri çiğnemeyi bıraktı. Onu tam şu anda gözetlemeden, bütün bunları nasıl bilebilirdi? Makarnaları usulca yuttu, kâseyi masanın üzerine bıraktı. Hemen ardından, yüreği yeniden düzenli vurmaya başladı. “Sen salaksın, zavallı kızım!” diye düşündü. “Ne yaptığım nereden bilsin? Ne yediğini biliyor, çünkü neredeyse her zaman aynı şeyi yiyorsun! Yazdıklarını okuya okuya ezberledi!” “[OBERON] Ee?” Juliette’in parmakları, günlerini piyano çalmakla geçirenler gibi, beceriyle tuşların üzerinde dolaşmaya başladı. “[İŞTAR] Tam isabet! Gördün mü, yemek alışkanlıklarım hakkında daha şimdiden çok şey biliyorsun… İnsan daha ne ister ki?” 21 “[İŞTAR] Dördüncü sınıfa giden bir psikoloji öğrencisi. Oldu mu?” Esrarlı Oberon’un cevabı gecikmedi: “[OBERON] Başlangıç için fena değil.

Seninle küçük bir oyun oynayalım istersen. Gerçekten kim olduğun hakkında bana ne kadar bilgi verirsen, ben de üzerimdeki örtüyü o kadar kaldırırım. Ne dersin? Bırakalım, birbirimize doğru eriyelim.” Juliette artık tümüyle boşalmış kâseyi bıraktı. ” Yazık Oberon, ama bu benim zevkim için biraz fazla oldu. Hükmünü hızla yazdı. “[İŞTAR] Maalesef bu dediğin pek mümkün değil. Geç oldu, gidiyorum. İyi geceler ve yakında görüşmek üzere, belki de internet üzerinde…” Kalktı, homurdanarak gerindi, bilgisayarı kapatmak üzereyken ekranda kelimeler belirdi: “[OBERON] Sakın kapatma! Bunu sakın yapma!” ” Üzgünüm cinlerin kralı, ama çok yorgunum. ” Açma kapama düğmesine bastı, bilgisayar son bir pervane soluğu üfledikten sonra sessizliğe büründü. Öteki bilgisayar da bellek kapasitesini artırmak için gerekli tüm yazılımı kopyalamayı tamamladığından, onu da durdurdu. Genç kadın dolabın önünden geçip, boy aynasının karşısında hareketsiz durdu. Siluetinin yansımasını izledi. Uzun boylu, ince. “Belki gereğinden de çok” dedi kendi kendine, “spor yapmalıyım, çok daha fazla spor yapmalıyım.

” Bilgisayar karşısında oturarak ya da yüzünü kitaplara gömerek geçirdiği saatlere rağmen hâlâ sıkı olan kalçalarını yokladı. Bakışları yüzüne yöneldi. Geniş dudaklar, annesinin kalkık diye adlandırdığı bir burun, gözlerinin mavisini vurgulamak için iki yıldan beri siyaha boyadığı uzun saçlar; önce güzellik kaygısıyla, sonra da siyah saçların bağımsız kişiliğine daha uygun olduğunu düşündüğünden. Sadece bağımsız değil, bazen fazla hırçındı kişiliği. Abanoz saçlı uzun silueti gören erkeklerin çoğu onu daha iyi seyredebilmek için, Juliette’in bakışları içlerine işleyene dek, dönüp dönüp bakıyorlardı. Duru mavi gözlerinin erkekler üzerindeki etkisine kaç kez şahit olmuştu! İçlerinde kendilerine en çok güvenenleri bile dengelerini yitiriyor, onları böyle ağızları bir karış açık görmek neredeyse komik oluyordu. Aslında, komikten çok, yorucu. Böylesi sarsıcı bir yaratığın aşka doymuş olacağını düşünerek, içlerinden pek azı yaklaşmaya cesaret ediyordu. Juliette çekingendi, bu yüzden akşamlarının çoğunu yaşıtı genç kadınların her şeyden çok değer verdikleri romantik gecelerden uzak, tek basma, iki sabit diskle ekranların arasına sıkışmış geçiriyordu. Öte yandan, böylesinin hiç riske girmemek demek olması, bir bakıma işine geliyordu. İnternet üzerinde rastladığı insanlar, bazen temsil ettikleri kişiler hakkında oldukça fazla şey öğreten takma adlardan başka bir şey değildi. İnsan hiçbir tehlikeye atılmaksızın, karşısına ilk çıkanla tartışabiliyor, sohbet tatsızlaştığı anda da görüşmeyi kesebiliyor, bir daha o insandan haberi bile olmuyordu. Bir tartışma platformunda rastladığı şu Oberon’la bir çeşit dostluk dokumuşlar, karşılarında gerçekten kimin olduğu konusunda en ufak bir fikirleri bile olmadan bazı akşamlar sohbet etmek için sözleşmişlerdi. İnternet, tehlikesiz bir iletişim imkânı, safe communication sunuyordu. Eksik olan, sıcaklıktı tabiî.

Komşusunun köpeği daha şiddetle havlamaya başladı. ” Roosevelt, sus! diye bağırdı Juliette açık pencereden. “Köpeğine Roosevelt adı vermek de ne fikir ama! Eğer bir gün köpek almaya karar verirsem, en azından ona isim bulmak için kendimi yememe gerek kalmayacak! Yaşlı bir cadaloz gibi, inimde yapayalnız öleceğim!” diye düşündü. Bu düşünceyle, dudaklarında bir tebessüm belirdi, yatmaya karar verdi. Odasındaki ışık saat yarıma doğru söndü. ******* Birkaç gün sonra, yağmur amfinin camlarını dövüyordu. Profesör Thompson, dinleyenlerden yarısını derin bir uyuşukluğa gömen monoton sesiyle dersim anlatıyordu. Bütün o suratların ortasında, Juliette Lafayette dalgınca ders dinliyor, pencerenin ötesinde uzanan gri ve ıslak manzaraya bakıyordu. Aklı, annesiyle babasının iki ay önce taşındıkları Kaliforniya’daydı. Ted Lafayette terfi edip San Diego’ya atanmış, eşi Alice de fırsattan yararlanarak iş değiştirmeye, tekdüzeliğin öldürdüğü tadı yeniden kazanmaya karar vererek, kocasının peşinden güneşin daha çok ısıttığı topraklara gitmişti. Juliette burada, Portland’da büyümüştü, tek tük dostlarıyla birlikte bütün nirengi noktaları da buradaydı; o yüzden annesi ve babasıyla gitmeyi düşünmemişti. Bir bakıma, evin bekçiliğini üstlenmişti. Böylesine büyük bir villada yalnız yaşamak çok kolay bir şey değildir, ama yalnızlık onun karakter[i olmuş, bağımsızlığa düşkünlüğü] sevgilileriyle bozuşmasına yol açmıştı. 23 En ağır olanı, bazı geceler incir çekirdeğini doldurmaz nedenlerle dehşete kapılsa da, kendini yalnız hissetmek değil, hayatını sağlıklı bir düzende sürdürmekti. Belirsiz saatlerde kalkmamak, evi temiz tutmak, en önemlisi de, doğru dürüst beslenmek.

Juliette için, belirli bir neden olmadan kendine özenli yemekler pişirmek imkânsızdı, genellikle çok az yer ve hazırlanması kolay şeyleri tercih ederdi. ” Stockholm sendromunun üç aşamasından söz edilebilir… Profesör Thompson’ın sesi, bir hayaletinki gibi, birden yükselivermişti. “Daha senenin başında kopmak istemiyorsam, biraz dikkat etmem gerek” dedi Juliette, düşlerinden kurtulabilmek için gözlerini kırpıştırarak. Koridordan kahkahalar duyulunca, Profesör Thompson o tarafa kızgın gözlerle baktı, sonra da anlatmaya devam etti: ” Rehine almanın ilk aşaması, çoğu kişi için oldukça şiddetli bir stres oluşumuyla tanımlanır. Ondan sonra, şantajcıların şantajlarım gerçekleştirdikleri alıkoyma aşaması gelir: rehineler birer maldan başka bir şey olarak görülmedikleri için, gerçek bir insandışılaşma. Zaten saldırganla özdeşleşme de bu aşamada gerçekleşir, kurban yavaş yavaş ölüm korkusunu atlatır, haydutlara karşı sempati beslemeye başlar. En sonunda da, posttravmatik stres ile depresyonun görüldüğü kalıntı aşaması gelir. ” Juliette kendini bu davranışın tuhaflığına kaptırdı. Yakalanan ve kendi iradeleri dışında tutulan kişiler nasıl olur da işkencecilerine karşı sempati duyabilirlerdi? Profesör Thompson kendini rehin alan adama âşık olan, sonunda da onunla evlenen kadın örneğini verdiğinde, Juliette kendini gülümsemekten alamadı. “İnsan kendini bir Hollywood yapımında sanır” dedi kendi kendine. “İş bir tek haydut rolü için Kevin Costner’la anlaşmaya kaldı, sonra filmi çekebiliriz! Gerçek, düşü çoğu kez yaya bırakıyor.” Dersin son on dakikası hızla geçti. Juliette öğrenci otoparkına gidip, küçük Vosvos’una yerleşti. Yağmur birkaç dakika önce durmuştu. Kentin güneyine doğru yöneldi, birkaç bira almak için yol üzerindeki Seven Eleven’da durdu.

Her çarşamba akşamı olduğu gibi, en iyi arkadaşına gidecekti. Juliette ve Camelia’nın, en azından basit ölçütlerle bakıldığında ortak hiçbir yanları yoktu. Juliette yirmi üç yaşındaydı, Camelia’ysa otuz iki. Juliette evinde yalnızken kendini nasıl daha iyi hissediyorsa, Camelia düzenli olarak dışarı çıkmaktan hoşlanıyordu; konuşmaya başlar başlamaz, gerçek bir suç ortaklığı yaşar oluyorlardı. Konu ne olursa olsun, sohbetleri ortak bir noktada buluşuyor, konuşma sabahın erken saatlerine kadar uzayıp gidiyordu. Vosvos sonunda boyası yıpranmış bir evin önünde durdu. Camelia kapıyı açtı. Buklelerinden başka hiçbir doğallığı olmayan uzun sarı saçlı, gösterişli bir kadındı. Arkadaşını görünce, yüzü ışıltılı bir tebessümle aydınlandı: ” Hoş geldin güzelim! ” ” Selam, ekimle birlikte soğuklar da geliyor galiba, ” dedi Juliette bir koşu kapağı hole atarak. ” Sen yerleşmene bak, şömineyi gürül gürül yakarım. ” Juliette, Camelia’nın güneş yanığı tenini görüp kaşlarını çattı: ” Ultraviyoleyi kestin sanıyordum, dedi. Bunun cildin için zararlı olduğunu söylüyordun ya! ” ” Yazdan sonra, son bir değişiklik diyelim. Söğüş tavuktan nefis bir salata hazırladım, Fransız usulü gerçek bir haute cuisine örneği! Sana köklerini hatırlatması için. ” ” Mmh mmh. Ailede babamdan başka hatırlatacak kalmadı.

Bana kalırsa, dedelerinden birinin Fransız olmasının, ona bir çeşit üstünlük sağladığını sanıyor. Sanki bir ayrıcalık, kanında bir asalet varmış gibi. ” Juliette biraları mutfak masasının üzerine bıraktı. Evin içinde bir yerlerde açık kalmış bir televizyondan haber bülteni duyuluyordu. ” Seninkilerden ne haber? ” diye sordu Camelia. ” Dün akşam telefon ettiler, annem oralardan çok hoşlanıyor, alışmakta biraz zorluk çekiyormuş, ama çok memnun. Babamsa durmadan çalışıyormuş, akşamları geç geliyormuş, bazen hafta sonları da çalışıyormuş. En şaşırtıcı olanın Kaliforniyalılar olduğunu söylüyor annem, oldukça farklı bir zihniyetleri varmış. ” ” Hiç Kaliforniya’ya gitmedin mi? ” diye şaşkınlıkla sordu Camelia. Tabakları tepsinin üzerine yerleştiriyordu. ” Hayır, yolculukla pek aram yoktur… Oregon’dan pek uzaklaştığım söylenemez. ” Camelia elini beline koydu, kalçasını çıkardı: ” Öyleyse kendine yeni bir mayo al, bu hafta sonu seni Los Angeles’a adaleli erkeklerin doldurduğu plajlara götüreceğim. ” ” Eylül sonunda mı? ” ” Hey ufaklık, Kaliforniya zihniyeti dedikleri de bu işte: iyi bir [Kaliforniya sezonu. Hem de sezonların üzerinde en iyilerinden. Ne kastettiğimi anladıysan…] 25 Juliette açık saçık benzetmeyi duymazdan gelip, dudak bükmekle yetindi: ” Bak, plajlara pek meraklı değilimdir.

” Camelia gözlerini Juliette’inkilere dikti: ” Juliette, eninde sonunda basit fanilerin yaptıklarını sevmeye başlaman gerekecek, yoksa hayatını herkesin unuttuğu, inzivaya çekilmiş biri olarak yaşarsın! ” ” Kendimi zorlayamam! İnsanın gününü yarı çıplak, sıcaktan ölmek üzere, cinsellikten nasibini alamamış heriflere kendini dikizleterek, denizin tuzuyla gerginleşen derisini kaşıyarak geçilmesini aptalca buluyorum. Belki böyle düşünmek çağdışı olabilir, kusura bakma, ama ben böyleyim işte. ” Camelia başını salladı, Juliette’e sevecen gözlerle baktı: ” Anlaşılan seni pek değiştiremeyeceğiz. Haydi, bana yardım et de bunları içeriye taşıyalım. ” Tabakları füme camdan muhteşem bir masanın üzerine yerleştirdiler. Camelia’nın evi sadece büyük değildi, aynı zamanda da özenle döşenmişti. Eski kocasının ödediği nafakayı, lüks kaprislerini tatmin edecek bir kaynak olarak kullanıyordu. Yemeklerini iştahla yediler, şarapları hiç eksik kalmadı. Saat ona doğru, her ikisi de kendini biraz kaymış hissedince, televizyonun karşısına yerleştiler. Camelia bir sitcomdaki insanların salaklığıyla alay etmekten belirgin bir zevk alırken, Juliette de her şeye gülüyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir